"Benim anlattığım hikâye Anadolu Ortaçağına ilişkindir ama dileyen bugün için de dersler çıkarabilir" diyor Hüsnü Arkan Sia Kitap'tan çıkan yeni kitabı "Nasreddin" için.
Anadolu'ya, birkaç yüzyıl öncesinin Akşar'ına yani Akşehir'e gidiyoruz romanda. Baş kahraman ise Hâce, hepimizin bildiği adıyla Nasreddin Hoca.
Selçuklularla Moğolların cirit attığı topraklardaki kanlı mücadelelere, el değiştiren kentlere, aşklara ve ihanetlere, esirlere ve cinayetlere, kısacası o dönemin insan hikâyelerinin peşine düşüyor Arkan.
"İncelediğim dönem Anadolu açısından bir kargaşa dönemi. Moğollar, Selçuklular, Bizans, Haçlılar ve bunların arasındaki hırgür... Bu hırgür yakın dönemde ve bugün de değişik güçler arasında sürüyor. Olan arada kalan insan yığınlarına oluyor. Göçmek zorunda kalıyorlar, öldürülüyorlar, savaşlara sürülüyorlar. Bu mücadeleler tarihe devletlerin, milletlerin çekişmeleri olarak kaydediliyor. Bu kayıtlar görünüşte sahihtir, doğrudur ama tarihi anlamak için farklı bakış açılarına da ihtiyacımız var. Tarihi, gerçek olduğunu düşündüğümüz savlar üzerine kuruyoruz. Hiç sorgulamadığımız aidiyetlerimiz bu kurguları kolaylaştırıyor."
"Çözüm, elli yıldızla konser yapmak değil"
Kriz anlarında en kolay vazgeçilen ya da unutulan alanlardan biri de sanat oluyor. Pandemi sürecinde bu daha da belirginleşti. Hem yazar hem de müzisyen olarak, edebiyat mı müzik mi sizce daha kırılgan?
Ne yazık ki durum dediğiniz gibi... Pandemi sürecinde her alanda değişik ya da benzer zorluklar yaşanıyor. Tiyatro salonları kapanıyor, performans mekânları iş yapamaz hale geliyor. Kitabın okuyucusuna ulaşması nispeten daha olanaklı ama küçük çaplı yayınevlerinin, kitapçıların, kendi yağıyla kavrulanların sorunları da kaçınılmaz olarak büyüyor.
Müzikte yaşadığımız şeyin açlığa terkedilmek olduğunu söyleyebilirim. Bu yalnızca konser ve tiyatro sahnelerinde görünenler için değil, daha da fazla, işin yükünü üstlenen sektör çalışanları için geçerli. Yapım şirketlerinin çalışanları, sesçiler, menajerler, rodiler, ulaşımcılar, stüdyo emekçileri... Birçoğunun sigortası yok, kayıt altında değiller, hastalandıklarında ortada kalıyorlar. Ülkeyi yönetenlerin umursamazlığı, sorunu katmerleştiriyor. Bütün bu insanların sorunlarının çözümü elli yıldıza konser yapmak ve bilmem ne kadar bütçe ayırmak değildir herhalde.
Öte yandan pandeminin bize ne öğreteceği konusunda bir fikir sahibi değilim. Benzer bir umursamazlık müzik sektöründe de vardı. Hepimizin bir takım dersler çıkaracağını ümit ediyorum.
"Tutarlı bir Nasreddin Hoca figürü çıkarmak güç"
Nasreddin Hoca anlatılan fıkralarla hep bir mizah kişisi olarak öğretildi bize. Romandaki Nasreddin'in yani Hace'nin hazırcevaplığı baki, ama bu fıkralarda anlatılmayan daha farklı biri olarak çıkıyor karşımıza. Romandaki pek çok karakter gibi sıradan biri. Hace'yi siz nasıl tarif edersiniz? Bir de kitapta öne çıkan iki güçlü kadın karakteri; Kalduk Hatun ve Nergis'i?
Fıkralar, zaman ve bölgeler açısından çok katmanlı bir yapıya sahip. İlk fıkranın kayda geçişi Nasreddin Hoca'nın yaşadığı söylenen dönemden yüz küsur yıl sonrasına tekabül ediyor. Daha önceki kimi fıkralarsa Hoca fıkralarıyla benzer ama Arapların Cuha figürüne atfedilmiş ya da ortada bir figür yok. Her bölgenin olduğu gibi her çağın da bir Nasreddin Hocası var. Bunlar dönemlerin ve bölgelerin ahlak anlayışlarına uyarlanıyor. İlk yüz elli fıkrayı bugün birbirimize anlatamayız. Hayvanlarla cinsel ilişkiden tutun da, din meselelerinin cinsel argoyla ifade edilmesine kadar... Öte yandan, sözel aktarmalar, kültürel değişimlere uyum gösteriyor ya da tersi oluyor.
Bütün bu söylemlerin içinden tutarlı bir Nasreddin Hoca figürü çıkarmak oldukça güç. Ancak kurgusal bir gerçeklik yaratabilirsiniz ki ben de onu yapmaya çalıştım. Bu, dayanışma yanlısı, sıradan yaşamını barış içinde sürdürmek isteyen bir kurgu karakter. Bu özelliklerin, o dönemin küçük dinsel hareketlerinin dayanışma eğilimleriyle, savaşlardan çok çekmiş insanların barış istekleriyle uyum gösterdiği kanısındayım. Ama asıl gerçeklik bize başka bir hikâye de anlatıyor. Güvenlik ihtiyacı aynı grupları saldırganlığa, çapulculuğa da yönlendiriyor.
Romanın güçlü kadınları Kalduk Hatun ve Nergis de, Nasreddin Hoca kadar kurgu figürleri. Daha yakın dönemlerin kadın dilini türkülerden izleyebiliyoruz ama o dönem hakkında fikir sahibi değiliz. Ancak dönemin sorunlarının, savaşların, büyük kitlesel göçlerin kadınlar üstünde nasıl bir etkide bulunduğunu tahmin edebiliriz. Bu etkiler, sinmeyi, boyun eğmeyi olduğu kadar güçlü olmayı da kışkırtabilir ki Nergis ve Kalduk Hatun'u anlatırken daha çok bunu vurgulamaya çalıştım.
"Hikâye Anadolu Ortaçağına ilişkin, dileyen bugün için de ders çıkarabilir"
Bir Ortaçağ atmosferi sunuyorsunuz "Nasreddin"de. Hace ile ilgili, "...aklına bir sürü şey geldi. Zulüm geldi, ölüm geldi, şahit olduğu insanlık dışı hikâyeler geldi" sözü geçiyor romanda. Bir Nasreddin ya da Ortaçağ hikâyesi anlatmak için mi çıktınız yola?
Dediğiniz gibi, bu bir ortaçağ hikâyesi. O çağın üç beş resmi tarih yazarı var. Eflâkî, İbn-i Bibî, daha sonraki bir dönemde de Şikarî... Buradan bir yere varamıyoruz, anlatılanlar dönemin güç sahiplerinin resmi görüşleri... Merak ve kuşku sahibi değilsek bu anlatılanları gerçeğin hanesine yazıp geçebiliyoruz. Yakın zamanlara kadar Kadeş Savaşı'nı İkinci Ramses'in kazandığı sanılıyordu, çünkü Eski Mısır'ın resmi tarihçileri bunu yazmıştı. Günümüz savaşlarını da medyadan izliyoruz. Her millet kazandığını düşünüyor. Halbuki her millet kaybediyor. Her şeyden önce çocuklarını ve barışını kaybediyor.
Benim anlattığım hikaye Anadolu Ortaçağına ilişkindir ama dileyen bugün için de dersler çıkarabilir.
"Tarihi, gerçek olduğunu düşündüğümüz savlar üzerine kuruyoruz"
Anlatılan, altı çizilen, üzerine düşünmeye sevk eden evrensel değerler, meseleler var romanda. Günümüzle ne kadar bağlantı kurdunuz?
Günümüzle benzeşen, örtüşen şeyler var tabii. Bunlar tarihsel tekrarların, tarihsel dilimlerin birbirine benzerliğinin sonucu olsa gerek. Asıl önemlisi de herhalde siyasi-sosyal meselelerin devamlılığıdır. Barış, dayanışma, siyasi güçlerin kaderimizdeki belirleyiciliği, maddi kaynak arayışları; bunlar bugünün olduğu kadar uzak çağların da meseleleri. İncelediğim dönem Anadolu açısından bir kargaşa dönemi. Moğollar, Selçuklular, Bizans, Haçlılar ve bunların arasındaki hırgür... Bu hırgür yakın dönemde ve bugün de değişik güçler arasında sürüyor. Olan arada kalan insan yığınlarına oluyor. Göçmek zorunda kalıyorlar, öldürülüyorlar, savaşlara sürülüyorlar. Bu mücadeleler tarihe devletlerin, milletlerin çekişmeleri olarak kaydediliyor. Bu kayıtlar görünüşte sahihtir, doğrudur ama tarihi anlamak için farklı bakış açılarına da ihtiyacımız var. Bütün bu hırgürün içinde alttan alta yürüyen bir özgürleşme eğilimi var. Bunun bir yanılsama olması, diğerinin yanılsama olması ihtimalinden daha düşük. Tarihi, gerçek olduğunu düşündüğümüz savlar üzerine kuruyoruz. Hiç sorgulamadığımız aidiyetlerimiz bu kurguları kolaylaştırıyor. Belki de tarih sahnesinde yalnızca iki millet var; güç sahipleriyle birey, güç sahipleriyle mülksüzler; güç sahipleriyle onların insan yerine koymadıkları.
"Kurgulanmış bir ortaçağ dünyasının kurgulanmış dili"
Döneme ait dile sadık kalmışsınız. Kitabın sonunda da bir sözlük var hatta. Dile nasıl çalıştınız, araştırma ya da dili oluşturma süreci nasıldı?
İşin gerçeği, o dönemin konuşma dilini bilmiyoruz. Bugüne kalan metinlerin büyük bir kısmınınsa sonradan işlenmiş olma ihtimali yüksek. Dönemin değilse de yüz, yüz elli yıl sonrasının mizah dili, ahlaki bakış açıları, sosyal ilişkileri hakkında ilk Nasreddin Hoca fıkralarından bir izlenim edinebiliyoruz. Bu flu izlenimi ancak bir dil kurgusuyla gerçek haline getirebilirsiniz ki o da gerçeğin kendisi olmaz, hikâyenin kendi öznel gerçekliği olur. Bunu yaparken pek çok kaynaktan faydalandım ama kaynaklarım yalnızca o dönemde, on üçüncü yüzyıl sonlarında yazılanlar değildi. İki yüzyıl öncesiyle iki yüzyıl sonrasını kapsayan daha geniş bir alanın diliydi. Aralarında Yunus Emre de var, Yusuf Has Hacip de var, Aşık Paşa da var. Ayrıca yakın dönemlerin, bugünün yerel ağızlarından, argolarından, modern anlatılardan, Ahmet Rasim'den, Salah Birsel'den de faydalandım. Önemli olan kurgulanmış bir ortaçağ dünyasının kurgulanmış bir dilini oluşturmaktı. Bunun o dönemin dili olarak algılanmış olması tabii ki hoş bir şey. Hikâyenin kendi gerçekliğinin kabul edilmiş olması beni sevindirir.
Çizimler Cem Kızıltuğ'a ait. Kitapta görsel olmasına hangi noktada karar verdiniz?
Metin şekillenmeye başlayınca, görsellerinin olması gerektiğini düşündüm. Bu daha çok atmosferin, bugünle o çağ arasındaki farklılıkların vurgulanmasıyla ilgili bir şey. Sevgili Cem Kızıltuğ, anlatmak istediğime, oluşturmak istediğim düzmece atmosfere gerçekten büyük katkıda bulundu. Romanın kurgusu ve anlatımına uygun çalışmaları için kendisine bir kez de buradan teşekkür ediyorum.
(AÖ)