Yazar Şeyhmus Diken, "vatanım" dediği Diyarbakır'la bütünleşmiş, sivil toplumcu kimliği ve "Sözlü / Sözel Tarih" alanındaki çalışmalarıyla bilinen; "şehrinde yaşayan ve şehrinde yazan", nev-i şahsına münhasır biridir. Farklı alanlarda yaptığı ve yazdığı bir dolu işle ismi çokça zikredilip çokça konuşulan; farklı düşüncelerden insanların da kulaklarını sürekli çınlattığı bianet yazarı Şeyhmus Diken yazarlık, Diyarbakır, sivil toplum, pandemi gibi pek çok konuda sorularımızı yanıtladı.
Etkilendiğiniz fikirler, kişiler ve gelişmeler hakkında neler söylemek istersiniz? Ayrıca yazdıklarınızın merkezinde Diyarbakır büyük bir yekûn tutuyor... İbn-i Haldun'un meşhur "Coğrafya kaderdir" sözünü, "Diyarbakır Şeyhmus Diken'in kaderidir" şeklinde uyarlamak mümkün mü?
Etkilendiğim fikirler, kişilerden çok, ifade ettiğiniz gibi etkilendiğim coğrafya daha çok öne çıkar. Elbette insan tekinin ilk edebi okumalarının ve fikri dünyasının altyapısının şekillendiği gençlik yıllarında edebiyatın klasikleri çokça yer tutar. Bu bende de oldu diyebilirim. Liseli yıllarım(ız)da iyi edebiyat okurları olarak hayata "merhaba" dedik. O yılların küçük boy Varlık ve diğer yayınların klasik çeviri, telif edebiyat eserleri her birimize rehber oldu. Yani ezcümle edebiyatla hayata başladık. Bu sebeple yeri gelmişken hemen söyleyeyim; gençlerin ilk yazma deneyimlerinde sorulur "nasıl yazmalıyım?" Hepsine cevabım tektir. Önce iyi okur olmak lazım, iyi okur olmaya gayret ederken de "iyi edebiyat seçicisi" olmak kuralını ilke edinmek derim hep.
"Ben buradayım!"
İşin açıkçası böyle bir altyapıyı oluşturmak her zaman hayata ciddi bir artı ile başlamayı beraberinde getirir. Şimdi, bunların ötesinde dedik ya "coğrafya" diye! İşte yaşadığımız coğrafya ve dünyanın her yerindeki coğrafya sakinlerinin yüzünü döndürerek edebiyat, siyaset yaptığı, dönüp dolaşarak şevk aldığı bir şehir, tarih boyunca çokça adları olan şehir. İnsan böyle bir şehrin hemşehrisi olunca ve eli de zihni melekeleri de kaleme meyledince işi hem kolaylaşıyor, hem de hayli zor oluyor.
Kolaylaşıyor çünkü devasa tarih bilinci, toplumsal hafıza, zengin kültürel miras size hep "ben buradayım" diyor. Yeter ki o birikimi sindirecek, içselleştirecek bir sahiplenmeye insan el versin. Öte yandan zorlaşıyor, çünkü işiniz hiç de kolay değil! Asla hata kabul etmiyor. Yazı işçiliğine her soyunduğunuzda o vakte kadar bilmediğiniz yeni şeyleri öğrenme gerekliliği karşınıza çıkıyor. Yani yaşınız ne olursa olsun bir yandan yeni şeyler öğreniyor, öbür yandan öğrendiklerinizi metninize yedirirken, kendiniz de yazdıklarınıza şaşırarak yeniden yazıyorsunuz. Hani hep telaffuz edilir ya İbn-i Haldun'dan yorumlanarak "Coğrafya kaderdir" diyerek... Aslında bu kader gibi telaffuz edilen, çoğu kez de alın yazısı ile yoğrulu kedere dönüşebiliyor. Sonuç da geriye dönüp baktığınızda kadere de kedere de "eyvallah" etmeyerek bir şeyler yazmanın hâl û ahvali yazana yol gösterici olabiliyor. Benimkisi biraz değil, hayli böyle bir yolculuk oldu. Olmaya da devam edecek...
"Sivil toplum çok yeni"
Sivil toplum çalışmalarında aktif bir isim olarak biliniyorsunuz... Yılların sivil toplum aktivisti ve bu alandaki ciddi çalışmaların altında imzası olan biri olarak dünden bugüne coğrafyamızdaki sivil toplum sürecini anlatır mısınız?
Aslında sivil toplum dediğimiz mevzu bizim açımızdan henüz çok yeni. Ne kadar geriye gitseniz de en çok kırk yıl öncesine gidebilirsiniz. Onun da adı değişik şekillerde telaffuz edilir. İşte "Demokratik Kitle Örgütleri" kavramsallığıyla işin hemen başında bir alan sınırlaması getirilir. Bu genel olarak sol sivil literatür açısından böyle. Ama bir açıdan da haklı bir öncelleme! Çünkü ticaretin serbest piyasa ekonomisine göre istediği gibi varlık bulduğu ama siyasetin alabildiğine kısıtlandığı bir tuhaflığı yaşadı, yaşadık bu ülkede.
Bu sebeple siyasal arenada birey kimliği üzerinden özgürce siyaset yapma olanağını bulamayan insanlar sivil toplum alanını bir güzergâh olarak kendilerine seçtiler. Bu seçme zaman zaman sınırları aşan bir seçiciliğe de evirildi. Sorunlu seçilmiş alan üzerinden bir sivil toplum örgütçülüğü yapmak meramı zaman zaman siyasal alanın mayınlı sahalarına girmeyi beraberinde getirdi. Bu da muktedirlerce tehdit ve tehlike olarak görülerek üzerlerine yönelmeyi ve üstüne üstlük sınırlamayı getirdi. Mesela 12 Eylül 1980 darbesi sonrası sivil toplum alanının neredeyse ilga edilmesi buna örnektir. Yine 2015 sonrası sivil toplum alanına yönelim bunun son kırk yıl içindeki iki çarpıcı örneğidir. Eee denebilir ki, peki, sivil toplum alanı bitti mi? Tabii ki bitmedi, bitmez de. Her dem kendini mevcut durumlara göre yeniden güncelleyerek şekillenir ve yolunu bulur, yürür. Mesela coğrafyamızda göreceli olarak yerel yönetimlerin sahadaki gücünden de destek alarak alanda gayet kudretli görünür olan sivil toplum kuruluşları, şimdilerde "iş başa" düşünce adeta kendi yağları ile kavrulmaya, sahici anlamda gönüllülük temelinde her biri kendi alanında sivil toplumculuk yapmaya başladılar. Bu, kanımca sivil toplumculuk anlamında iyiye delalettir. Hani "Bir musibet bin nasihatten evladır" denir ya, malum özlü sözde. Aynen böyle, bir bela yaşandı, şimdi sivil toplumculuk yapanlar artık külahlarını önlerine koyarak hayli daralmış bir sahada sadece kendilerine "Bu mevcut hal ve şartlar altında ben ne yapabilirim ve ne yapmalıyım" sorusunu kendilerine sorup yüksek sesle alacakları ve duyabilecekleri yanıta göre karar verip sivil toplumculuk yapıyor/yapmaya gayret ediyorlar.
"Eşitler arasındaki ilişkilenmeyi esas alarak yazıyorum"İnsanın, hele hele yazmayı kendine meram edinmiş olanın "kendinizi tanıtır mısınız" sorusuna cevabı genellikle yoktur. Bir şeyler yazıp yayınla(n)dıktan sonra, bu daha çok yoktur elbette. Çünkü o vakitten sonra artık insan yazdıklarıyla sahadadır. Kendi adıma, benimki kendimi "tanıtma" adına böyle bir ifadeye karşılık gelir. Takdir edersiniz ki ben gibi Türkçe yazanların dünyası, metropolleri olarak genel kabul gören mekânları anlamında İstanbul'dur. İstanbul dışındakilerin hemen tümünün yaşadıkları coğrafyalarının da "taşra" olarak nitelendiği bir realite olarak algılanır. Ama ben şahsım adına buna reddiye kabilinde literatürümde "alternatif muhalif direngen metropol" olan bir şehirde yaşıyorum. Ve onlara göre "oradan", bana göre buradan yazıyorum. Ve yazarken de asla bir "sömürge aydını" edasıyla değil, eşitler arasındaki ilişkilenmeyi esas alarak yazıyorum. Bu sebeple "Şeyhmus Diken kimdir" diye sıkça sorulan her soruya "şehrinde yaşayan ve şehrinde yazan biriyim" diyorum. Bu da yeterli oluyor sanırım. Ötesi, daha çok merak edilenin şimdilerin dünyasında iki parmak uzağımızdaki arama motorlarının bir tık uzağındadır... | |
"Kitaplarımın her yerinde edebiyat var"
Yazmak eylemi sizin için neyi ifade ediyor? Yayımlanmış kitaplarınızı, eserlerinizi anlatabilir misiniz?
Yazmak meselesi üzerine yazının insanın dünyasına girdiği kadim zamanlardan bu yana takdir edersiniz ki işi yazıyla olanlar çokça laf ettiler. Yazıyla derdi olanların neredeyse tümünün ortak ifadesi yazmanın bir "varlık" sebebi olduğu gerçekliği. Bu benim için de doğru tabii ki. Yazınca dünyayla bağ kurduğunuzu, kendinize ait olan ve o ana kadar kimselerle paylaş(a)madıklarınızın bir nevi paylaşımı gibi yazı işçiliği!
Çok farklı bir duygudaşlık üzerinden itirafın altını çiziyor yazma üzerine söz etmek. Yazdıklarımın hemen tümü bizatihi edebiyatın içinden okuma metinleri. Denemeler, öyküler ağırlıkta olsa da mesela sivil toplum alanı ile ilgili saha araştırmaları metinlerime bakıldığında onların içinde bile yoğunlukla edebiyat var. Yine sözlü ve yerel tarih kitaplarıma bakıldığında her yerinde edebiyat var. Bu sebeple sinema filmleri senaryoları, tiyatro oyun tekstleri ya da romancıların, öykücülerin yazdıklarında beslendiği kaynaklar, referanslar benim kitaplarımdan çokça besleniyor. Bu beslenme metinlerinden bazen yazma süreçlerinde önceden izin istedikleri için haberdar oluyorum.
Bazen de kitapların yayınından sonra tesadüfen haberdar oluyorum. Sözlü / Sözel Tarih alanı çokça emek verdiğim ve keyifle yaptığım işler. Çünkü öte yakaya göçtüklerinde kendileri ile birlikte yitip gidecek olan artık masallaşmış ya da meselleşmiş hikâyelerini birer hikâye anlatıcısı gibi anlatmaya hazır insanlar var yanımızda, yöremizde. Yeter ki onlarla konuşun ve dile gelsinler. Edebiyata en güzel malzeme ve geleceğe kalacak en kıymetli somut olmayan kültürel edebi miras o anlatılar. Kitaplarımın tek tek isimlerini yazmayayım. Dediğim gibi internet üzerinden bir ad soyadı sorgulaması ile külliyat orta yere dökülmüş oluyor.
"Keşke siyaset, hayatlarımıza bunca müdahil olmasaydı"
Yazar kimliğinizin oluşumunda siyasetle yatılıp siyasetle kalkılan coğrafyanın nasıl bir etkisi oldu?
Çok doğru bir soru! Siyasetin âdeta herkes için "her şey," siyaset dışında olan biten, ya da olması gereken her ne var ise, yine adeta "hiçbir şey" olduğu bir coğrafyada yaşıyoruz. Kabul edilmeli ki böyle bir atmosfer içinde "ben sadece yazarım, başkaca hiçbir şey beni ilgilendirmez" deme şansınız hemen hiç yok. Yazarsanız, yazdıklarınız dışında nerede duruyorsunuz, çevrenizde olup biten dünya hâli ile ilgili yürüyüş ve duruşunuz ne! Bu hep sorgulanan bir durum. Belki yüzünüze karşı sorgulanmaz, ama bunu hep hissedersiniz.
Diyelim ki iyi bir edebiyatçısınız, ödüller filan da almış olabilirsiniz. Ama bunun zerre kadar önemi yoktur. Aslında vardır da, ama yoktur gibi bir şey. Çalıştığınız kurum alanı ile ilgili bir sivil toplum kuruluşuna üyesinizdir. Toplu bir uygulamada üyesi olduğunuz STK nedeniyle açığa alınmışsınızdır. Tekrar işe dönme "ikna hâli" için o STK'dan istifa etmeyi tercih etmişsinizdir. İşte orada "bitmişsinizdir", ötesi yoktur bunun, her yerde karşınıza çıkar. Bir başka örnek, yazarlığınız yanında bir kültür konumunu yönetirsiniz. Kentte, bölgede düzenlenecek bir sanatsal etkinlikte rol üstlenmişsinizdir. İşin bir aşamasında önceden tahmin edemediğiniz olası tepkiler gelir bir yerlerden. İnce bir ayarla mesafe koyar uzak durursunuz aslında başından beri içinde olduğunuz o kültürel sanatsal işten... Bu elbette görülür ve bilinir. İşte o durumda ne yapsanız artık yazdığınız metinler filan gözden de gönülden de "düşmüş" olur. İstediğiniz kadar onarmaya çalışın olmaz. Ha, böylesi durumlar olağan mıdır, onaylanır mıdır? O ayrı bir tartışma konusudur sanki. Başka coğrafyalarda belki çok önemsenmez bu tür durumlar, kabullenilir de. Ama bu coğrafyada önem arz eder, hem de çok. Benzer çok örnekleri vardır. İyisi mi burada kesmek. Sıkça düşünürüm; "Keşke siyaset, hayatlarımıza bunca müdahil olmasaydı" demişliğim çok olmuştur. Ama gerçekliğimiz, bu maalesef.
"Vicdanınız konuşur..."
Osmanlının 1800'lü yıllarının başından bu yana neredeyse iki yüz yıldır bir türlü hâl yoluna konulamamış ve bugün artık uluslararasılaşmış bir "Kürt Sorunu"nundan söz ediyoruz. Üstelik bu meselenin en çok öznesi olan coğrafyanın kendi adına markalaşmış şehrinde, adeta kalbinde yaşıyorsunuz. Hadi buyurun deyin ki "ben bu işte yokum." Bin kez deseniz bile hayat sizi bir yerlerinizden tutup iliştiriveriyor, ilmeklendiriyor bir yerlere. Kaçarı, göçeri yok bunun. Bu sebeple hep derim: Aydın, entelektüel, hele hele üstüne üstlük bir de yazarsan yükün birkaç kat daha ağır bizim coğrafyamızda. Yazdığınız her metinde sadece beyniniz ve eliniz değil, vicdanınız da konuşur. Her kelimenize, her cümlenize vicdan hükmeder âdeta. Zaman zaman bu vicdanî hesaplaşma, edebiyatınızı da sınırlandırabilir. En acısı da nedir bilir misiniz? Bunu, yani yazdığınızın edebiyatınıza yakışmayabileceğini bile bile yazdığınızı, yaptığınızı bilmektir. Zor olan, insanı yazdıkları üzerinden hırpalayan belki de budur. Bunu kimseler bilmez, okur da bilmez.
Okur, bütün bunlardan azade tutulmuş bir metin bekler sizden. Ama siz bilirsiniz bu gerçekliği ve sanki ona göre yazarsınız. Yani bir nevi bizzat kendi yazdıklarınızın otosansürcüsü olursunuz. Bu tanıklık, zaman gelir sanıklığa tekabül eder. Acınası bir hâlle hem de. Bu bir tercihtir tabii ki. Kimileri bunların hepsini bilerek hesaba katarak, dikkate alarak yazar ve sonuçlarına da katlanır. Kimileri de ulusal ya da yerel muktedirlere "hoş görünmek" hatta "bak ben senin bildiklerin gibi değilim" demek için gayret eder ve ona göre yazar(lar). Benim tanıdıklarım, bildiklerim içinde de böyleleri var. Hiç acımam, yüzlerine karşı söylerim ve onlarla ilişkilerimi de farkında olduktan sonra buna göre yeniden dizayn ederim. İsterse zaman zaman en yakınımda gözüksünler, bu böyledir.
Mekân ruhu
Kitaplarınızda öne çıkan temalar nelerdir? Okurlarınızdan ve yazarlardan ne tür tepkiler alıyorsunuz!
Kitaplarımda hayatın, yaşanmışlıkların en orta yerinden insanın mekânla buluşmuş halinin bizatihi kendisi vardır. Mekân ruhu vardır, hem de çokça. Sonuçta ben önceki sorulara verdiğim yanıtlarda da ifade ettim. Ruhu olan bir şehirden, sadece şehrin hemşehrilerine (uzaktaki ya da yakındaki) değil, dünyanın bir uzak yerinde buraları merak edip araştıran soruşturan okuyana da hitap ettiğimi/etmem gerektiğini çok iyi biliyorum. Ve bu bakışla yazıyorum. Bu sebeple kent kimliği, kent kültürü, sözlü ve yerel tarih ile sivil toplum alanında sıkça ve çokça dünyanın birçok yerine yıllardır davet edildim, ediliyorum ve oralara giderek konuşuyor, anlatıyorum. Kitaplarımı okuyanların çok büyük oranda tepkileri olumlu olmakla birlikte bunun cevabını benim bilmem; ancak söyleşiler, imza günleri ve kitapların baskısı ve okunurluğu üzerinden tahminle sınırlı. Bu saydığım ölçeklendirmeye baktığımda şikâyetim yok. Hatta kendi adıma memnuniyetim var diyebilirim.
Yazı işçiliğiyle efendi-köle ilişkisi kurma
"Diyarbakır" ve "Şeyhmus Diken" neredeyse eşanlamlı iki sözcük olarak algılanmakta... Bu şekil bir okumanın sizdeki karşılığı nedir?
Diyarbakır ve Şeyhmus Diken algısı belki kimilerine göre bir yazar için sınırlayıcı, kapsam daraltıcı gibi algılanabilir. Haklı gerekçeleri de olabilir elbette. Ama ifade edeyim ki bu benim için geçerli değil, bu tercihim konusunda gayet rahat olduğumun altını çizmeliyim. Evet, ben Diyarbakır Suriçi'nin Alipaşa Mahallesinde doğmuşum, Hançepek mahallesinde büyüdüm. Zorunlu ayrılışlar (eğitim filan) hariç hep şehrimde yaşadım ve ömrüm vefa ederse bundan sonra da buradır vatanım. Anlaşılmalı ki, benim için asıl mevzu, bir şehirde yaşayıp, o şehirde yazıp oradan dünyaya seslenmektir.
Okur kitlem, neredeyse bütün söyleşilerimde fark ettiğimdir ki çok geniş, toplumun çok farklı alanlarından ve çok farklı coğrafyalarından. Karadeniz'de, Ege'de, Orta Anadolu ve dünyanın birçok yerinden mektuplar alan bir yazarım. Bu mektupları yazanların bir bölümü de Kürt değiller. Ama okuyorlar ve merak ediyorlar. Ben ne yaptığımın ve ne yazdığımın farkında olan bir yazarım. Kendimi İstanbul dukalığına beğendirmek derdinde değilim, hiç de olmadım. İstanbul entelijansiyası ile ilişkimde esas aldığım, eşitler arasındaki ilişkidir. Kürtçe yazamıyorum. Türkçe yazan bir yazarım. Ama coğrafyanın realitesi üzerinden bir dil kuruyorum. Onların dilinde yazıyorum. Ve hiç de onlardan geride yazan biri değilim. Benden çok daha iyi değiller, ben de onlardan kötü değilim. Bunu biliyorlar ve benimle ilişkilendiklerinde bu gerçekliğimi dikkate alıyorlar, alacaklar da. Bu benim realitem. Bunun dışında yazı işçiliğiyle efendi-köle ilişkisi kurma derdinde olanlarla yolum asla kesişmez. Bunu bilirler ve benimle olan ilişkilerini buna göre şekillendirirler.
Kent kültürü ve kent kimliği
Yazdıklarınızı okurla buluşturma sürecini anlatır mısınız? Şeyhmus Diken okuru kimdir?
Yazdıklarımı artık yakından takip eden bir okur kitlem var tabii ki. Kendime ait bir üslubum var. Benim okurlarım altına imzamı koymasam da okudukları metin eğer Şeyhmus Diken'e aitse tanır bilirler. Daha çok kent kültürü ve kent kimliğini eşeleyen merak eden, üzerine hikâyeler bina eden bir edebi yazış biçimi diyelim. Yaşarken, tanık olunurken, dinlerken, okurken, titizce kılı kırk yararak araştırırken yazılan metinlerledir işim kârım. Bazen üç-beş sayfalık bir deneme onlarca kişiyle konuşulup bir dolu metin taraması yapılarak belki de bir ayda yazılır. Ama sonuç da öyle bir iş ortaya çıkar ki bir kitap boyutunda anlatılacak hikâye kimilerine göre kısacık bir denemede okurla buluşmuş olur. İşte o, insana ve mekânlara değen/dokunan metinleri yazarken hep ileride bir araya getirilip kitap olacak metinler manzumesi olarak yazarım. Sonra da o metinler derlenip toplanıp kitap olunca meram hâsıl olmuş olur. Okur dediğiniz işte bu metinleri merak saikıyla takip eden ve okuyandır. Metnini titizlikle yazdın mı her hâl û kârda okuruyla buluşuyor.
"Entelektüel birikim anlamında hayli sığlaştık"
Özellikle Diyarbakır'a projektör tutup coğrafyamızın sanat ve edebiyata yaklaşımını düşünsel/kültürel hayatı (aydınları, sanatçıları ve siyasetçileri...) hakkında neler söylenebilir?
Diyarbakır, salt şimdi değil! Osmanlı'dan bu yana sanatçısı, edebiyatçısı, aydını-münevveri zengin bir şehir. Edebi zenginliği açısından hayli güçlü bir arka planı var. Ekol yaratmış ve ekol olarak kendini kabul ettirmiş bir şehir. Takdir edilmeli ki ülke siyasetinde çok partili döneme geçildikten sonra siyaset hayli sığ zeminlerde yürünmesi nedeniyle başta Diyarbakır olmak üzere bölge şehirleri hayli güç kaybetti. Bu güç kaybı salt ticari-ekonomik alanda olmadı. Entelektüel birikim anlamında da hayli sığlaştık. Kırsaldan kentlere zorunlu ve hayli yüklü insan göçü yaşandı yakın on yıllar boyunca. Kentler, adeta taammüden göç tahakkümü altına girdi. Üstelik bu göçle gelenler alabildiğine yaşam alışkanlıkları ile geldiler. Geldiklerinde ellerinde avuçlarında hemen hiçbir şeyleri kalmamıştı artık, bir sığıntı gibiydiler ve canlarını kurtarma pahasına tutunmaya çalışmışlardı kentlere.
İkinci kuşak göç çocukları
Kent yaşamı bu zorunlu mecburi göççü yeni hemşehrilerle bir süre sonra tanıştı. Zaman içinde şehirlerin yeni sahipleri oldu bu göç yorgunu ve artık sakini hemşehriler. Ticaret de siyaset de artık bu yeni sakinler üzerinden kendini ifade etmeye başladı. Bugün Diyarbakır'da siyasal partilerin tümünün yönetim kademelerine bakın, ticaret yapan ya da sanayi yatırımı yapan kesimlere bakın neredeyse tümü son kırk yıldır kente mecburen gelmiş ikinci kuşak göç çocuklarının artık orta yaşa dayanmış şahsiyetleridir.
İşte artık şehir bu yeni popülasyon üzerinden kendini ifade ediyor. Bunu öyle ezberler üzerinden değil, yaşayarak, görerek, deneyimleyerek ve okuyarak kavramak, anlamak gerektiği kanısındayım. Aydın, sanatçı, yazar dediklerimiz de işte tam da bu realitenin içinden varlık, vücut buluyor. Bu varoluş üzerinden edebi ya da sanatsal ürününü, eserini ilgilisine sunuyor. Bu yeni bir hâl mi? Evet, bir büyük üstadın dediği gibi, "Eski hâl muhal! Ya yeni hâl, ya da izmihlâl." Ha! Bütün bunların dışında kenarda köşede inadına varlığını sürdürmeye çabalayan işlenmiş bir bazalt taş misali kendini anlatmaya çalışanlar da var elbette. Olacak da. Ben artık şunun farkındayım: Birlikte var olacak, birlikte yaşayacağız. Geldiler, bizim kente dair yaşam alanımızı daralttılar, zora soktular demeyeceğiz. Gelenler de 'bir an önce bunların ipini çekelim, zaten az kalmış bu şehir çocukları' demeyecek. Birlikte yeni bir dünya kurulacak. Birbirini tanıyarak, anlayarak, dokunarak, hissederek özgürlük-eşitlik-dostluk-hemşehrilik bilinci üzerinden kurulu bir yeni dünya...
Dünyayı kasıp kavuran COVID-19 pandemi sürecini nasıl okuyorsunuz? Bu netameli dönemin sonunda insanlığı ne/ler bekliyor?
COVID-19 mevzusu dünyayı yeniden hizaya getirmenin dünya ölçeğinde bir tezgâhı olarak okunmalı. Deneysel bir uygulamaydı, başarılı olundu. Her bir işin, ilişkinin iki parmakla, dokunmakla olabilirliğinin mümkünatını insanlığa dayatması üzerine kurulu bir "yeni dünya düzeni." Dijital teknolojinin artık her yaştan insan için zorunluluk olduğu gerçekliğinin ısrarı ve kabulü gibi. Zenginlik ve açgözlülüğün sınır, kural, vicdan ve ahlak tanımazlığı bir yanda. Üstelik çok ama çok küçük bir azınlığın elinde. Öte yanda ise devasa boyutlarda büyük yoksulluk pençesindeki "büyük insanlık." Aç ve açıktalar. Alabildiğine açlar ve maalesef çözüm üretemiyorlar âdeta bir kurtarıcı bekliyorlar. Aslında çözümün kendi ellerinde olduğunun farkında olmadan kendileri dışında birilerinin kurtarıcı olacağı beklentisi içindeler. "Kötülüğün Sıradanlığı"nın gündelik hayatlara farklı senaryolarla her gün yeniden ve bir daha yeniden yaşanan versiyonları...
İleriye dönük projeleriniz nelerdir?
Hemen yarından sonrası için bu röportajın başında ifade ettiğim gibi varlık sebebim olan yazmakta ısrardan asla vaz geçmemek. Yazmak, yazmak ve yine yazmak... Çünkü söz ağızdan çıktıktan, dilden döküldükten sonra uçup-kaçıp giden anında kendini tüketen bir şey. Yazı ise aslolan, geleceğe kalan. Kalacak olan yazılana selama durarak...
(MA/AÖ)