Seçimin ana gövdesini “ekonomik kriz”in oluşturacağına dair genel bir kanı söz konusuydu. Fakat sonuçlar, bu durumun iktidarı beklenildiği kadar yaralamadığını gösterdi.
Xavier Üniversitesi’nden Doç. Dr. Utku Balaban bundan bir sene önce Twitter hesabından paylaştığı verilerde, istihdamda yaşanan büyümeye dikkat çekmiş, seçim sonuçlarına dair öngörülerde bulunmuştu.
Balaban ile vuku bulan öngörülerini, ittifak siyasetini, işçi sınıfı ile küçük burjuva ilişkisini ve Cumhurbaşkanlığı ikinci turunda izlenilmesi gereken politikanın içeriğini konuştuk.
Genel olarak anket şirketleri Millet İttifakı’nın adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nu önde gösterirken, muhalefette de seçimi ilk turda alabileceğine dair güçlü bir heyecan belirmişti. Birinci turda ortaya çıkan sonuç bize neler söylüyor?
Bana kalırsa ilk tur neticesinin bize gösterdiği en önemli sonuç, ittifak siyaseti stratejisinin kısıtlarının ve kırılganlığının artık anlaşılması. Bu hususta üç temel noktaya değinmek istiyorum.
Birincisi anket meselesi. Öncelikli olarak ben anketlerin yanıldığını düşünmüyorum. Belirli sapmalar her zaman olabiliyor. Neticede her durumda Cumhur İttifakı’nın asgari düzeyde yüzde 40-45 aralığında oy alacağı tahmin ediliyordu. Burada üzerine düşünülmesi gereken durum Cumhur İttifakı’nın halen nasıl bu denli oy alabildiğidir.
Bir diğeri ise ittifak siyasetinin kırılganlığı meselesi. İttifak stratejisi hem Cumhur İttifakı’ndan çekebildiği oy oranının düşüklüğünden hem de vaat, aday, aday belirleme, kampanya, seçim güvenliği gibi konular bakımından başarısızlığa uğradı. Hem Cumhur İttifakı’ndan istediği oranda oy çekemedi hem de seçim sürecine giderken atılması gereken adımları atamadı. Sayın Kılıçdaroğlu ikinci turu göğüslese bile bu sonucu savunabiliriz diye düşünüyorum. Bu ittifak siyasetinin özü itibariyle başarısızlığa uğradığını vurgulamamız gerekiyor.
“Temel sorunu şu anda tartışmalıyız”
Peki bunun önemi nedir? Önümüzdeki hafta bir seçim varken bunu konuşmak anlamlı mı? Muhalif kanada oy veren çok sayıda sol eğilimli seçmen var. Bu seçmen kitlesi şu anda gelecek kaygısı endişesiyle oy veriyor. Bu kitle önümüzdeki günlerde çeşitli şekillerde manipüle edilebilir ve sandığa gitme oranında bir düşme gerçekleşebilir. Dolayısıyla temel sorunu şu anda tartışmalıyız ki sonuç ne olursa olsun, sol ya da demokrat cenah için bir fırsat penceresi açıldığını görebilelim. Sandığa bu insanlar endişeli değil umutla gitsinler. Bu sayede en azından sandığa katılım oranını koruyabilelim.
“Umuda kapılan seçmen”
Ekonomik krizin seçim sonuçları üzerinde büyük bir etki yaratacağı düşüncesi hakimdi. Muhalif seçmende böylesi bir umut vardı. Fakat beklenen etkiyi yaratmadığını gördük. Bunu neye bağlıyorsunuz?
“Umuda kapılan seçmen” kimdir? Önce onun üzerinde duralım: Küçük burjuva seçmen. Bir kısmı örneğin kamu görevlisi, öğretmen, bir kısım alt ya da orta düzey bürokrat ya da kısmen kozmopolitan profesyonellerdir. Diğer bir değişle maaşıyla geçinen ve bunun yanında da başka haklara da sahip olan imtiyazlı bir sınıf.
Bu sınıf AKP’nin iktidara geldiği dönem itibariyle son birkaç yıldır ekonomik bir sıkıntı yaşamakta. Ve bu sınıf kendi sorununu toplumun tüm geneline teşmil eden bir yapıya sahip. Yani kendisi için bir sorun söz konusu ise, toplum için de bir sorun vardır. Eğer kendisi için bir sorun yoksa toplum için de her şey mükemmel devam eder.
Dolayısıyla bu sınıfın mensupları son birkaç yıldır siyasete şu gözle baktı: “Biz de etkileniyoruz. Biz de bazı şeylerden mahrum kalıyoruz. Dolayısıyla işçi sınıfı çok daha fazla bu sıkıntıyı yaşıyordur, bu da demektir ki bu durumun seçim sonuçlarına büyük bir etkisi olacak.”
İşçi sınıfı için durum nasıl peki?
İşçi sınıfının pozisyonuna baktığımızda ise başka bir durum söz konusu. Ben birkaç senedir “sürdürülebilir büyüme” kavramına atıfta bulunarak “sürdürülebilir küçülme” kavramını kullanıyorum. Nedir peki bu? İslamcılar genel olarak özellikle son on yıl içerisinde ekonomik büyüme hızının düştüğünü gördüler. Bir yere kadar bu durum onlar açısından sürdürülebilir bir duruma işaret ediyordu.
Farklı konjonktürel etmenleri kullanarak seçmeni kendi lehlerine göre sandığa götürebiliyorlardı. Fakat bir aşamadan sonra, 2015-2016 sonrası diyebiliriz, bunun kendileri açısından sürdürülebilir olmadığının farkına vardılar. O noktadan sonra ise iktidarın stratejik bir tercih yaptığına inanıyorum. Kendilerine en büyük müttefik olarak benim “faburjuvazi” olarak adlandırdığım toplumsal sınıfı gördüler.
Faburjuvazi ile hangi toplumsal yapıyı kastediyorsunuz?
Bu toplumsal sınıfın çekirdeğini ihracata yönelmiş olan imalatçı KOBİ sahipleri oluşturuyor. Çeperinde ise bu KOBİ sahiplerinin Türkiye’ye getirdiği dövizden nemalanan ve ekseriyetle işçi mahallerinde faaliyet gösteren esnaf, küçük müteahhit diyebileceğimiz, apartman sahibi insanlar oluşturuyor.
“Yüksek enflasyon, düşük ücret, istihdam”
Bu aşamadan sonra amaç bu toplumsal sınıfın bekasını kurtarabilmek. Çünkü bu sınıfın iki ana temel işlevi var: “Fiilen ekonominin dönmesi ve istihdam sağlama yoluyla işçi sınıfının kontrol altında tutulmasına yardımcı olmak.” Faburjuvazinin bekasını sağlamanın temel koşulu ise yüksek enflasyon, düşük ücretler ve bol istihdam. Onun içinse atmaları gereken adım, birçokları tarafından çeşitli nedenlerle irrasyonel bulunsa da düşük faiz politikasıdır. Bu politika ile bilerek ve isteyerek ücretler dolar seviyesinde kademeli olarak düşürüldü.
2020, 2021 ve 2022 yıllarında muazzam bir istihdam yaratıldı. Böylece işçi sınıfından muhtemel kaçışların kısmen de olsa önüne geçilmiş oldu. Böylece mahalle ölçeğinde işçi sınıfının kültürel olarak anlam dünyası açısından kontrol altına alınabilmesi, mahallelerin bir yankı odası halinde tutulabilmesi de sağlandı.
“İnsanlar haneye giren rakama bakıyor”
AKP’nin özellikle 2015-2016 sonrası yönelimi, ücretlerin düşürülmesine rağmen istihdamın arttırılmasıydı. Bu durumun işçi sınıfında büyük bir tepkiye yol açacağı düşünüldü.
Fakat ben bir sene önce de belirtmiştim: Asgari ücret 400 dolardan, 300 dolara inmiş, yüzde 25’lik bir küçülme söz konusu ama istihdamda yüzde 10’lara varan bir istihdam söz konusu. Bir yönüyle bakıldığında birçok haneye daha fazla maaş giriyor, girmediği durumlarda ise böyle bir olasılığın varlığı değerlendiriliyor. Diyelim ki maaşınız 400 dolarken kiranızı ya da ev kredinizi ödeyebiliyordunuz, karnınızı doyurabiliyordunuz, belki sene de bir iki sefer mangal yapıyordunuz ve hatta belki çocuğunuzu evlendirebiliyordunuz. Zaten isçi sınıfı 40 seneden fazladır böyle bir minimal yaşama alıştırılmış.
Şimdi bir miktar bir düşme söz konusu. Peki çözüm ne olabilir? Çalışmayan çocuğunuzu işgücüne dahil etmek. Her şey iki katı pahalanmış buna karşılık ücret artışları yüzde 20’lerde. Ama sosyalist fikriyatın güçlü olmadığı bir siyasi zeminde insanlar öncelikli olarak ne kadar sömürüldüklerine değil aldıkları ücrete, haneye giren rakama bakıyorlar. Dolayısıyla kendisini muhalefet olarak adlandıran kesimler, bu tablonun ötesinde herhangi bir sistematik vaatte bulunmadığı bir durumda, sizin ister istemez ilk düşüneceğiniz şey “evet ücretlerde bir azalma var ama akabinde bakıyoruz ki iş de var. Ben bu sürecin devam etmesi yönünde oyumu veririm.”
Çünkü eğer ola ki bir istikrarsızlık durumu yaşanırsa, küçük burjuvazinin böyle bir durumda yaşayabileceği en büyük sıkıntı belli bir süre daha bazı imtiyazlarından vazgeçmek olur. Ama işçi sınıfının yaşayacağı sıkıntı bunun çok daha ötesinde olur. Dolayısıyla AKP’nin uyguladığı “sürdürülebilir küçülme stratejisi” işe yaradı.
İstihdamın, işçi sınıfının oy verme davranışını doğrudan etkilediğini söylüyorsunuz….
2002 yılından beri baktığımızda sonuç olarak istihdamın artışındaki azalma ve artışa göre AKP’nin oy oranlarında kaba da olsa bir örtüşme var. Elbette tek etmen bu değildir, fakat bu örtüşmeyi önemsemek gerekir diye düşünüyorum.
Örneğin; 2019 seçimlerinden önceki iki sene istihdamda ciddi bir küçülme var. 2019 yerel seçimlerine baktığımızda İstanbul ve Ankara’da muhalefet lehine bir başarı söz konusu. Dolayısıyla istihdamda İslamcıların sürdürülebilir küçülme stratejisi, onların istediği gibi sonuçlanmasaydı işçi sınıfı içerisinde bir tür kopuş yaşanabilirdi. Böyle bir kopuş yaşanmasa bile sandığa gitme noktasında bir isteksizlik doğacaktı. Az önce vurguladığım gibi işini koruyabilen, çocuğuna bir iş bulabilen bir hane, kerhen gitmek yerine şevkle gitti sandığa. Onlar için hayat memat meselesi olan bir konuda gidip oy atmak, belli bir süre içinde olsa konumunu korumuş olmak anlamına geliyor.
“Yoksullaşma süreci devam edecek”
Yoksullaşma sürecininim derinleşebileceğini söyleyebilir miyiz?
İşçi sınıfının yoksullaşma sürecinin devam edebileceğini öngörebiliriz. Şimdi buradaki en temel soru bana kalırsa zamanlama. Bu yoksullaşma birkaç sene içerisinde işçi sınıfının kolektif direnciyle karşılaşmadan devam ederse, maalesef işçi sınıfı bu durumu içselleştirebilir.
Yani 400 dolardan 250 dolara, 300 dolara inen bir asgari ücretle yaşamayı kabullenebilir. Öte taraftan bu yoksullaşma sürecinin bir iki yıl içerisinde işçi sınıfı için potansiyel bir etki yaratması ihtimali de söz konusu. Bu sınıfı temsil eden partiler, hareketler bu tür bir momenti yakalamak için belirli stratejiler geliştirebilir ve uygulayabilirlerse belki de şuanki mevcut kilitlenmeden son derece önemli bir sonuç çıkabilir.
Fakat tekrar uyarmam gerekirse vakit gerçekten sınırlı. Bu mevcut iktidar yapısı aynen devam eder ve işçiler bu yoksullaşma sürecine alışırsa eldeki önemli bir fırsat da kaçmış olacak. Parlamento dağılımı bu açıdan önemli. Burada kritik olarak iki parti öne çıkıyor: HDP/YSP ve TİP. İkincin turun sonucu ne olursa olsun, sosyalizm fikrine yakın bu partilerin temsilcileri bu noktaya yönelik aktif ve genişletilmiş bir strateji oluştururlarsa meclisi çok ciddi bir platform olarak kullanabilirler. Meclisteki tek gerçek alternatif parti olarak kalmaları, İslamcıların 1980 ve 1990’lardaki hali gibi, “hepsi sistem partisi biz farklı bir yerdeyiz” algısı oluşturmaları gerekiyor.
Vaat ya da halkçı bir söylemle değil, hakiki bir sistem değişikliği talebiyle gittikleri zaman genç kuşak bu talebi olumlayabilir. Çünkü bu genç kuşak çok kötü bir sistemin içerisine doğdu, kötü bir dönem yaşıyor, radikal bir değişiklik fikri bu kuşağın gözünü korkutmayabilir.
“Küçük burjuvazinin toplumsal narsisizmi”
Küçük burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki ilişkiyi nasıl tanımlayabiliriz?
Küçük burjuvazinin on yıllardır devam eden ve rahatsız edici bir boyuta ulaşan toplumsal narsisizmiyle karşı karşıyayız. Bu toplumsal narsisizm halinden bu sınıfın sola yakın mensupları çıkmadığı sürece işimiz daha güç. Çeşitli konulardaki siyasi tutumlarıyla sınıf çıkarları arasında nasıl bir örtüşme ya da ayrışma olduğuna dair bir muhasebe yapmaları gerekiyor.
Bu narsisizm neticesinde küçük burjuvazi ile işçi sınıfı arasında ortaya çıkan ayrışma, tencerenin yoksullaşma ve artan sömürü oranıyla kaynadığı gerçeğinin ıskalanmasına yol açıyor. Dolayısıyla bu durum doğru bir strateji geliştirilmesi yönünde bir talep de bulunulmasının da önüne geçiyor.
Ayrıca samimi olmayan tepedenci durumu iliklerine kadar hisseden işçi sınıfı küçük burjuvaziye en basitinden güvensizlikle bakıyor. Kendilerine yönelen yaklaşımın neredeyse nefrete varan negatif bir tutum olduğunu görüyor. “Bu işçi sınıfıyla bu ülke bir yere gidemez” yaklaşımı gibi.
“İttifak siyaseti yerine tabanı genişletme”
İttifak siyasetinin kırılganlığından bahsettiniz, bu strateji yerine nasıl bir yol izlenebilirdi?
Eğer sayınKılıçdaroğlu 13 yıl boyunca, ittifak siyaseti üzerine çalışmak yerine CHP’nin tabanını genişletme yönünde bir çaba sergileseydi daha farklı bir noktada olunabilirdi. 13 yıl yarım bir kuşak eder. Yani 13 yıl önce 5 yaşında olan bir çocuk, bugün oy kullanma yaşına geldi. Israrla Kürt siyasetini dışarıda bırakmak yerine, kısa süreli HEP deneyiminde olduğu gibi, birlikte hareket etseydi, belki yine birkaç seçimi kaybederdi.
Ama bana kalırsa bunun meyvesi şimdi alınmış olurdu. Benzer şekilde Alevi olduğunu 13 yıl önce söyleseydi, bugün bir tabu olmaktan çıkardı. Ben tabii burada alternatif bir perspektifi vurgulamaya çalışıyorum. Böyle bir perspektifle devam edilseydi elbette bunları konuşmuyor olacaktık. Dolayısıyla birçok negatif gelişmenin de önünü açtı bu ittifak stratejisi.
Muhalefetin ikinci turda milliyetçi söyleme daha çok sarılması ve mülteci karşıtlığını bu söylemin merkezine yerleştirmesi ne getirir?
İktidarın sunduğu çok açık bir şey var: Mevcut sürece devam ediyor olabilmesi. Diğer taraf ise buna alternatif bir yapı sunmak yerine, aynı şeyi biz devam ettireceğiz diyor kabaca. Seçmenin önemli bir kısmı da diyor ki devam ettirene verelim o zaman.
Milliyetçiliğin muhalefete seçimi kaybettirdiği fikrinde mantıki ve ampirik hatalar var. Sayın Kılıçdaroğlu’nun milliyetçi söylemi yükselten ve mülteci karşıtlığını arttıran söyleme devam etmesinin bir fayda sağlayacağı görüşünde değilim. Hem aritmetik olarak hem de ittifak siyasetinin birinci turda aldığı sonuç bakımından böyle düşünüyorum.
Eğer bu seçimin temel meselesi istihdamsa, muhalefetin işlemesi gereken ana tema, seçim sonrası istihdamdaki daralma riski. Geriye kalan bir haftada bunun konuşulması gerektiğini düşünüyorum.
AKP ve MHP seçmenine şöyle seslenilebilir: “Erdoğan kazanırsa oğlunuz, kızınız işini kaybedebilir. Bunun emaresi var. Battıkça batıyoruz. Bu böyle devam etmeyebilir. Kendinizi 2001 krizinde olduğu gibi sokakta bulabilirsiniz.” (SK/AS)