Yapay Zekânın Politik İnşası dosyamızın bu bölümünde, Filistinli dijital haklar savunucusu Marwa Fatafta’nın Al-Shabaka için kaleme aldığı “AI for War: Big Tech Empowering Israel’s Crimes and Occupation” başlıklı yazısını Diyar Saraçoğlu’nun çevirisiyle sunuyoruz. Fatafta, yazısında büyük teknoloji şirketlerinin İsrail’in Gazze’deki soykırım ve işgal politikalarındaki belirgin rolünü inceliyor. Google, Amazon, Microsoft ve Palantir gibi şirketlerin yapay zekâ sistemleri ile bulut altyapıları, yalnızca gözetim ve hedefleme süreçlerini otomatikleştirmekle kalmıyor; aynı zamanda İsrail ordusunun “ölüm listeleri”ni üreten algoritmik mekanizmaların merkezine yerleşiyor.
Fatafta, bu teknolojik ittifakın uluslararası hukukun boşluklarından ve gönüllü etik ilkelerin yetersizliğinden beslendiğini vurgularken, teknoloji işçilerinin büyüyen itirazını ve hesap verebilirlik talebini öne çıkarıyor. Yazı, “askerî yapay zekâ”nın nasıl bir hesap verebilirlik krizine dönüştüğünü tartışarak teknoloji tekellerinin savaş suçlarındaki sorumluluğunu görünür kılıyor.

Yapay Zekânın Politik İnşası
Giriş
ABD’li teknoloji devleri, yapay zekâ, bulut bilişim ve veri odaklı çözümlerle güçlendirilmiş “daha iyi bir dünyanın mimarları” olarak kendilerini sunuyor. “İyilik İçin Yapay Zekâ” gibi sloganlar eşliğinde, toplumlarımızı dönüştüren bu teknolojilerin etik bekçileri olma sözü veriyorlar. Ancak Gazze’de bu anlatılar, uluslararası normlarla birlikte, “kurallara dayalı düzen” denilen şeyin kalıntılarıyla beraber çökmüş durumda.
İsrail rejiminin Gazze’de yürüttüğü soykırımcı savaş, büyük teknoloji şirketlerinin askerî operasyonları mümkün kılmadaki ve işgali sürdürmedeki rollerine dikkat çekti. İsrail’in yıkımının altında, dünyanın en güçlü şirketlerinden bazıları tarafından inşa edilip işletilen sunucular, sinir ağları ve yazılım sistemleri bulunuyor. Dijital teknolojilerin ve altyapıların giderek artan askerîleştirilmesi -özellikle İsrail’in Gazze’de yapay zekâ destekli sistemleri ve veri analizlerini kullanımıyla- hesap verebilirlik tartışmalarını yeniden şekillendirdi ve mevcut yönetişim çerçevelerindeki kritik boşlukları açığa çıkardı. Bu politika özeti, teknoloji şirketleri açısından hesap verebilirliğin sınırlarının artık savaş suçları, insanlığa karşı suçlar ve soykırıma olası ortaklık düzeyine kadar genişlediğini ortaya koyuyor ve yapay zekânın askerîleştirilmesini denetlemek için yeni düzenleme yaklaşımlarına duyulan acil ihtiyacı vurguluyor.
Yapay zekâ destekli bir soykırım
İsrail rejimi yapay zekâ sistemlerini ilk kez Mayıs 2021’deki 11 günlük Gazze bombardımanı sırasında öldürücü hedefler üretmek ve önceliklendirmek için devreye soktu; bu saldırı, İsrail ordusunun daha sonra kendi ifadesiyle ilk “yapay zekâ savaşı” olarak tanımladığı, acımasız ve hukuka aykırı bir operasyondu. O tarihten sonra işgal güçleri yapay zekâ araçlarına dayanmalarını önemli ölçüde genişletti; bulut bilişim ve makine öğrenmesini uydu görüntülerinden ele geçirilen iletişimlere kadar uzanan devasa gözetim verilerini depolamak ve işlemek için kullanarak saldırı hedeflerinin otomatik biçimde tanımlanıp önceliklendirilmesini sağlıyor.
İsrail’in yapay zekâ savaşının merkezinde Google ve Amazon’un İsrail hükümetine ve ordusuna gelişmiş bulut altyapısı ile makine öğrenmesi yetenekleri sağladığı 1,2 milyar dolarlık bir sözleşme olan Nimbus Projesi bulunuyor. Soykırımın ilk günlerinde İsrailli güçlerin, Gazze genelinde kitlesel öldürmeyi ve yıkımı hızlandırmak için neredeyse tamamen Lavender, The Gospel ve Where’s Daddy adlı yapay zekâ destekli hedef üretme sistemlerine güvendikleri bildirildi. Bu platformlar, Gazze nüfusuna ilişkin kitlesel gözetim verilerini alıyor ve algoritmik olarak kimlerin öldürüleceğini, hangi binaların bombalanacağını ve ne kadar “tali hasar”ın kabul edilebilir sayılacağını belirliyor.
Kaygı verici biçimde, bu yapay zekâ temelli sistemler, işletenlerinin soykırımcı mantığını içselleştiriyor. İsrailli yetkililerin “Gazze’de masum sivil yok” şeklindeki beyanlarıyla ortaya koydukları soykırımcı anlayışı temel alarak, sivilleri “terörist” olarak tanımak üzere eğitiliyorlar. Ölümcül hedeflemeyi otomatikleştirme çabalarının bir parçası olarak, orduda komutanların askerlerine mümkün olduğunca fazla hedef tespit edip sisteme girmeleri talimatını verdikleri bildiriliyor. Bu da fiilen, bireylerin “Hamas militanı” olarak tanımlanma eşiğini düşürerek, algoritmik olarak işaretlenen çok geniş bir hedef kitlesi oluşturuyor. Yüksek hata oranına rağmen, İsrail askerlerinin Lavender’ın ölüm listesine uyguladığı tek ölçüt hedefin cinsiyetiydi -bu da tüm Filistinli erkekleri, çocuklar ve yetişkinler dahil, meşru hedeflere dönüştürüyordu. Fiiliyatta, yapay zekâ teknolojisi İsrail rejiminin soykırımcı mantığının acımasız, makine temelli bir verimlilikle hayata geçirilmesini sağladı; Filistinlileri, ailelerini ve evlerini, ordunun ürkütücü biçimde “çöp hedefler” olarak adlandırdığı nesnelere indirgedi.
İsrail’in yapay zekâ destekli hedefleme sistemlerine dair teknik ayrıntıların çoğu gizli tutulsa da, Google, Amazon, Microsoft ve Palantir gibi büyük teknoloji şirketleri tarafından geliştirilen ve sürdürülen bulut altyapısı ile makine öğrenmesi yeteneklerini temel aldıklarına dair güçlü kanıtlar mevcut. Dolayısıyla, teknoloji şirketlerinin İsrail’in savaşında kullanılan dijital sistemleri doğrudan sağlaması, uluslararası hukukun ağır biçimde ihlal edilmesindeki ortaklıklarına dair acil soruları gündeme getiriyor -bu ihlaller arasında Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu ve eski Savunma Bakanı Yoav Gallant hakkında yakalama kararı çıkardığı eylemler de bulunuyor.
Koddan ölüm listelerine
İsrail Gazze’ye yönelik saldırılarını yoğunlaştırdıkça, ABD’li teknoloji devleri tarafından sağlanan yapay zekâ ve bulut tabanlı teknolojilere olan talebi hızla arttı ve kurumsal altyapıyı savaşın mekanizmasının içine gömdü. Mart 2024’te Google, Savunma Bakanlığı ile bağlarını derinleştirerek, birden fazla askerî birimin otomasyon teknolojilerine erişimini sağlayacak özel bir “iniş alanı”nı bulut altyapısına dahil etmek üzere yeni bir sözleşme imzaladı. Nimbus Projesi’nde Google’ın ortağı olan Amazon Web Services’in (AWS) Gazze’de neredeyse herkes hakkında toplanan gözetim verilerini sonsuz biçimde depolayabilecek adanmış bir sunucu çiftliğini İsrail Askerî İstihbarat Başkanlığı’na sağladığı bildirildi.
Son haberler, İsrail’in yapay zekâ destekli askerî kapasitesinin hızla genişlediğini ortaya koyuyor ve teknoloji şirketleriyle derinleşen ortaklıkların, gelişmiş sistemlerin Gazze’deki savaşta kullanılmasını nasıl hızlandırdığını gösteriyor. Sızdırılan belgelere göre, Microsoft, İsrail ordusunun kitlesel gözetim programının bazı öğelerini kendi bulut sunucularında barındırdı; Gazze ve Batı Şeria’daki Filistinlilere ait milyonlarca telefon görüşmesinin kayıtlarını depoladı. İşgal güçlerinin bu dosyaları bombalama hedeflerini belirlemek, bireylere şantaj yapmak, insanları gözaltına almak ve ayrıca sonradan işlenen cinayetleri meşrulaştırmak için kullandığı bildirildi. İsrail ordusunun Microsoft Azure’a olan bağımlılığı da buna paralel olarak arttı: Savaşın ilk altı ayında Azure’un ortalama aylık kullanımı %60 artarken, Azure’un makine öğrenmesi araçlarının kullanımı savaş öncesi seviyelere kıyasla 64 kat arttı. Mart 2024 itibarıyla, İsrail güçlerinin Microsoft ve OpenAI teknolojilerini kullanımı, 7 Ekim 2023’ten önceki haftaya göre neredeyse 200 kat daha yüksekti. Ayrıca Microsoft’un sunucularında depolanan veri miktarı iki katına çıkarak 13 petabaytı aştı.
Microsoft’un Eylül 2025’te açıkladığı kendi iç incelemesinin sonuçları, nihayetinde İsrail Savunma Bakanlığı’na bağlı bir birimin gerçekten de bazı Microsoft hizmetlerini yasaklanmış gözetim amaçlarıyla kullandığını doğruladı. Bunun üzerine şirket, belirli bulut ve yapay zekâ hizmetlerini askıya aldı ve teknolojisinin kendi hizmet koşullarını ihlal eden uygulamalarda kullanıldığını kabul etti. Ancak Microsoft’un İsrail ordusuna yönelik bu hizmet askısı oldukça sınırlıydı: Ağır insan hakları ihlallerinden ve savaş suçlarından sorumlu İsrail ordusu ve diğer devlet kurumlarıyla yapılan birçok sözleşme ve fonksiyon hâlâ yürürlükte. İnceleme hâlâ devam etse de, bu dar kapsamlı itiraf, şirketin İsrail’in askerî mekanizmasındaki suç ortaklığını açıkça ortaya koyuyor.
Üstelik büyük teknoloji şirketlerinin İsrail’in savaşıyla ilişkisi, standart hizmet tedarikinin çok ötesine uzanıyor gibi görünüyor. Microsoft mühendislerinin, Birim 8200 (siber operasyonlar ve gözetim) ile Birim 9900 (coğrafi istihbarat ve hedefleme) dahil olmak üzere İsrail güçlerine uzaktan ve sahada teknik destek sağladıkları bildirildi. Nitekim İsrail Savunma Bakanlığı’nın yaklaşık 10 milyon dolar değerinde, toplam 19.000 saatlik Microsoft mühendislik ve danışmanlık hizmeti satın aldığı belirtiliyor. Amazon da benzer biçimde, yalnızca bulut altyapısı sağlamakla kalmayıp, hava saldırılarında hedeflerin doğrulanmasına doğrudan destek vermekle de ilişkilendiriliyor. Google’ın rolü ise daha da fazla endişe yaratıyor: İç belgeler, şirketin yalnızca İsrail vatandaşlarından ve güvenlik iznine sahip kişilerden oluşan gizli bir ekip kurduğunu gösteriyor. Bu ekibin görevi, şirketin geri kalanıyla paylaşılamayacak türde hassas bilgileri doğrudan İsrail hükümetinden almak. Ayrıca bu ekibin “devlet güvenlik kurumlarıyla özel eğitimler yürütmesi” ve “belirli tehditlere göre uyarlanmış ortak tatbikat ve senaryolara katılması” planlanıyor. Google ile başka hiçbir devlet arasında benzer bir düzenleme bulunmadığı görülüyor; bu da şirketin İsrail rejimiyle işbirliğinin olağanüstü derinliğini gözler önüne seriyor.
Büyük teknoloji şirketlerinin İsrail ordusuyla giderek derinleşen ilişkilerinde kâr tek belirleyici unsur değil; siyasi yakınlık da önemli bir rol oynuyor. İstihbarat ve savunma kurumlarıyla olan sıkı bağlarıyla bilinen ABD merkezli veri analitiği ve gözetim şirketi Palantir Technologies, Gazze’deki soykırım süreci boyunca İsrail’e açık destek verdi. Palantir, AWS ile ortaklık kurarak İsrail ordusu gibi müşterilerinin “savaş bağlamında kazanmasına yardımcı olacak” araçlar geliştirdi. Şirket, İsrail Savunma Bakanlığı ile doğrudan soykırım kampanyasını destekleyen teknolojiler sağlamak üzere stratejik bir ortaklık anlaşması imzaladı. Microsoft’un da İsrail’in askerî ve güvenlik aygıtıyla uzun süredir devam eden bağları var -bu bağlar öylesine yakın ki, Netanyahu bir keresinde bu ilişkiyi “cennette kurulmuş ama yeryüzünde tanınan bir evlilik” olarak tanımlamıştı.
İsrail’in askerî operasyonlarına doğrudan destek sağlayan teknoloji şirketleri yalnızca altyapı sunmuyor; uluslararası hukuku ihlal eden gözetim, hedefleme ve infaz eylemlerini etkin biçimde kolaylaştırıyor ve destekliyorlar. Korkunç bir dönüşümün göstergesi olarak, Gazze’de ticari yapay zekâ sistemlerinin kullanımı ürkütücü bir eşiği temsil ediyor: Bir zamanlar lojistiği ve karar alma süreçlerini optimize etmek için tasarlanan bu sistemler artık öldürme listeleri üretiyor, aileleri yok ediyor ve mahalleleri yerle bir ediyor. Büyük teknoloji şirketleri tarafından geliştirilen ve sürdürülen bu teknolojiler bugün Filistin’deki savaşın, etnik temizliğin ve soykırımın temelini oluşturuyor ve gelecekteki otomatikleştirilmiş savaşların bir prototipine dönüşüyor.
Savaşın geleceği
İsrail rejimi, Savunma Bakanlığı bünyesinde özel bir yapay zekâ araştırma birimi kurarak otomatikleştirilmiş savaşa geçişini resmileştirdi. Bu birim, “savaş alanlarında askerler ve otonom sistemlerin birlikte çalıştığı bütünleşik takımların” yer alacağı bir geleceğe yönelik askerî kapasiteyi geliştirmekle görevlendirildi. Bu girişim, yapay zekâ destekli savaşın normalleştirilmesine yönelik önemli bir dönüm noktasını temsil ediyor. Fransa, Almanya ve ABD dâhil olmak üzere Batılı hükümetler de benzer bir yönelim izliyor; yapay zekâyla silah sistemlerini ve ordularını bütünleştirme yarışına girmiş durumdalar. Tüm bu gelişmeler bir araya geldiğinde, İsrail’i yalnızca bu teknolojilerin erken bir uygulayıcısı değil, aynı zamanda yaklaşan algoritmik savaş çağının bir örneği ve modeli konumuna getiriyor.
Buna paralel olarak, büyük teknoloji şirketleri askerî sözleşmeler peşinde kendi kendilerine koydukları etik sınırları terk ediyor. Bu yılın başlarında hem Google hem de OpenAI, yapay zekâyı askerî amaçlarla geliştirmeme yönündeki gönüllü taahhütlerinden sessizce vazgeçti; bu durum, güvenlik ve savunma sektörleriyle daha geniş bir hizalanmayı işaret ediyor. Yapay zekâ ilkelerini değiştirmesinden yalnızca birkaç hafta sonra Google, dünyanın en büyük silah üreticisi ve İsrail ordusunun başlıca tedarikçilerinden biri olan Lockheed Martin ile resmî bir ortaklık imzaladı. Kasım 2024’te Meta, “Llama” adlı büyük dil modellerini ulusal güvenlik alanında çalışan ABD devlet kurumlarına ve yüklenicilerine sunacağını duyurdu. O tarihten bu yana Lockheed Martin, Llama’yı kendi operasyonlarına dahil etti.
Yapay zekâ destekli savaş yarışına katılan Meta, ayrıca savunma teknolojisi girişimi Anduril ile işbirliği yaparak ABD Ordusu için sanal ve artırılmış gerçeklik cihazları geliştirmeye başladı. Kâr amacı gütmeyen bir kuruluş olmasına rağmen OpenAI de Anduril ile birlikte teknolojisini savaş alanında kullanmak üzere işbirliği yaptı. Buna ek olarak, Google destekli bir yapay zekâ araştırma ve geliştirme şirketi olan Anthropic ile Palantir, AWS ile ortaklık kurarak “ABD istihbarat ve savunma kurumlarına kendi yapay zekâ sistemlerine erişim sağlamak” amacıyla yeni bir girişim başlattıklarını duyurdu.
Büyük teknoloji şirketleriyle savaş bakanlıkları arasındaki derinleşen yakınlaşmanın çarpıcı bir göstergesi, ABD Ordusu’nun Palantir, Meta, OpenAI ve Thinking Machines Labs yöneticilerine yarbay rütbesi vererek onları silahlı kuvvetlere danışman olarak dâhil etme kararı oldu. “Karmaşık sorunlara hızlı ve ölçeklenebilir teknolojik çözümler sunmayı yönlendirme çabası” olarak sunulan bu girişim, ABD ordusunu “daha çevik, daha akıllı ve daha ölümcül” hâle getirmeyi amaçlıyor. Bu sembolizmi gözden kaçırmak zor: Artık Silikon Vadisi yöneticileri sadece savaş alanı için araçlar geliştirmiyor; bizzat savaşın komuta yapısına resmî olarak dahil ediliyorlar.
Düzenleme boşluğunda yapay zekânın askerîleştirilmesi
Yapay zekânın askerîleştirilmesi, etkili düzenleyici çerçevelerin yokluğunda hızla ilerliyor. Devletler Birleşmiş Milletler’de otonom silahlar için normlar üzerine müzakere etmeyi sürdürürken, bu silahların geliştirilmesini ya da konuşlandırılmasını doğrudan düzenleyen bağlayıcı hiçbir uluslararası anlaşma bulunmuyor. Büyük dil modelleri ve bulut altyapıları gibi çift kullanımlı teknolojiler ise bundan da az denetleniyor ve bugün giderek artan biçimde askerî operasyonların içine yerleştiriliyor. Yapay zekâ yönetişimine dair son dönemdeki ulusal ve küresel tartışmalar ile düzenleme önerileri genellikle mahremiyetin ve insan haklarının korunmasına odaklanıyor; ancak bu çerçeveler, yapay zekâ sistemlerinin çatışma bölgelerindeki yıkıcı etkisini büyük ölçüde görmezden geliyor. Bu kopukluğun en çarpıcı örneği, İsrail’in Gazze’de yapay zekâ destekli hedefleme kullandığına dair güvenilir raporlar yayımlanırken, Avrupa Konseyi’nin insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğü ilkelerini kapsayan yapay zekâ anlaşmasını imzalaması oldu. Anlaşmanın etkinliğini sınırlayan pek çok çekince içermesine rağmen, İsrail’in bu belgeyi soykırımın devam ettiği bir dönemde imzalaması, geliştirilen hukuk normlarıyla bu teknolojilerin savaş alanındaki kullanımı arasındaki derin uçurumu gözler önüne seriyor.
Bu arada gönüllü yönergeler ya da yumuşak hukuk mekanizmaları rutin biçimde bir kenara atılıyor. Hem devletlerin yükümlülüklerini hem de şirketlerin insan hakları risklerini belirleme ve azaltma sorumluluklarını tanımlayan Birleşmiş Milletler İş Dünyası ve İnsan Hakları Rehber İlkeleri, teknoloji şirketleri tarafından sıkça görmezden geliniyor. Bu ilkeler, çatışma bölgelerinde faaliyet gösteren şirketlerin ağır insan hakları ihlallerine ve uluslararası insancıl hukuk ihlallerine katkı riskini yasal bir uyum meselesi olarak ele almaları gerektiğini açıkça belirtmesine rağmen, teknoloji şirketleri bu kurallara seçici biçimde uymaya devam ediyor. Microsoft’un, İsrail rejiminin Gazze’de kitlesel gözetim amacıyla kendi bulut altyapısını kullandığını geç de olsa kabul etmesi bunun tipik bir örneği. Mayıs 2025’te Microsoft, İsrail rejiminin Filistinlilere zarar vermesini sağlayan kitlesel gözetimi mümkün kıldığı iddialarını reddetmiş, ancak birkaç ay sonra teknolojisinin kötüye kullanıldığını dar kapsamlı bir biçimde kabul ederek bu tutumunu tersine çevirmişti. Bu örnek, şirketlerin BM Rehber İlkeleri kapsamında sahip oldukları zarar tespiti ve önleme sorumluluklarını ne ölçüde yerine getirmediklerini açık biçimde ortaya koyuyor.
Bu bağlamda, uluslararası ceza hukuku savaş suçlarındaki kurumsal suç ortaklığını ele almakta yetersiz kalıyor. Hem teamül hukuku hem de Roma Statüsü, cezai sorumluluğu yalnızca gerçek kişilerle sınırlandırarak şirketleri tüzel kişilik olarak kapsam dışında bırakıyor. Bunun sonucu olarak, şirketlerin soykırım, savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar dâhil olmak üzere ağır suçların işlenmesine ve sürdürülmesine katılımlarından dolayı hesap vermelerini sağlamak, başlı başına ayrı bir hukuki mücadeleye dönüşüyor.
Bir teknoloji yöneticisinin uluslararası suçlara yardım ve yataklık etmekten yargılandığını görme olasılığı uzak görünse de, düzenleme ve hesap verebilirlik yönündeki mütevazı çağrılar bile giderek daha fazla saldırı altında. Trump yönetimi, küresel hâkimiyet arayışının bir parçası olarak büyük teknoloji şirketlerini kendi stratejik hattına dâhil etti ve böylece bu devleri fiilen dokunulmaz hâle getirdi. Sektör lobicileriyle uyum içinde hareket eden Trump, teknoloji sektörünün eyalet düzeyinde düzenlenmesine direneceğini taahhüt etti ve denetim mekanizmalarını geri almaya başladı. Birleşmiş Milletler’in Filistin Özel Raportörü Francesca Albanese’in, İsrail’in yasadışı işgali ve soykırımındaki kurumsal suç ortaklığına dair raporunu yayımlamasının ardından yaptırımlarla karşılaşması, ABD hükümeti ile şirketlerin adalet ve hesap verebilirlik arayışından kendilerini korumak için nasıl kenetlendiğini açık biçimde gösteriyor. İsrail’in suçları ve işgali karşısında Filistin karşıtı kökleşmiş önyargılar ve süregelen çifte standartlarla birleşen bu dinamikler, teknoloji sektörünü denetimden koruyan müsamahakâr bir hukuki ve siyasi ortam yaratmış durumda. Sonuç olarak teknoloji şirketleri, İsrail askerî işgaliyle doğrudan işbirliği içinde, denetim ya da hesap verme zorunluluğu olmadan, yapay zekâ destekli hedefleme sistemlerini ve kitlesel gözetim teknolojilerini tasarlamaya, uygulamaya ve desteklemeye devam edebiliyor.
Bu hesap verebilirlik krizinin ortasında, teknoloji işçileri şirketlerin suç ortaklığını sorgulamanın ön saflarında giderek daha belirgin bir şekilde yer alıyor. Şirket yöneticileri İsrail rejimiyle olan ticari bağlarını derinleştirirken, teknoloji sektöründeki itirazlar da büyümeye devam ediyor; giderek daha fazla çalışan, soykırımı, sömürgeleştirmeyi ve apartheid rejimini mümkün kılan araçları üretmeyi reddediyor. Microsoft’un Gazze’deki soykırımda oynadığı rolü protesto eden çalışanlarını işten çıkarması, İsrail’in askerî ve güvenlik kurumlarıyla işbirliğine karşı çıkan çalışanlar misillemelere maruz kaldığı Google’da da benzer biçimde yankı buldu. No Tech for Apartheid ve Tech Workers Coalition gibi oluşumlardan örgütçüler, genellikle gizli ya da açıklanmayan askerî sözleşmeler aracılığıyla yürütülen devlet şiddetiyle sektörün derin iç içeliğini açığa çıkarmada merkezi bir rol oynuyor.
Öneriler
Teknoloji sektöründeki direniş büyümeye devam ederken, Filistinli sivil toplumun ve küresel dayanışma hareketlerinin, Filistinlileri insanlıktan çıkaran ve onları yeni savaş teknolojileri için deneklere dönüştüren yapıları yıkma çabalarını yoğunlaştırması gerekiyor.
Kurumsal suç ortaklığını ele almak öncelikle, özel şirketlerin yanı sıra akademik kurumların da yer aldığı araştırma ortaklıklarıyla yüzleşmeyi gerektiriyor; bu ortaklıklar, askerîleştirilmiş teknolojilerin geliştirilmesi ve yaygınlaştırılmasında rol oynuyor. Aynı zamanda, İsrail’in askerî teknoloji sektörünü sürdüren ve meşrulaştıran finansman akışlarını, ticaret ilişkilerini ve daha geniş ekonomik bağları incelemeyi de zorunlu kılıyor. “Büyümenin motoru” olarak tanımlanan İsrail’in yüksek teknoloji sektörü yapısal olarak özel ve yabancı sermayeye bağımlı. Finansmanının yaklaşık %91’i özel sektörden, risk sermayesi yatırımlarının ise yaklaşık %80’i yurtdışından geliyor. Bu sayılar uluslararası yatırımcıların, üniversitelerin ve şirketlerin İsrail’in askerî-teknolojik aygıtını finanse etmede ve meşrulaştırmada doğrudan pay sahibi olduklarını açıkça gösteriyor. Hükümetler, düzenleyici kurumlar ve sivil toplum, finansal akışlarda şeffaflık talep etmeli, uluslararası hukuka uyumu ortaklıkların önkoşulu hâline getirmeli ve ağır insan hakları ihlalleri ile savaş suçlarına ortak olan şirketlere yönelik yatırımların geri çekilmesi veya yaptırımlar uygulanması yönünde adımlar atmalıdır.
İkincisi, hesap verebilirliğe odaklanan sivil toplum çabaları ve hukuk girişimleri, İsrail’in suçlarının yalnızca Gazze’de değil, Batı Şeria’da da temelini oluşturan dijital altyapılara daha fazla vurgu yapmalıdır. Uluslararası Ceza Mahkemesi Savcılık Ofisi kısa süre önce siber destekli suçların soruşturulması ve kovuşturulmasına ilişkin, günümüzün ağır insan hakları ihlallerinin dijital boyutlarının uzun süredir gecikmiş bir kabulü niteliğindeki ilk taslak politikasını yayımladı. Teknoloji şirketi yöneticilerini bu tür suçlara ortaklıktan dolayı yargılamak kanıt, niyet ve yargı yetkisi gibi zorluklarla dolu, karmaşık ve uzun vadeli bir süreç olsa da yine de araştırılmaya değer bir yol sunuyor.
Uluslararası Adalet Divanı’nın 2024 tarihli İsrail işgalinin yasadışılığına ilişkin danışma görüşü, devletlerin bu yasadışı varlığı desteklemekten veya sürdürmekten kaçınmakla yükümlü olduklarını açık biçimde ortaya koyuyor. Bu görüş, yalnızca İsrail’le ekonomik ya da askerî bağlarını sürdüren hükümetlere karşı değil, aynı zamanda bu devletlerde yerleşik olup teknolojileriyle etnik temizlik ve işgali fiilen kolaylaştıran şirketlere karşı da hukuki girişimlerin önünü açıyor. Sivil toplum aktörleri, bu görüşü kullanarak devletler üzerinde bu tür kurumsal katılımı düzenleme yönünde baskı kurmalı, şirketlerin uyumsuzluk göstermesi hâlinde dava süreçleri başlatmalı ve İsrail rejimine dijital altyapı sağlamaya devam eden firmalardan yatırımların çekilmesini savunmalıdır.
Üçüncüsü, hukuk savunucuları ile teknoloji işçileri arasında daha güçlü ittifaklar kurulması hayati önem taşıyor. Bu tür işbirlikleri, gizli askerî sözleşmeleri açığa çıkarabilir, delil toplama süreçlerini güçlendirebilir ve sektör içindeki muhalif sesleri büyütebilir. Hukuki stratejileri işçilerin öncülüğündeki direnişlerle birleştirmek, hem savaş ve apartheid’ın dijital altyapılarına gömülü suç ortaklığını sorgulamak hem de gelecekteki hesap verebilirlik mekanizmalarının temellerini atmak açısından belirleyici olacak.
Sonuçta, askerî yapay zekâ için açık ve bağlayıcı hesap verebilirlik mekanizmalarının kurulması; hükümetlerin, düzenleyicilerin ve sivil toplumun birlikte çalışarak hukuki boşlukları kapatmasını ve uluslararası hukuku koruyacak şekilde küresel teknoloji alanını yeniden şekillendirmesini gerektiriyor. Yapay zekânın savaşta giderek hızlanan kullanımı düşünüldüğünde, büyük teknoloji şirketlerinin hesap verebilirliği özellikle acil bir mesele hâline geliyor çünkü bu durum, yapay zekâ destekli öldürücü gücün ölçeğini, hızını ve gizliliğini benzeri görülmemiş biçimde artırıyor. Filistin örneğinde, büyük teknoloji şirketleri tarafından sağlanan yapay zekâ teknolojileri, İsrail rejiminin Gazze’de eşi görülmemiş bir ölçekte ve acımasızlıkta yürüttüğü soykırım saldırısını mümkün kılmada merkezi bir rol oynamıştır. Bu şirketleri hesap vermeye zorlamak, bu nedenle yalnızca kurumsal denetim meselesi değil, aynı zamanda İsrail’in savaş suçları karşısında adalet ve hesap verebilirlik mücadelesinin temel bir unsurudur.
(MF/DS/VC)









