Boğaziçi Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü'nden Yrd. Doç. Dr. Seda Altuğ'un Barış İçin Akademisyenler'in "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 23. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
Sayın mahkeme heyeti,
Savcılık iddianamesi beni 11 Ocak 2016 tarihinde kamuoyuyla paylaşılan “Bu Suça Ortak Olmayacağız” barış bildirisini imzalamam sebebiyle terör örgütü propagandası yapmakla itham etmekte.
Öncelikle Savcılığın şahsıma isnat ettiği bu iddiayı reddediyorum ve kısaca hangi sebeplerle bu metni imzaladığımı anlatmak istiyorum.
Yüzlerce arkadaş ve farklı disiplinlerden meslektaşlarım farklı mahkeme salonlarında bu iddianameye yönelik eleştirilerini ve barış bildirisini imzalama nedenlerini ifade ettiler, etmeye devam ediyorlar. Bir nevi hakikat kütüğü haline gelen bu arşive ben de kendi ilavemi yapmak istiyorum.
Ben bu bildiriyi 2015 yılında Barış Sürecinin akamete uğramasını takiben Varto, Yüksekova, Diyarbakır Sur, Silvan, Cizre, Silopi, Nusaybin ve İdil ilçelerinde yaşanan çatışma ortamında meydana gelen yıkıma son verilmesi ve silahlı çatışmanın yerini birkaç ay öncesinde olduğu gibi siyasi müzakereye bırakması talepleriyle imzaladım.
2015 yılı ertesinde bahsettiğim yerleşim yerlerini de aşan ve gittikçe derinleşen şiddet ortamına son verilmesi talebimin ve aynı şekilde insanların huzurlu ve haysiyetli bir yaşam hakkına duyduğum inancımın dayanak noktası mesleki etik ve sorumluluktur.
Ben bu bildiriyi imzalayarak devlete ihmal ettiği sorumluluklarını hatırlattım ve barış talep ettim. Bunun da suç olmadığını düşünüyorum.
Türkiye Cumhuriyetinin yapısal sorunlarından biri olan Kürt meselesine yönelik barış süreci sonrası gelişen hâkim yönetim vatandaşlarına karşı olan sorumluluklarını maalesef yerine getirmemiştir.
Sokağa çıkma yasakları süresince onların can ve mal güvenliğini; eğitim ve sağlık ihtiyaçlarını karşılayamamıştır. Çok sayıda genç, yaşlı, çocuk, kadın, erkek hayatını kaybetmiş büyük mağduriyetler yaşamışlardır.
Bu tür hatırlatıcı çağrılar maalesef bugün de, tarihte de yöneticiler tarafından hep tedirginlik ve şüpheyle karşılanmıştır. Bununla birlikte muhalif fikirler, yapılar ve bu fikir sahipleri ile baş etme şekli bastırma, biat ettirme veya ortadaki durumu inkar etme olmamalıdır.
Modern Suriye sosyal tarihi üzerine çalışmış birisi olarak bizzat akademik çalışmalarımdan gördüğüm şey, böylesi bir idare etme yönteminin aslında, meseleyi halletmekten ziyade hakikati muğlaklaştırarak âdil bir çözümü ertelediğidir.
Aynı tarihe baktığımda diyebilirim ki anlaşmazlıkların görmezden gelinmesi, meselenin aşıldığı veya yok olduğu anlamına gelmemektedir. Türkiye tarihinde de bunun örneklerini görebiliriz.
Çalışmalarımdan öğrendiğim bir diğer şeyi bir şairin sözleriyle ifade edecek olursam “birileri kırılıp, öldürülünce hiçbir dağda menekşelerin çoğalmadığı”dır.
Bilakis, adil bir şekilde halledilmemiş çatışmalar toplumda farklı tür şiddetlerin yaygınlaşmasına sebep olurlar. Bu şiddete maruz kalan toplumsal kesimleri korkuya veya aşırı cesarete mahkum ederler. Toplumsal ilişkilerde esas olması gereken eşitliğin yerini nefret ve üstünlük duygularının almasına yol açarlar.
Benim bildiriyi imzalama saiklerimden birisi de tahakküm içeren bu tür toplumsal ilişkilerin yerini eşitliğin alması ve Türkiye’de zaten kırılgan olan toplumsal barışın gelişmesi için gerekli adımların atılması idi.
Kısacası, ben barış bildirisini barış sürecinin bitişini takiben başlayan çatışma ortamına karşı adil, eşit ve onurlu bir yaşamın kimlik ve görüşlerinden bağımsız her insanın hakkı olduğuna inandığım için imzaladım.
Böylesi bir barış ortamının tesis edilmesi çağrısıyla imzamı attım. Mesleki etik ve sorumluluk duygularımın bu imzadaki payı esastır.
Bu fiilimin düşünce özgürlüğü çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum ve beraatimi talep ediyorum. (SA/TP)