İstikrar ve sürekliliğin başlı başına ve tüm özgürlüklerin, hakların ve katılımın üstünde bir değer olarak göründüğü bir ülkede, hükümeti kimin kuracağının seçim sandıklarının kapanmasından beş dakika sonra kesinleşmemesi, istendiği kadar kaos olarak nitelensin bu Almanya'daki durumun gerçekten vahim değil, sadece alışılmamış olduğu anlamına gelir.
Aslında 1999'dan beri Almanya'da "Büyük Koalisyon" var
55 yıllık Federal Almanya Cumhuriyeti tarihinde ancak bir kez, 1998'de Sosyal Demokratlar Yeşillerle birlikte hükümeti devraldıklarında, yepyeni bir iktidar kurulmuş, bunca zaman içinde topu topu sadece üç defa hükümet değişimi yaşanmıştır: Bundan öncekilerde 1969'da Sosyal Demokrat Parti (SPD) muhafazakar Hıristiyan Demokratik Birlik (CDU) ile oluşturduğu koalisyonu bozup, liberal Hür Demokrat Parti (FDP) ile hükümet kurmuş, 1982'de de FDP o koalisyondan ayrılıp CDU ile yeni bir hükümet kurmuştu.
Şu anki "kargaşa" da aslında tek bir konudan ibaret: Her iki büyük partinin de hükümeti kurma hakkının kendilerinde olduğunu iddia etmeleri. Ama ikisi de aslında mağlup olan taraflar ne kadar galibiyetleriyle övünseler, Gerhard Schröder seçim akşamı "tek bir şansölye var, o da benim" adlı programıyla televizyon izleyicilerini eğlendirse, Angela Merkel başbakanlıktan taviz vermeyeceğinde ısrar etse de, bu sorunlar aşılacak, muhtemelen Schröder ve Merkel kapsamayan bir çözüm bulunacaktır.
"Büyük koalisyon" olarak adlandırılan böylesi bir koalisyon zaten 1999'da SPD-Yeşil hükümetinin Eyalet Meclislerindeki çoğunluğunu yitirmesinden bu yana, yıllardır, ülkeyi fiilen yönetiyor. Federal Meclis onayı gerektiren tüm yasalar ve yasal değişiklikler -ki bu hemen tüm iç siyasal mevzular için geçerlidir- iki taraf arasındaki uzlaşmalarla karalaştırılmıştır. Başbakanlığın bir partiden diğerine geçmesi bile, yepyeni bir iç politika düzenlemesine yol açmayacaktır.
Fakir çocuklarını dişlerine bakarak biliyoruz
Peki, mevcut politika nedir? Geçen yedi yılda SPD önderliğindeki hükümet, çalışanlara ve dar gelirlilere yönelik benzeri görülmemiş bir yoksullaştırma politikası sürdürdü.
Kamuoyunda "Hartz yasaları" olarak bilinen sosyal kısıtlamamalar, zenginler ve sermaye lehine vergi indirimleri ve diğer reformlar, sosyal devletin "yeniden yapılanması" yani, adım ortadan kaldırılması ve özelleştirilmesi, sendikaların meşruiyetinin yıpratılması -işte kızıl-yeşil hükümetin sosyal politika bilançosu. Kimin fakir çocuğu olduğunu bir kez daha dişlerine bakarak bilebiliyoruz artık.
Tabii sosyal devlet henüz tümüyle ortadan kaldırılmadı. İşçiler ve sermaye arasındaki dengeler tümden bozulmadı. İşçilerin söz hakları yerinde duruyor, toplu sözleşme sistemi yıprandıysa da iptal edilmedi, sosyal güvenlik sistemleri tamamen özelleştirilmedi, geliri ne olursa olsun herkes tek ve düşük oranlı gelir vergisine henüz tabi tutulmadı.
Fakat izlenen reformların mantığı, bu politikanın devam etmesini gerektiriyor. Bunun sonuçlarını görebilmek için, kahin olmak da gerekmiyor: İşsizlik artacak, çalışanlar gitgide yoksullaşacak, işsizler ise sefilleşecek. Geniş toplumsal kesimlerim alım güçlerinin düşmesiyle de iç pazar daralacak, yeni "reformlar" istenecek ve uygulanacaktır.
Alman işçisi devletini sever: Sosyal çelişkiler sertleşmez
Ancak Almanya'daki sosyal çelişkilerin zorunlu olarak sertleşeceği, bu çelişkilerin açıkça ortaya çıkacağı beklenmemeli. İtalya, Fransa, İngiltere, Yunanistan gibi ülkelerde sınıf çatışkılar açıkça ve sert biçimde yaşanır ve bir tarafın üstün gelmesiyle sonuçlanırken, Almanya'da bu böyle olmaz, her şeye rağmen hem sermaye, hem emek, faşizmden miras kalan dengeci ve uzlaşmacı bir anlayışa sahiptir.
Bu sadece toplumsal kesimlerin temsilcileri için geçerli değil. Bireyin çıkarının toplumun çıkarının arkasından gelmesi gerektiğini, bu bütünlük için herkesin fedâkarlıklarda bulunmak mecburiyetinde olduğunu, bütünü yaşatmak omuza omuza çalışılması icap ettiğini hiç kimse, Alman emekçilerinden daha fazla içselleştirmemiştir.
Alman emekçiler toplumsal refahın ancak ve ancak uluslararası rekabet gücü korunarak, yatırım koşulları kolaylaştırılarak, sosyal devlet "yeniden yapılandırarak", herkesin daha mütevazı davranmasıyla korunacağını da kuvvetle savunur. Sermayenin bu ulusal davada üzerine düşen payı üstlenmediği yargısı -tepki ve rahatsızlık doğurabilir, ama bu tepkiler özünde antikapitalist değil, ulusalcıdır.
Seçimler zaten bu reform politikanın sürdürülüp sürdürülmemesi hakkında bir oylama değildi, iki ayrı alternatif arasında bir tercih yapmak gibi bir durum yoktu. Ayrışımlar sadece bu "reformların" hızı, sertliği ve detayları konusundaydı. Sonuç olarak iki büyük partinin ittifak kurmaları bu alternatifsizliğin belki de en iyi tezahürüdür.
Demokrasi ne işe yarar?
Asıl sorulması gereken şu: Yaşam standartları düşen, ücretleri azalan, emeklilik sigortasındaki güvenceleri elerinden alınan, sağlık hizmetlerinden yararlanmaları bir lüks haline gelen insanlar ne yaptılar? Yoğun tepkisel oy mu kullandılar? Hiç değilse seçimden uzak mı kaldılar? "Biz onların umurunda değilsek, onlarda bizim umurumuzda değil" mi dediler?
Yüzde 80'e yaklaşan bir katılım bunun böyle olmadığını gösteriyor. Ne son yıllarda hayatlarını zorlaşmasından sorumlu olan partileri cezalandırdılar, ne yoksullarla biraz daha fazla ilgileneceğini vaat eden partiye yüksek oranda destek verdiler, ne de insanların keselerine daha acımasızca el uzatacağını açıkça beyan etmekle övünen partiyi hiçe saydılar.
Daha geçen yaz sokaklara "Hartz reformları"na karşı sokaklara dökülen kitlelere ne oldu? Yanıt basit: Öfkeli yurttaşlar seçimlere katılmaya karar verdiler. Oylarını saygıdeğer ve güvenilir yurttaşlar olarak kullandılar ve hoş görmedikleri politikaları sürdürmekte kararlı olan partileri tercih ettirler.
Görünen o ki, diğer batı ülkelerden farklı olarak, Almanya'daki "white trash" (yoksul beyazlar) bile üzerlerine düşen sorumluğunun bilincinde. Özgür, eşit ve gizli bir seçimde, bundan sonra da kendilerini ezecek politikacılara yetki verdiler. Hepsi bu. Ama demokrasinin işlevi de bu değil mi: Belli iktidar ve tahakküm programlarına destek, onay ve meşruiyet sağlamak.
Sol Parti: "Sıkıntılı günde vatanın iyi kulu"
Sol Partinin işlevi işte tam da burada. Bu partinin esas başarısı, toplumsal tepki daha kıvılcım halindeyken, tepkiyi bünyesine bağlaması, kendisini hareketin yerine koyması, tepkiyi yönlendirmesi ve parlamenter düzene entegre etmesi. Toplumsal bir tabana da sahip olan bu partinin üzerine düşen sorumluluktan kaçacağını kimse sanmasın.
Sol partinin içindeki Demokratik Sosyalizm Partisi (PDS), Berlin ve Mecklenburg-Vorpommern eyaletlerinde her türlü sosyal kısıtlamaya razı olduğunu yıllardır kanıtlıyor. Yeter ki birileri istesin. August Bebel'in Birinci Dünya Savaşı öncesinde söylediği söz geçerliliğini kaybetmedi:"Sıkıntılı günlerde, vatanın en fakir evlatları, vatanın en iyi kulları olacaktır."
Sol Parti Doğu Almanya'da yüzde 25 civarında oy alarak orada ikinci parti olması sayesinde Almanya genelinde toplam yüzde 8,7 oy alabildi, Batı'da ise yüzde 5 barajının altında kaldı.
Sol Parti'nin doğudaki ağırlığı, bir sol parti olmaktan çok, "doğulu" bir kimlik taşımasından kaynaklanıyor. İkinci sınıf Alman (ikinci sınıf yurttaş değil) muamelesine tabii tutulduklarına inanan Doğu Almanların partisi olarak görülüyor. Doğu Almanya'nın bir çok yöresi zaten bu yüzden, bu yönde herhangi bir gerginlik yaşanmaksızın hem solun kalesi, hem de Nazilerin kurtarılmış bölgeleri olabiliyor.
Fischer:"Yeşil dış politikası yok Alman dış politikası var!"
Şu halde seçimlerle böylesi mutsuzlaştırılan insanlar niçin her seferinde bu oyuna katılıyor? Belki de söz hakkı ve katılım olmaksızın hiç olmazsa vatanlarına, Almanya'yı, güçlü ve inanılır bir yönetim personeli sunma keyfi yaşıyorlar. Bu personeli hak etmediklerini de kimse söylemesin.
İç politika önemli bir değişim yaşanmaması, dış politika için de geçerli mi? İlk görünüş böyle gözükmeyebilir, iç politika konularından farklı olarak dış politikada eyaletlerin söz hakkı yok. Bu yüzden CDU'nun hükümet ortağı olması gerçekten de bir yenilik olacak. Ama Türkiye'de Avrupa Birliği konusundan dolayı bu kadar merakla izlenen Almanya seçimlerinin çok da belirleyici olduğunu düşünmüyorum.
1998'de daha seçim akşamı Joschka Fischer'e, kendisine "Yeşillerin dış politikası nasıl olacaktır" diye sorulduğunda, belki bütün siyasi hayatının en doğru lafını söylemiştir: "Yeşil dış politikası yoktur, Alman dış politikası vardır."
Türkiye'nin AB'ye alınması konusunda Almanya'nın tavrı değişirse, bu hükümetin Sosyal Demokratlar'dan Muhafazakarlara geçmesinden çok, Almanya'nın çıkarlarında bir değişimin ürünü olur ama bu bütünüyle ayrı bir meseledir. (DY/EK)