Oluyorsa, sanırım şöyle düşünüyorlardır: "Bunun da bildiği bir tek şey var. Ne olsa lafı sermayeye getiriyor. Okuyan da İstanbul'u basan selin bile sorumlusu sermaye sanacak. Ne alaka?"
Belki haklılardır da, benim bildiğimi sandığım bir tek şey var, o yüzden kusura bakmayın, evet, İstanbul'u basan selin de sorumlusu sermayedir; onun durmak bilmeyen birikme hareketinin İstanbul'un her yanını kentsel rant alanı haline getirmesidir.
Dahası da var, misal: Neye güzel diyorsunuz? Kapitalizmin güzel diye sattığına.
Berthold Brecht, duraksamadan "Parlak bir estetik biçime sahip olanın yanlış olabileceği bir durumda yaşıyoruz. Güzel olan gerçek kabul edilmemelidir, çünkü gerçek olan güzel kabul edilmemektedir. Güzel olana esasen kuşkuyla bakılmalıdır" diye yazıyordu.
Theodor Adorno'nun da esasen söylediği nedir sanıyorsunuz. Kültür endüstrisine şüpheyle bakıyor ve bir alternatif düşünmeye çağırıyordu. Ya da sitüasyonist Guy Debord, boşuna haykırmamıştı: "İdeolojik ve tüzel görünüşlerindeki tesadüfi farklılıkların dışında, her yere hakim olan tek ve aynı olan, toplum tarafından etiketlenmiş yabancılaşma, totaliter kontrol ve pasif gösterişli tüketimdir. Karşıt bir serbest yaratıcılık projesinden -bu da her insanın kendi hikayelerine her seviyede hakim olması projesidir- haberdar oluşla ortaya çıkan tamamıyla kuşatılmış bir eleştiri olmadan bu toplumun bütünlüğü anlaşılamaz."
Elbette konu dağılmasın: Şimdi Immanuel Wallerstein ne diyor? Tarihsel kapitalizmin bir büyük tarihsel sistem olduğunu ve gerçek değişimin ancak bu tarihsel sistem aşılırsa mümkün olacağını, onun dışında yaşadığımız hemen her şeyin bu sistem içinde bir döngü olduğunu...
Elbette bir Marksist, indirgemeci olmaktan uzak durmalı, olay ve olguların zenginliğini ve birbirleriyle olan ilişkilerinin sonsuza yaklaşan çeşitliliğini farklılıkları içinde de görünür kılabilmelidir.
Ne ki, bunun yegane anahtarı da bütünlük fikridir; kaosçuların bize göstermeye çalıştığı da budur sonuçta, her ilişki bir sistemdir ve sistem anlaşılmadan sistem içi hareketi analiz etmek ve ölçmek/öngörebilmek neredeyse imkansıza yakındır.
Gezegenlerin birbirini çekim yasasını, yasa olarak kurabilen Newton fiziğinin, iklim hareketleri karşısında çaresiz kalması bize tuhaf şekilde aynı şeyi gösterir: Anlamamız gereken, iklim hareketlerinin binlerce alt sistemli ilişkiden kurulu bir başka sistemli ilişki olduğudur.
Kasırga bir kez açığa çıktığında ne olacağını kestirmek mümkündür ama ne zaman kasırga çıkacağı hala sadece bir tahmindir. Kaos bilimi geliştikçe, tahmin olmaktan çıkacaktır şüphesiz.
Toplum
Fakat biz insan teklerinden kurulu toplumda öngörü, tahmin olmaktan öteye neredeyse hiçbir zaman geçemeyecektir.
Çünkü her insan başka bir ilişkidir. Her iki insan bambaşka bir ilişki ve bu böyle sürüp gider. Bunu gören Karl Marx, sonuçta açığa çıkan büyük ilişki nedir, diye sormuştu.
Cevabı da hala en geçerli cevap işte: "Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır."
Söz konusu olan kapitalizm olduğunda, bu ilişkilerin bir bütün olarak, yoğunlaşmış bir dizi çelişki olarak somutlaştığı güç, sermayedir. Bu nasıl oluyor da böyle oluyor sorusuna yanıt bulmak isteyen herkes için, verilen yanıtlar yanında, binlerce daha yanıt olduğunu unutmamak elzemdir. Bir yanıt yoktur, zira, bunu mümkün kılan binlerce ilişki vardır açıklanması gereken.
Yine de şu kadarını biliyoruz; kapitalizmin tarihi, ister Marx gibi yazın, ister Braudel gibi, ister Arrighi, ister Carr gibi, isterse de Hobsbawm gibi; anlattığınız, evet insanların kendi hikayesidir, ama kurdukları üretim ilişkilerinin görünür kıldığı bütünlük olarak aynı zamanda sermayenin tarihsel hareketinin hikayesidir.
Marx'ın ömrünü bunu çözümlemeye adayarak yaptığı hiçbir şey değilse, bu tarihten kurtulmak için hangi ilişkilerden kurtulmamız gerektiğini biz sonraki kuşaklar için bir bedahet düzeyinde görünür kılmak oldu.
Kurtulunması gereken sermaye adını verdiğimiz, tarihsel ve toplumsal ilişkidir. Umarım, sermayeyi böyle bir ilişki olarak değil de, karşılığı toplumsal zenginlik olan nötr bir kavram olarak algılayan "biz"den birilerine denk gelmem.
Ama onlar bile, en azından sömürü ilişkisi olmadan sermayenin olamayacağını, burjuvazi ve proletarya olmadan sermaye toplumsal ilişkisinin yeniden üretilemeyeceğini kabul edecektir. Genel çevrim yasası, esasen bütün bunları içeren bir yeniden üretim şeması değilse nedir?
Ben gene politik olandan devam edeyim, bu kalkınmacılık belası, sermayeye dair bu tür nötr algılardan türememiş midir? Bir siyasal kurtuluş programı olarak sosyalizmin doğa-sermaye ilişkisinde, doğa-insan ilişkisini esas alan -insanın kurtuluşunu da doğaya bağlayan- taleplerle buluşmasının bu kadar gecikmesinin arkasında bu anlayış yok mudur?
Neyse uzar; sadece not düşeyim, bazı post-Marksistler gibi derdim ekonomik indirgemecilik eleştirisi yapmak değil...
Ulus-Devlet: Genel Olarak
Şimdi bu ulus-devlet dediğimiz şey de, sonuçta, bir sermaye ilişkisidir. Burada derdimiz devleti, sermayeden türetmek değil elbet; daha basit, ulus-devlet olmasa, aslında diğer tüm insanlar gibi insani varoluşları sermaye tarafından tehdit edilen sermaye hizmetkarları ile bu hizmetkarlarla, sermayeye -bir yeniden üretim şeması içinde düşünürsek, onu kuran ve onun kurduğu bütün ilişkilere- bağımlı kılınmaları gereken bütün bir emekçiler topluluğu arasındaki bağımlılık ilişkisini gözlenebilecek bütün yönleriyle olanaklı kılmak pek de mümkün olmazdı.
Şöyle de söylenebilir: Kapitalist devletin sermaye açısından en önemli işlevi "özel mülkiyet" koruyuculuğudur. Egemen sınıfların çıkarlarını modern devletle kaynaştıran ve böylece nesnel olarak devleti egemen sınıfların devleti kılan, başka bir deyişle toplumsal yeniden üretimin temel öğesi, devletin "özel mülkiyet" koruyuculuğudur.
Devlet sadece bu işlevi görmez elbette; yalın devlet aygıtı başta olmak üzere devlet toplumsal ilişkisi, ekonomik düzeyden ve egemen sınıftan göreli olarak özerkleşir ve tekrar edersek, nesnel olarak toplumsal yeniden üretimin gerçekleşmesine katılırken bir yandan da egemen sınıfı, sınıf olarak örgütler.
Ulus-Devlet: Bugün
Kapitalizmin bugünkü evresinde ulus-devletlerin yeniden işlevlendirildiklerini, ulusaşırı iktidar odaklarının oluştuğunu ve bunların esas olarak iktisadi düzenleme yaptıklarını söyleyebiliriz.
Demek ki, ulus-devletler varlıklarını sürdürmekle birlikte artık işlevlerinde bazı dönüşümler gerçekleşmiştir. Başka bir deyişle, ulus-devletler yeniden işlevlendirilmişlerdir.
Robert Went'in vurguladığı üzere, kapitalizm içerisinde devlet her zaman önemli ekonomik fonksiyonları yerine yetirir- mülkiyet haklarını garanti altına almak, para, ağırlık ve ölçü biriminin standardizasyonu, ekonominin koordinasyonu, girdilerin ekonomik sürece katılmalarını garanti altına almak (işgücü, teknolojik gelişme, altyapı) diğer devletlerle ilişkileri sürdürmek, en sonuncusu fakat en önemsizi olmamak üzere de sosyal uzlaşmayı (buna "disiplin" de diyebiliriz) sağlamak- ancak bunu çeşitli yollarla değişen bir yoğunlukta yapar.
Bugün finansal sermayenin yoğunlaşması ve hareket serbestisinin artmasına rağmen ulusal pazarları ortadan kaldırmamakta, aksine hiyerarşik dünya pazarının eklemlenmesini arttırmaktadır. Dolayısıyla, ulus-devletten, yani işlevlerinden vazgeçilmesi mümkün değildir; bugün çözülen sosyal devlettir, kamu yatırımlarının özelleştirilmesi ve kamusal harcamanın sosyal muhtevasının daraltılması sürecidir.
Ortadan kaybolan devlet retoriği, sosyal harcamalardaki kesintileri, kamu sektörünün sınırlanmasını ve finans piyasalarında oluşan faiz oranlarının mümkün kıldığı tek taraflı kârları meşrulaştırmak amacıyla kullanılan bir ideolojidir.
Bekçi, yasacı ve vergici (sermaye biriktirip kapitaliste transfer eden) ulus-devlet tarih sahnesinden silinmemiştir; en azından emeğin küreselleşmesi karşısında gerekli bir engel olarak vardır. Bugün devletin rolü yeniden tanımlanmakta, azalmamaktadır.
Nihayet: Seçim Tahminim
Türkiye Cumhuriyeti adlı ulus-devlet de, yukarıda anlattığımız gibi bir ulus-devlettir, sonuçta o da bir sermaye ilişkisidir. Parlamento, hükümet, anayasa mahkemesi, kolluk, ordu elbette ayrı ayrı aygıtlardır; toplamda, ulus-devletin yalın aygıtını oluştururlar.
2007 Temmuz seçimlerinde bu yalın aygıtın meşruiyetini sağlayan parlamento yenilenecektir. Ben de isterim, parlamentonun Erbaş'ı bir şair olsun, parlamentoya bir Ufuk gelsin, Meclis Tv'den Baskın bir ses çıksın, bir Türk ile iki kadın Aysel ile Ayla, Kürtler ile Türklerin eşit haklarla bir arada yaşayacağını anayasaya işlesin...
Umarım, hepsi olacak. Olsun diye oy vermek devrimci bir iştir hatta; başta dedim ya, huyum kurusun, benim derdim sermayeyle. Zaten, seçimle sermaye ilişkisinin aşıldığını henüz görmedi tarih, görür mü de bilmem, Chavez'e, Bolivarcı Devrimin kaderine bağlı.
O nedenle bana şimdilik, Leon Duguit'in bile, "ulusal egemenlik" tezini iktidarın kaynağını Tanrı'ya havale eden açıklamayla eşitleyip metafizik olmakla itham ettiğini, tek tek bireylerin toplamından farklı olan ve egemenliğe sahip bir ulus-kişi varsayımına dayandığından, "kralın tanrısal hakkı yerine halkın tanrısal hakkını oturttuğunu", bu da, "teokratik öğretinin ulusal egemenlik öğretisi üzerine doğrudan bir etkisi olduğunu" söylediğini hatırladığımdan, kimse, sermaye ilişkisi parlamentoyla da aşılır dedirtemez. Dedirtemez de, mücadele de uzayda verilmez tabi, bizzat sermaye ilişkisinin, devletin de içinde verilir.
Nihayet, parlamentoya bir Ufuk göndermek iyidir de, benim seçim tahminime göre, her seçimde olduğu gibi bu seçimde de sermaye gene iktidarda kalır.(MBM/EÜ)