Türk Tabipleri Birliği (TTB) eski Merkez Konseyi Başkanı ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) Yönetim Kurulu Üyesi Şebnem Korur Fincancı, 10–17 Aralık İnsan Hakları Haftası kapsamında yaptığı değerlendirmede, insan hakları mücadelesinin savunmada kalmakla sınırlı olmadığını vurguladı.
Yaklaşık yarım asırlık hak mücadelesi deneyimini paylaşan Fincancı, işkencenin belgelenmesinden hak savunucularına yönelik baskılara uzanan süreci ve insan hakları mücadelesinin bugününü ve geleceğini anlattı.
Sizleri mücadelenin içinden tanıyoruz. İnsan hakları haftası kapsamında bizlerle kendi yolculuğunuzu da paylaşır mısınız? Geriye dönüp baktığınızda, hangi dönem kendinizi 'hak savunucusu' olarak konumlandırdınız?
Hekimliğin kendisi bir hak mücadelesi yolculuğu olarak tanımlanabilirse eğer, adını koymadan başladığım yolculuk sanırım 50 yılı bulur. Daha bilinçli bir hak mücadelesi içinde yer almam, bu mücadelenin başat örgütleriyle ilişkilenmem ise sanırım Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın kuruluş yılları sırasında adli tıp uzmanlığını kullanarak hak ihlallerini belgeleme çabasıyla başladı.
Uzmanlık eğitimine başladığım yıllarda, Mustafa Hayrullahoğlu’nun otopsi bulguları doğrudan işkenceye işaret ederken, Adli Tıp Kurumu Genel Kurulunda yapılan tartışmalar ve kimi hocaların bu bulguları görmezden gelme ve işkenceyle ilişkisini reddetme davranışına tanıklığımla kendime verdiğim bir sözü, işkencenin bilimsel temelde tıbbi olarak belgelenebileceğini sonraki yıllarda hayata geçirmeye çalıştım. Yaptıklarıma hiç isim koymadım ama ondan sonraki yıllarda hep insan hakları mücadelesinin içinde ve emeğimi gönüllü olarak bu örgütlere sunan bir yerde oldum.
Hak savunuculuğunun bugün geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Kendi deneyiminizden de yola çıkarak Türkiye'de hak savunucusu olmanın zorluklarını nasıl değerlendirirsiniz? Umutlu musunuz?
Umut her zaman var. Kasım başında Almanya’nın Bochum kentinde işkencenin belgelenmesi ve soruşturulmasına dair bir eğitimdeydim. Ülkenin dört bir yanındaki işkence rehabilitasyon merkezlerinden 30’un üzerinde genç katılımcı ile beraberdik ve onların heyecanı, bu alanda katkı sunma arzusunun yoğunluğu beni çok etkiledi. Biliyorsunuz, 11 Eylül insan hakları mücadelesinin değersizleştirilmesine yönelik bir gayretin miladı olarak değerlendirilebilir. İkiz kulelerin ardından "tıklayan bomba senaryosu" yeniden bizlere dikte edilmeye çalışıldı. Bu bakış açısını savunan ana akım yayınlar, filmler, diziler ile toplumda neoliberal kapitalizmin çok iyi kullandığı rıza üretme mekanizmaları devreye sokuldu. Örneğin Kızılhaç’ın yaptığı bir ankette "Önemli askeri sırları öğrenmek için düşman savaşçılara işkence uygulanabilir mi?" sorusuna 16 ülkeden 17 bin kişinin verdiği yanıtta 1999’da katılımcıların yüzde 66’sı hayır derken, 2016’da bu yanıtın yüzde 48’e düştüğü, "bilmiyorum" veya "söylemek istemiyorum" diyenlerin ise yüzde 6’dan yüzde 16’ya çıktığı düşünüldüğünde güvenlikçi algı yaratma ve insan hakları idealinden uzaklaştırma çabasının ne denli başarılı olduğu görülebilir.
İHD ve Konda’nın yaptığı çalışmalarda yıllar içinde Türkiye’de de benzer bir değişimi izliyoruz maalesef. Bu toprakların hak ihlalleri hafızasının örseleyici "beyaz Toros" simgesinin tişörtlere malzeme yapılması, ana akımda işkencenin meşrulaştırılması çabaları, insan hakları mücadelesi içinde yer alanlara yönelik tehditler, itibarsızlaştırma girişimleri ve araçsallaştırılmış bir yargı eliyle açılan davalar, gözaltılar, tutuklamalar toplumu kaçınılmaz olarak etkiliyor, kuşkusuz. Ancak neoliberalizmin rıza üretme kapasitesi de bir yere kadar. İnsanların hak öznesi kimliğini halen yok edebilmiş değiller. Kişisel arzularımız ile hak öznesi kimliğimizin sınırlarını geçirgenleştirmeye ve zihnimizi bulandırmaya çalışsalar da bu mücadelenin içine her gün yeni insanların katılmasını pek de engelleyemediler.
Üstelik 2019-2023 yılları arasındaki beş yılda 904 insan hakları savunucusunu gözaltına alıp 226’sının tutuklandığı, açılan 206 davada 1644 kişinin yargılandığı bir ülkede hala etkili bir insan hakları mücadelesinin çoğalarak sürdüğünü görmek de umut verici.
Daha önce bir konuşmasında 'hak savunucusu' ifadesine dair eleştiri sunmuştunuz, "Savunmada kalmak" vurgusu yerine alternatif kullanımlar önermiştiniz. Kısa bir konuşmaydı, bu konudaki fikirlerinizi detaylandırmak ister miydiniz?
Savunma her ne kadar çok değerli olsa da akla baskılar karşısında savunmaya çekilmeyi, saldıran tarafından konumlandırılıp belirlenen edilgen bir tutumu çağrıştırıyor benim zihnimde. Oysa insan hakları mücadelesi, kavramsal açıdan adı üstünde etkin ve kendisini hak mücadelesinde özne olarak tanımlayan bir duruma işaret etmesi nedeniyle "insan hakları eylemcisi" ifadesini kullanmayı önermiştim.
Özellikle barışın ve demokrasinin bu denli gündem olduğu günlerde hak ihlallerinde geri adım atılmış değil. Hak örgütleri bu ihlalleri hem belgeliyor hem de raporluyor. Son siyasi gelişmelerle birlikte hak mücadelesine bu konuda ne gibi sorumluluklar düşüyor?
Türkiye Gothenburg Üniversitesi V-Dem Enstitüsü tarafından en son 12 Mart 2025 tarihinde yayımlanan 2025 Demokrasi Raporundaki liberal demokrasi endeksine göre son 45 yılın en geri noktasında, durum 1980 cunta dönemindeki kadar ağır. Ancak unutmayalım ki çatışmalar, savaşlar, hak ihlalleri, adaletsizlik, özgürlüklerin kısıtlanması, baskıcı ortamlar devletlerin fail ya da faillerden biri olduğu koşullarken, insan hakları ve bu kapsamda demokrasi, özgürlük, adalet ve barış; hak taşıyıcısı olan bizlerin yani toplumun talep ettiği ve bu talepleri doğrultusunda mücadele yürütmeleri gereken alanlardır.
Barış ve demokrasinin konuşuluyor olması olumlu olsa da, çatışmasızlık sürecinin kendisi hakların teslim edildiği, barışçıl ve demokratik bir ortam sağlamaz. Otorite çatışmayı durdurabilir, barışı, demokrasiyi, adaleti, özgürlükleri, insan haklarını ise toplumlar mücadeleyle elde eder. Bu mücadelenin de toplumsal iyilik halini talep eden tüm kesimlerce ayrımsız bir arada yürütülmesine ihtiyaç vardır. Birbirinin acısını görüp hürmet ederek, acılar yaşandığını kabul edip, bu acıların yeniden yaşanmaması için ortaklaştırılan bir irade, devletlerin, otoritenin çatışmasızlığı devam ettirmesi için de etkili olacaktır.
10 Aralık mesajı
Yirminci yüzyıla sığdırılan iki büyük savaşın, soykırımların ardından insanlık adına "bir daha asla" denmiş olsa da ne yazık ki dünya 21. yüzyılda da soykırımlara, vekaleten sürdürülen küresel savaşlara ve önceki savaşlarda yaşanmamış ölçülerde sivil ölümlerine sahne oluyor. Güvenlikçi ve insan haklarını hiçe sayan otoriter rejimler eliyle korkutulduğumuz bir dünyada haklarımızdan vazgeçmeye rıza göstermemiz isteniyor. Bu rıza üretme araçlarını çoğaltan hakikat ötesi algılara kapılmadan, her adımda sorgulayarak, hak öznesi kimliğimizi kuşanıp dünyayı saran etkili dayanışma ağları oluşturmaya ve topyekûn bir mücadeleye ihtiyaç olduğu aşikâr. İnsan hakları mücadelesi bu gücü bünyesinde taşır, o nedenle hak öznesi olmanın bilinciyle tüm insanları ayrımsız herkes için insan hakları mücadelesinin parçası olmaya çağırıyorum.
(AB)







