Yıllardır Türkiye'deki insan hakları ihlallerini yakından takip eden ve bu konuda hiç kimseyi eleştirmekten geri kalmayan bir örgütün başkanıyla oldukça dostça bir ortamda gerçekleştirilen bu görüşmeden çıkan, ya da Türk basının çıkardığı sonuç ise şu oluyor: Erdoğan Af Örgütü'ne sitem etti! (Örnekler için bkz. 13.02.2004 günü Hürriyet'te yayınlanan Anandolu Ajansı'nın, Radikal'de yayınlanan Fatma Sibel Yüksek, Milliyet'te yayınlanan Abdullah Karakuş'un, Yeni Şafak'ta yayınlanan Erhan Sevan ile Kezban Bülbül'ün haberi ve Vatan'da yayınlanan imzasız haber, vd.)
Hatta,hükümete yakın olduğu bilinen bir gazete, Başbakanın Af Örgütü'ne demokrasi dersi verdiğini iddia ediyor... (13.02.2004 günü Zaman gazetesinde yayınlanan Edip Ali Yavuz haberi.)
Medyanın düşündürdüğü
Medyanın Erdoğan'a sunulan raporda sergilenen, Türkiye'de şu anda insan hakları ihlalleriyle ilgili (tüm iyi niyet gösterileri ve kağıt üzerinde çok olumlu gelişmelere rağmen) gerçekten endişe verici tabloya ilgi göstermemesi düşündürücüdür.
Bir zamanların "mağdur"u Başbakanın ise Türkiye'de insan hakları ihlallerinin nerdeyse aynı hızla sürdüğünü ve hatta bu görüşmeyi yaptığı sırada bile karakollarda işkence yapılmakta olduğunu bilmemesi (sahiden bilmiyorsa) düşündürücüdür.
Eğer bilinen nedenlerden dolayı hükümetin şu anda tam olarak iktidarda olmadığı, sadece iktidarı paylaştığı söylenecek olursa, en azından zulme göz yumduğu ve sakladığı söylenebilir. Elbette bu iş (kendilerinin de her fırsatta belirttikleri gibi) bugünden yarına hallolacak şey değildir, ancak aynı amaç için çaba harcayanların kalesine gol atarak bunun halledilemeyeceği de açıktır!
Başbakanın sitemi
Bildiğimiz kadarıyla, dünyanın her yerinde milyonlarla ifade edilen üyesiyle Af Örgütü, farklı aciliyetlere bağlı olarak farklı seviyelerde girişimlerde bulunuyor, kampanyalar düzenliyor, kamuoyu oluşturmaya çalışıyor
Başbakanın sitemi girişimi yeterli bulmamasından, ya da aslında "diğerleri"ne göre daha zayıf kalmasından kaynaklanıyorsa, kendi yaşadığını işkencelerle, insan kaçırmalarla, insanların evlerinden yurtlarından edilmeleriyle vs. eşit saymak gibi "kendi mağduriyeti abartma" ya da "başkalarının mağduriyetini olduğundan az görme" tavrı ortaya çıkıyor.
İnsan hakları örgütleri ve savunucuları bir zamanlar hayli yaygın olan, "benim mağduriyetim seninkini döver!" anlayışını büyük ölçüde aşmışken Erdoğan'ın görüşme sırasında kendisinin de şikayetçi olduğu "ideolojik" tavırdan bir türlü kurtulamadığı görülüyor. Ya da Af Örgütü hakkında yeterince bilgi sahibi değil mi?
Oysa, Af Örgütü'nün,"İslamcılar" dahil herkesin insan haklarını savunduğunu en çok Erdoğan'ın bilmesi gerekir. Ayrıca, Af Örgütü'nün bu görüşme dolayısıyla hazırladığı bildiride, şu anda gözaltında ya da tutuklu bulunan "İslamcı"ların haklarına saygı duyulması talebi de yer alıyor.
İnsan hakları savunucularına da haksızlık
Bu sitemiyle Başbakan sadece Af Örgütü'ne karşı değil, zor günlerinde kendisine destek verdikleri için yargılanan Türkiye'deki insan hakları savunucularına da haksızlık etmiştir ve Şanar Yurtapan bunun cevabı geçenlerde vermişti: "Kendisine verilen destekler,teşekkür beklentisiyle verilmemişti. Bu nedenle hiçbir düş kırıklığı olmadı. Ama hayırsızlık da beklenmemişti." (Bianet)
Sorun büyük oranda, basının Erdoğan'ın mesajlarını yansıtma biçiminden kaynaklanıyor. Erdoğan, asıl "sitem"ini Avrupa Birliği'ne (AB), onun politikacılarına ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne (AİHM) yöneltmiş ve basında bu sitem ve eleştiriler de Af Örgütü hanesine yazılmıştır.
Bu yansıtma, gerçeklikten uzak "yekpare Avrupa" imajından kaynaklanabilir. Ancak bu konudaki cehaletin aşılması,"Avrupalı" olma koşulları arasında yer alıyor bence. Aynen, Türkiye'de olduğu gibi Avrupa'da da sayısız grup ve çıkar çevresi (çoğu zaman birbirleriyle büyük çekişme içinde) birlikte yaşıyor.
Türkiye ve Avrupa'nın tekliği
Türkiye'deki bazı çevrelerin AB'ye karşı çıkma gerekçeleriyle,Türkiye'yi AB'ye istemeyen Avrupa sağının gerekçelerinin özde çakışması, kamplaşmanın "tek bir Türkiye" ve "tek bir Avrupa" düzleminde değil, daha karmaşık ve siyasi boyutlara sahip bir düzlemde seyrettiğini gösteriyor.
Öte yandan, Türkiye'de pek çok AB politikasına ve hatta özüne karşı eleştirel yaklaşan bazı çevrelerin, kendi izdüşümlerini Avrupa'da bulup onlarla (AB üyesi olarak veya olmadan) işbirliği yapmak yerine, kolaycı yolu seçerek "Avrupa düşmanlığı" yapmaları da aynı hatanın bir başka yüzüdür.
Esasında, Erdoğan Hükümetinin ise Avrupa'daki kamplaşmanın bilincinde olduğunun ve Türkiye'yi AB üyesi yaparak bu kamplaşmada yerini seçmek istediğinin bilinmesi Başbakanın bu görüşmedeki tavrının anlaşılmasını zorlaştırıyor.
İyi niyetli bir yaklaşımla, Erdoğan'ın, tarafsız bir uluslararası kuruluşa AB politikacılarının ve bazı kurum ve kuruluşlarının tavırlarını şikayet ettiği düşünülebilir. Hatta, Erdoğan'ın şikayetinin doğru olduğu, bu kurum ve kuruluşların bazen herkesi şaşırtan ve Af Örgütü'nce de eleştirilen kararlar aldığı kabul edilse bile, bu şikayet için neden bu görüşmenin seçilmiş olduğu sorusu hala açıkta duruyor.
Şok et, okut
Şok etme ve edilme üzerine kurulu medya anlayışı nedeniyle medya bu görüşmeyi de "şok etme" mantığıyla okumayı ve okutmayı tercih etti. Nitekim, bu haberlerin bazılarında, Khan!ın, "Biz, sözünü ettiğiniz AİHM, Avrupa Parlamentosu gibi kuruluşlardan farklıyız. Hükümet dışıyız ve devlet finansmanlarını reddediyoruz" sözleri yer alıyor ki; bu da genel sekreterin düzeltme çabasını gösteriyor.
Eğer bilinçliyse, Erdoğan'ın tavrına, Avrupa'ya "kafa" tutma"yı, bir tür takım taraftarlığı ruh haliyle, her ortamda alkışlayan iç kamuoyundan puan toplama çabası şeklinde bir yorum getirmek de mümkün görünüyor.
Ancak, iç kamuoyu ile uluslararası kamuoyu arasındaki duvarların iyice inceldiğini, hatta yer yer delindiğini ve dolayısıyla her şeyin "dışarı"da artık daha yakından izlendiğini de akılda tutmak gerekiyor.
"Biz" ve "onlar"
Türkiye'nin yaşadığı siyasi ve iktisadi tıkanılmışlıktan çıkmak için olumlu adımlar atan Erdoğan'ın ve aralarında ilkeli entelektüeller bulunan danışmanlarının, daha "engin yürekli" olmaları ve bu tür taktiklerin, zaten kendilerini destekleyen bazı çevreler nezdinde onlara sempati kazandırırken, aslında olumlu buldukları bu gelişmeleri destekleme konusunda abartılı bir temkinlilik içinde olan bazı çevrelerin paranoyasını beslediğini de unutmamaları gerekiyor.
Bu çevrelerin (Alevi bir aydın olarak beni bile!) artık usandıran takiye kaygıları büyük oranda kendilerinin sorunu olabilir, ama doğru anlaşılmak için en güzel yol, doğru ve dolaysız olmaktır!
Siyasetin statik "biz" ve "onlar" kavramları üzerinden yürütüldüğü Türkiye'de, "eleştirel kabul" ve hatta "eleştirel destek" anlayışının, eleştirenler, eleştirilenler, destekleyenler ve desteklenenler dahil her kesim tarafından benimsenmesi dileğiyle...
* Bülent Bilmez, Yard. Doç, Yeditepe Üniversitesi, Tarih Bölümü