Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı 2006 yılında Taksim sahnesini, 2008 yılında da Atatürk Kültür Merkezi’ni tadilat nedeniyle kapattı. Son yıllarda artan tiyatroya müdahalenin ilk emareleri böylelikle hayatımıza girdi. 2010 yılında Kumbaracı50 Beyoğlu sahnesinde oynanacak “Yala Ama Yutma” oyunu Vakit Gazetesi başta olmak üzere muhafazakâr basın tarafından hedef gösterildi. Hedef gösterilme sonucunda Beyoğlu Belediyesi Kumbaracı50 sahnesini eksik evrak gerekçesiyle mühürledi. 2011 yılında devletin tiyatrosu olur mu sorusuyla başlayan iktidar-tiyatro ilişkisi arasındaki gerilim 2012 yılında o dönem başbakanlık yapan Recep Tayyip Erdoğan’ın “Gelişmiş ülkelerde devlet eliyle tiyatro olmaz. Tiyatroları özelleştirmeye götürüyorum” açıklamasıyla iyice alevlendi. Gezi sürecinden sonra eylemlere katılan tiyatroların ödeneklerinin kesilmesiyle süreç daha da keskinleşerek kutuplaşmalar başladı. 2014 yılında Devlet Tiyatrosu Genel Müdürü Mustafa Kurt’un beklenmedik istifası herkesin kafasında soru işaretleri oluşturdu. DT ve Devlet Opera ve Balesi (DOB) genel müdürlüklerinden sorumlu Müsteşar Yardımcısı Sefer Yılmaz'ın oyun provalarının kayıt altına alınması yönündeki talebi devletin tiyatro üzerinde baskı kurma isteğini gözler önüne serdi. Bunun dışında İstanbul Şehir Tiyatrolarında sahnelenen Cibali Karakolu oyununda fahişe rolü oyundan çıkarıldı.
İrdelemek istediğim konu da tam da bu olayların olageldiği AKP iktidarının son 5 yılı içerisindeki tiyatro üzerindeki baskısı ve bu baskının karşısında konumlanan Bağımsız Tiyatroların artışı ve iktidar karşısındaki konumları. Peki, bu sansür sürecinde tiyatrocular ne düşünüyor? Bu sorunun cevabını bulmak için tiyatrocularla röportaj yaparak tiyatrodaki sansür hakkında ne düşündüklerini sorma fırsatı yakaladım. Devletin tiyatrosu olmalı mı? Şehir Tiyatrosu’ndaki durum nedir? Bağımsız tiyatrolar ve iktidar arasındaki ilişki? Ve bu çerçevede devam eden birçok konuda söyleştim. Amacım tabii ki tüm sürecin derlenip toparlandığı bir çalışma olması değil; ama en azından sürecin bir değerlendirmesini ortaya koymaktı.
İktidarın tiyatro "sorunsalı"
Öncelikle devlet-tiyatro, iktidar-tiyatro ilişkisinden başlamamız gerektiğini düşünüyorum. Bu süreç hakkında Tiyatro Tatavla’nın kurucusu olan Eraslan Sağlam’a kulak verelim. “Konservatuarların kuruluşuna, devlet senfonilerinin, devlet opera balesinin, Darülbedayi ‘nin, devlet tiyatrolarının kuruluşuna baktığımızda, bu zaten sansür olan bir şeydi. Yani devlet erkânı, bir kurumun yönetimi hakkında diyordu ki, ‘Bu tüzükle yönetileceksiniz’. Biz bunu masum bir yere yükleyerek ses çıkarmıyorduk. İşte, ‘Efendim bir cumhuriyet kuruluyor, dolayısıyla olabilir’ diyorduk. Çünkü bu bizim yani Batılı anlamda sanat yapan insanların bir anlamda işimize geliyordu. Fakat ne vakit ki AK Parti iktidarı geldi, o da uygulamayı kendisi yapmaya başladı, biz yıllardır hiçbir şeye '’Dur!’' demiyorduk, ona 'Dur!’ deyiverdik.”
Eraslan Sağlam’ın da belirtiği gibi iktidar-tiyatro ilişkisi sadece AKP iktidarına has bir durum değildi. Sadece tepkinin birikmesi ve artık aleni bir şekilde baskının ve sansürün uygulanması tepkinin AKP’ye yönelmesine sebep oldu.
Peki, AKP bu noktada hiç mi suçlu değildi? Aslı Öngören’e (İstanbul Şehir Tiyatroları-Destar Tiyatro) göre “Şu anki iktidar da tiyatroyu her iktidar gibiakıllı ve tehlikeli buluyor. Beslendiği tabanına masal anlatmak için gayrı-ahlaki olmakla yaftalıyor ve geniş kitleleri iyice uyutmak için bir silah olarak eline geçirmeye çalışıyor. Oysa siyaset sanatı en fazla kısıtlayabilir ama asla tekeline alamaz. Tiyatro ise hangi türde olursa olsun gerçeğin peşindedir. En kof masalı anlatan, en sıradan, eğlencelik hali bile hayatın bir gerçeğini görünür kılar. O nedenle de her iktidar için tehlikeli ve insanlık içinse gerekli ve vazgeçilemez.”
İşte 2002-2015 arası zamana baktığımızda asıl sorunun sansürle beraber tiyatroyumuhafazakârbir zemine çekme isteğinin de etkin olduğunu görüyoruz.
Devletin tiyatrosu olur mu?
İktidar ilk etapta ortaya “Devletin tiyatrosu olmalı mıdır?” sorusunu atarak bir tartışma yarattı. Süreç yazının başında belirttiğim gibi 2011 yılında gündeme geldi ve 2012 yılında başbakanın yaptığı açıklamayla resmiyet kazandı. İktidar Kültür ve Turizm Bakanlığı Devlet Tiyatrosu Mevzuatında değişiklikler yapmak istedi, fakat tiyatro çevreleri ve destekçilerinin yaptığı eylemler ve itirazlar sonucunda bu amacına ulaşamadı. Süreç tiyatrocular arasında devam etti. Bu konuda tiyatrocular ikiye ayrılmıştı. Bir kısmı devlet tiyatrosunun gereksizliğini savunurken bir kısmı da devletin tiyatrosu olması gerektiğini savundular.
Eraslan Sağlam “Devlet tiyatrodan tümüyle desteğini ve elini çekmelidir', diye bir şey, var olan gerçekliği yok saymak anlamına gelir. Biz eğer İngiltere ya da Fransa'da tiyatro yapıyor olsaydık ki orası için bile dediğim şeyler geçerli değil. Burada bir yanlış anlaşılma söz konusu. Zannediyorlar ki, İngiltere'de ve Fransa'da devlet hiçbir şekilde tiyatroya destek vermiyor, elini sürmüyor, tiyatrolar kendi kendine var oluyor. Böyle bir şey olmadığı gibi şöyle bir şey var oralarda; devlet sübvanse ediyor. Bu sübvansiyon yetmediği için, önemli şirketler aynı zamanda sponsor oluyor, bu yetmediği gibi yerel yönetimlerden bütçe ayrılıyor. Şimdi burada şunu kaba buluyorum, işte 'Devlet destek olmasın!' Bu iki kesimden de söyleniyor. Hem var olan iktidar tarafından hem de bazı tiyatrocular tarafından da söyleniyor. Bir kere böyle bir şey olamaz çünkü tiyatroya neresinden bakarsanız bakın bir üstyapı kurumudur ve halkın şu anda tiyatroya ekmek gibi, su gibi ya da kirasını ödemek gibi bir ihtiyacı yok. Dolayısıyla tiyatro dediğimiz şey, kamusal bir alanda duruyor ve kamusal bir hizmet. Tiyatrodan kâr beklemek tümüyle abesle iştigal olur. E ne olacak? Tabii ki devlet destekleyecek, devlet sübvanse edecek. Devlet desteklerken, tiyatro da kendi kaynaklarını yaratmanın peşine düşmeli ve iyi işler çıkarmalı”sözleriyle Devlet Tiyatrosu’nun varlığını savunuyor.
Bir yandan da Devlet Tiyatrosu oyuncuları hakkında süre gelen oyunlarda yer almadan para kazanıyorlar algısının kırılması için de bir çözüm sunuyor “Sanatçılar açısından baktığımızda, performansa dayalı değerlendirme; ama emin olun ki onunla da ilgili sıkıntılar olacaktır. Diyelim ki bir tiyatronun ücretlendirme biçimi performansa dayalı olarak yapıldı. Bunun için bir bilirkişi ve bilirkişi kurulunuzun olması gerekecek. Buna paralel olarak mutlaka devletin tiyatrosu olur; ama büyük bir restorasyondan geçmeli. Yetenekli,üretken ya da kaliteliperformans yaratan insanların yolunun açılabildiği, buna özgür, bağımsız kurumların karar verebildiği, yani başka bir yapı kurulmalı. Büyük bir restorasyon geçirmesi gerektiği kuşkusuz."
Tiyatrocular ve takipçileri açısından baktığımızda genel algının bu şekilde olduğunu görüyoruz. Bu düşüncenin karşısında da olaya farklı bir bakış açısından yaklaşan, devlet ve tiyatro ilişkisinin sorunlu olduğuna değinen bir düşünce de devletin tiyatrosu olmalı mıdır,tartışmasına yeni bir zeminden yaklaşıyor.
Genç tiyatroculardan Erdem Şenocak (Seyyar Sahne) “Benim şahsi kanaatim, devlet tiyatrosunun bir an önce kapatılması gerektiğidir.Çünkü bazıları devlet tiyatrosununameliyat edilmesi gerektiğini söylüyorlar. Ben hastanın çoktan öldüğünü, cenazesinin kaldırılması gerektiğini düşünüyorum. Genelde yine bu tartışmada; ‘Ama öyle olursa şöyle olur’ falan gibi, ‘o şöyle olur'ların mücadelesinin sonra verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Yani, ne bileyim, nasıl olur, işte hükümete yakın ya da kaynağı dağıtacak insanlara yakın kişiler paraları alır falan. Onlar ayrı bir mücadelenin konusu, yani bu, mücadeleyi bulandırmamalı. Çünkü bizzat, muhafazakârsanat diye bir şey çıktı. Devlet Tiyatroları’nın da muhafazakâr sanata karşı bir kale olduğundan bahsediliyor. Ben bizzat Devlet Tiyatroları’nın muhafazakâr bir kurum olduğunu düşünüyorum. Yani, 1930'lardan kalma, belki o dönemde gerekli olan, bence değil ama Türkçe'nin yaygınlaştırılması ve bütün ülkede yayılması gibi, aslında faşist şeyler de içeren, faşist bir havası da olan bir misyonu var Devlet Tiyatroları’nın. Devlet Tiyatroları Diyarbakır'da tiyatro yapıyor ama yüzde 30'u hiç gidemiyor zaten. Hani bırakın Kürtçe oyunu, Kürtçe altyazı dahi yok. Bir keresinde bundan yedi-sekiz sene evvel, galiba bir Kürtçe türkü mü söylenmişti, bir cümle mi geçmişti.İki türlü tepki oldu. Bir kesim ‘Bravo devlet tiyatrosu, Kürtçe şarkı okundu’ dedi. Bir kesim ise, ‘Skandal! Böyle şey mi olur, devletin tiyatrosunda Kürtçe şarkı mı olur’diye tepki gösterdi” sözleriyle düşüncesini savunuyor.
Bu atmosfer Devlet Tiyatrosu kavramının sorgulanması gerektiği düşüncesini ortaya çıkarıyor. İktidar kavramı Devlet Tiyatrosu’na da sirayet etmiş durumdayken,oyun, oyuncu seçimi gibi asli unsurlar belli kişilerin tekelindeyken; iktidarın, Devlet Tiyatrosu üzerindeki baskısını da tam manasıyla tartışamaz konuma geldik.
“Ya da Tiyatro” topluluğundan Emek Dedeoğlu:
“Şahsen Devlet ve Şehir Tiyatroları’nın varlığının sürdürmesinin gerekliliğine inanıyorum. Bu devlet elinden bir şey olması için değil; ama sanata ya da tiyatroya herkesin erişebilir olması açısından bile bunun varlığının devam etmesi gerekiyor. Öte yandan içeriklere karar veren insanlar ehil değiller ya da alanlarında uzman değiller. Bugün bakıyorsunuz, müdür olarak getirilen insanın durumu belli, geçmişi belli. Yani dolayısıyla onun seçeceği bir repertuarın oynanıyor olması bile kendi kendine bir sıkıntı. Sansür illa baskıyla ya da birisinin kafasına vurarak değil, bilgisizlik de sansürün bir başka türü. Bilmeden bir şeyleri kabul edip reddediyorsanız, öyle de bir sansür getirmiş oluyorsunuz. O zaman devreye oto sansür de giriyor. Ben de gidip Devlet ya da Şehir Tiyatrosu’na, 'Benim bir oyunum var, ilgilenir misiniz' diyemiyorum. Kendimi sansürlüyorum, 'Dur!' diyorum, çünkü ilgilenmeyeceklerdir. Sana oyunu burada göstermene izin vermeyecekler ya da fon vermeyecekler gibi durumlar var. Tabii ki doğru bulmuyorum, ama o tamamen başa getirilen insanlarla ilişkili. Tabii ki ucu hükümete dayanıyor, atamalar, ona göre, kılıfına uydurularak yapılıyor. Sanırım her alanda olduğu gibi, tiyatroda da aynı şey geçerli” diyor.
Göründüğü kadarıyla iktidarın da istediği durum da bu. İktidar uygulamış olduğu sansürleri de, memur statüsündeki tiyatrocuların tasfiye edilmesini de çok göz batmadan gerçekleştirme amacında.
Peki, bu tasfiyelerde iktidar haklı mıydı?
Öncelikle haklı olduğu tarafa değinelim. Devlet Tiyatrosu içerisindeki oluşumda sahnelenen oyunların ve seçilen oyuncuların belli insanların tekelinde olduğunu ve bazı tiyatrocuların oyun seçerek oynamam kararı alabildiklerini gördük. Bu durumun değişmesi gerektiği ve performansa dayalı bir sistemin getirilerek bu duruma çözüm bulunması gerektiği düşüncesi hâkim durumda. Diğer taraftan bakarsak Devlet bu durumu fırsat bilerek bahsettiğimiz mevzuları kapsamayan, sadece iktidarın düşünce yapısına uymadığı için işten çıkarmak istediği tiyatrocuları da bu kapsam içine almaya çalışmakta.
Aynı sürecin İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda da olduğunu söyleyebiliriz. İktidarın tekelinde olan İstanbul Büyük Şehir Belediye Tiyatrosu bu süreçte oldukça yıpratılmış durumda. Genel sanat yönetmenliğine seçimle gelen kişilere baskı uygulayarak onları yerlerinden ediyor, bunun yerine kendi düşüncelerini dikte ettirebileceği yöneticileri getiriyorlar. Bu süreçte tiyatroyla ilgisi olmayan devlet memurlarının başa geçirilmesi tepkilere sebep olmuş ve tiyatro yönetimi iktidar düşüncesine bırakılmıyor. Bunun yanı sıra bazı oyuncular disiplin cezaları vererek korkutulmaya ve bazıları da tasfiye edilmeye çalışılıyor. Şunu da belirtmek gerekir ki bu durum sadece İstanbul Şehir Tiyatroları için geçerli bir durum değil. CHP’nin belediyelerinden biri olan Bakırköy Şehir Tiyatroları’nda da benzer uygulamalar görülüyor. Oyuncular işlerinden atılıyor, sözleşmeli oyuncuların sözleşmeleri yenilenmiyor ya da feshediliyor. İktidarı rahatsız edecek oyunlar repertuvardan çıkarılıyor.
Bu durum hakkında Aslı Öngören’e kulak verelim: “Baskı ve sansür her dönemde değişik dozlarda vardır. En tehlikeli hali olan oto sansür de maalesef hep çalışır. Ancak Devlet ve Şehir Tiyatroları’nın, çok değerli, yetişmiş, bilinçli sanatçıları sayıca olmasa da etkinlik olarak son derece baskındır ve onlar çoğu kez, olası baskı ve sansürü bertaraf edecek bir yol, bir duruş, zekice bir dokunuş, bir varoluş yolu bulmuşlardır. Unutulmamalı ki bu sanat kurumları varoluşlarının doğası gereği, varlıklarını korumak ve sürdürülebilirliği sağlamak için, iktidarla ilişkilerinde dönem dönem değişen dozlarda bir esneklik ve tolerans geliştirmişlerdir. Ancak bu dönemde özellikle son yıllarda baskı ve sansürden daha ürkütücü yaptırım ve tehditlere maruz kaldı bu kurumlar. Aslında büyük bir saldırıya uğradılar ve yok edilmekle tehdit edildiler. Sanatçıları küçümsendi, birbirine düşürülmek istendi, karalandı, aşağılandı ve son olarak da bezdirilip, sindirilmeye çalışılıyor. Devletin ve belediyelerin bu kurumlar için üstlendiği idari ve mali görev ve sorumluluklar, halkın vergileriyle yerine getirilir ve bu görev ve sorumluluklar yasalarla belirlenmiştir. Bu dönemde, devlet ve belediyelerin halkın parasıyla halk için üstlendikleri görev ve sorumlulukları, “parayı ben veriyorum” diyen bir patronaja ve hiçbir donanımı olmayan ellerce mesleki alana da (teknik, sanatsal- edebi ve sahne üstü alana da) müdahale hakkı kullanmaya eviriliyor. Yani hiç olmadığı kadar tehlikeli bir içini boşaltma operasyonuyla karşı karşıya sanat kurumlarımız”
Seyirci ve tiyatro ilişkisi
Tiyatro seyircisi konusuna da değinelim. Türkiye tiyatrosu seyircisi bu süreçte nasıl bir tavır alıyor?
Devlet Tiyatrosu’nun oyunlarına seyirci bulmak gibi bir derdi yok. Çünkü devlet desteği sayesinde büyük prodüksiyonları sahneleyebiliyor ve bilet fiyatları bağımsız tiyatrolara göre minimum düzeyde. Bu faktörler göz önünde bulundurulduğunda kemik bir seyirci kitlesine sahip olan Devlet ve Şehir Tiyatroları’nın maruz kaldıkları baskı ve sansür ortamında ilk etapta seyirciler tepkilerini gayet net gösterirken zamanla bir kimliksizleşme durumu ortaya çıktı. İnsanlar eylemlerden geri çekilmeye başladılar. İktidar bunu tiyatrocuların dediklerini kabul etmiş gibi gözüküp alttan alta değiştirdiği tüzüklerle sağladı. Bu süreçte bağımsız tiyatrolar da kendi kemik seyircisini oluşturdu ve bu seyirciler ve bağımsız tiyatrocular da Devlet ve Şehir Tiyatrosu emekçilerini desteklediler.
Cihan İnan Bekar (Bakırköy Belediyesi Şehir Tiyatroları) tiyatro seyircisi hakkında “Ankara için konuşabilirim. Ankara’nın kendi seyircisi vardır.Kendini tiyatro izleyici olarak yetiştirmiş bir kitledir. Her oyunu ayakta coşkuyla alkışlarlar. İstanbul için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Ama bunu ödenekli tiyatrolar için söylüyorum. Özel tiyatrolara özellikle bu alternatif tiyatrolar dediğimiz, daha çok ilgi alanı bu olan insanlar gidiyor. Dolayısıyla daha kemik bir yapı olduğunu düşünüyorum. Kendi oyunlarımızı izleyen seyircilerimizi düşündüğümde bir asgari bir ölçüdeymiş gibi geliyor bana. ‘Biliyor musun hafta sonu da tiyatroya gittik’ gibi bir algı tiyatro izleyicisi içinde oluşmuş durumda. Bu sebeple gerçekten tiyatro izleyicisi olarak görebildiğim çok fazla izleyici olmuyor” diyor.
Aslı Öngören’e göre ise, “Seyircisiyle iyi İletişim kuramamış bir tiyatronun fazlaca tutanağı kalmaz. Tehlike, insanımızın hoşgörüsüzlüğe, sansür ve ispiyona teşvik edildiği bir dönemde olmamızdan kaynaklanıyor. Buna karşın bilinçli seyircinin de, tiyatroları yıpratmak için fırsat olarak kullanılan mesela Beyaz Masa gibi organları ters yüz edip, sansür ve baskıyı kaldırma talebiyle kullanmalarının zamanı gelip geçiyor korkarım. Tek bir itirazla kaldırılabilen oyunlar yerine, tek bir taleple sahnelenen oyunlar yapılabilmesi gerekir. Sanatsal nitelik ve yeterlilikten ödün vermeden elbette. Türkiye tiyatrosunun yapı taşları ve izleyicisi birlikte davranmalı ve yalandan, cehaletten kurtulmak, kurban-kahramanlar beklemeden gerçeğin peşinde daha kalabalıklaşıp, dayatılanları sorgulamak yükümlülüğünü daha geç olmadan üstlenmelidir artık. Çünkü edilgenlikten gelen bezginlik, mutsuzluk, şikâyet ve tekrar, değiştirme gücünün farkına varmadan, buna cesaret etmeden aşılamaz”.
Burada bağımsız tiyatroların repertuvarına aldıkları metinlerle de tiyatro seyircisinipolikleştirdiğini ve farkındalık yarattığını söyleyebiliriz.
Tiyatro alan ve mekanların kimliksizleştirilmesi
Kültür sanat alanlarının daraltılması ve itibarsızlaştırılması da seyirci ve seyirci alanlarının değişmesine sebep oldu ve olacaktır. Özellikle Atatürk Kültür Merkezi Sahnesi’nin (AKM) kapatılması büyük tartışmalara sebep olmuştu. Devlet bir tehlike olarak gördüğü Taksim ve çevresindeki kitleyi ayrıştırmak istiyordu ve bunu AKM üzerinden yapmaya çalıştı. Taksim üzerindeki sanat tahakkümünü böylelikle ortaya koydu.
Bu konuda Mirza Metin (Şermola Tiyatro), “Beyoğlu’na kültür sanat takip etmeye, sergi izlemeye gelen insanlar vardı artık gelmiyorlar. Bu durum aynı zamanda bu civardaki sinema ve tiyatroların seyircini düşürdü. Sokakta şair görmüyoruz. Artık Beyoğlu’nda iki kadeh tokuşturan şair yok. Bir kültür merkezinde sokakta şair göremiyorsak orda büyük bir erozyon, yoksulluk başlamıştır. Kentsel dönüşüm Tarlabaşı’nda büyük bir kentsel kültürel tarihin, dokunun bozulmasına sebep oluyor. Beyoğlu’ndaki birçok bina otele dönüştürülüyor öyle topyekûn bir saldırı var kieski kültür sanat merkezi olan Beyoğlu’nda. Bunun içinde herşey var sadece tiyatrolar yok” diyor.
Taksim Meydanı ve çevresini dönüştürme süreci de aslında meydan özelinde iktidarın kontrolü daha sağlamasını sağlamaya yönelik çalışmaları içerisinde barındırıyor. İktidar AKM ve Emek Sineması özelinde başlayan, Gezi süreci ile devam edip günümüze gelinen süreçte Taksim’de güç gösterisini sanat üzerinde de gösteriyor.
Iraz Yöntem(Tiyatro Hal) bu konuya değiniyor “Taksim projesi denen şey sadece Gezi Parkı’nı değil AKM, meydan, anıtı da kapsıyor. AKM dünyadaki sanatı kucakladığımız, hem kendimizi tanıttığımız hem de dünyayı tanıdığımız bir kültür merkeziydi. Dolayısıyla çok acı bir durum. Kapalı kaldığı süre boyunca üç buçuk milyon kez zapt edildi orada sergilenen sanat. Sanat aynı zamanda kitleseldir. Ne kadar çok kitleye aynı anda ulaşırsa etkisi o kadar katlanarak artacaktır ve değerlenecektir. Bir arada olmayı korumak zorundayız. Bu açıdan bakılacak olursa taksim projesinin planlanmış bir şey olduğunu düşünüyorum ve açıkçası seçimlerden sonra(1 Kasım seçimleri) AKM için biraz daha endişeleniyorum.”
1 Kasım seçimlerinden sonraki görüşler her alanda olduğu gibi sanatta da baskının artacağı yönünde. Bunu ilerleyen süreçlerde hep beraber göreceğiz.
Repartuara müdahale
Önemli sansür başlıklarından biri de Devlet ve Şehir Tiyatroları’ndaki “metin sansürü”. Uzun yıllar devlet ve şehir tiyatrolarında seçilen metinler bir kuruldan geçti. Bu kurulun oluşumunu yıl yıl vermek ne yazık ki mümkün değil, ama son yıllarda kurulun iktidar karşıtı metinlere yer vermediğini, veremediğini gördük. Zaten işlenemeyen Kürt siyaseti, LGBTİ gibi konular da eklenince tek tip oyun seçiminin olduğuna tanıklık ettik. Bu aşamada bağımsız tiyatrolar devreye girerek bu eksikliği başarılı bir şekilde gideriyorlar, hatta Devlet ve Şehir Tiyatroları’na da emsal oluyorlar. Devlet ve Şehir Tiyatroları’nda da yapılacak mücadeleler sonrasında uzun yıllar repertuvarında yer verilemeyen bu tür oyunlara yer verilmesi gerektiği düşüncesi savunuluyor.
Devletin gölgesinde "ödenek"
Tartışılan bir diğer konu da ödenek konusu. Devlet halkın vergileriyle oluşturduğu Kültür Bakanlığı ödeneğini kendi tekelinde dağıtıyor.
Aslı Öngören bunu şöyle açıklıyor “Devlet, tekelinde olan tiyatrolar dışında sadece ödenekle desteklediği özel tiyatroları da kontrol altında tutmayı amaçlıyor. İşte burada ‘ödenek’ konusu devreye gidiyor. Her sene Kültür Bakanlığı tarafından verilen ödeneklerin hangi kıstaslar göz önünde bulundurularak verildiği bilinmiyor. Bu tartışma özellikle Gezi Olaylarından sonra iyice alevlendi, çünkü gezi olaylarından sonra bilinen kadarıyla 10 tane tiyatronun ödeneği kesildi.”
Fakat ödeneğin kıstaslarının net olmaması başka bir tartışmayı da beraberinde getiriyor. Ödenek gerçekten siyasi çıkarlar göz önünde bulundurularak mı veriliyor?
Eraslan Sağlam'a kulak verelim “Resme baktığımızda Gezi'deki tavrınız nedeniyle bu ödenek kesilmiştir gerekçesi gösterilmiyor. En tehlikelisi de bu zaten. Devletin desteği vermesinin ya da vermemesinin gerekçesini sunması gerekiyor ki, sağlıklı bir zeminde tartışma yapabilelim. Bu noktada biz fikir yürütüyoruz. Neden başkalarının kesilmedi de bunların kesildi? Bunları diğerlerinden ayıran temel etmen neydi? Siyasi olarak sol tandanstaki duruşları bu tiyatroların belirgin özelliği. O zaman aklımıza tek bir seçenek geliyor: 'Gezi'deki direnişe aktif olarak katıldığı için, hükümet bunun desteğini kesti' diyoruz. Diğer tarafından dönüp baktığımızda şöyle bir şeyle karşılaşıyoruz, destek alan başka bir kesim var ki, ne adı, ne sanı, ne yaptığı tiyatro... Adrese gidiyor tiyatro diye, inşaat şirketi çıkıyor. Biraz derinlemesine araştırma yapıldığında da, tiyatroyla ilgisinin olmadığını ama iktidarla yakın ilişkide bulunan bir kurum ile karşılaşıyoruz. Ben ezberci bir yerden gelmiyorum. Ben kendi bulunduğum yeri de, yakın durduğum insanları da, bütün bilgilere şüpheyle yaklaşan, sorgulayan bir insanım. Ama devlet o kadar kapalı ki bu anlamda, dolayısıyla tabii ki biz de bize sunulan argümanlarla bir değerlendirme yapabiliyoruz. Size argüman sunulmazsa eğer, siz de kendi argümanınızı yaratırsınız.”
Başka açılardan olaya yaklaşan tiyatrocular da var. Mirza Metin (Şermola Performans), “Devlet yapılanması içerisinde bürokrasi görünür ya da görünmez bir biçimde sansürü işletir. Devletin içinde bir tiyatro yapılanması mecburen bir oto sansürü doğuracaktır. Bu kaçınılmaz çünkü başında bürokratlar var. Yani devletin parasıyla devleti eleştiriyorsun böyle bir şey olabilir mi? Tiyatro bunun içindir zaten bunun olması içindir” sözleriyle aslında bizi Gezi sonrası ortaya çıkan atmosfer hakkında da düşünmeye sevk ediyor. Çünkü iktidar karşıt düşünceleri “ödenek” ile cezalandırma yoluna giderek bazı özel tiyatroların ödeneğini kesmişti
Fatih Koyunoğlu (Tiyatro Adam) ise farklı bir açıdan konuya yaklaşıyor: “Gezi'den sonra dillenmesinin sebebi, çok daha büyük ölçekli tiyatroların ilk defa ödeneğinin kesilmiş olması. Ama sadece birilerinin canı yandığı zaman bunun dillendirilmesini de doğru bulmuyorum. Yıllardır o komisyonda, yani sanki adil bir paylaşım vardı da, bu Gezi'den sonra adaletsiz şekle büründü gibi bir hava hâkim. Bunları çok popülist açıklamalar olarak görüyorum. Yıllardır aynı abilerin ödeneğini belirleyen bir başka abi, bir tiyatro yöneticisiydi, bir özel tiyatro yöneticisiydi, hiç kimsenin sesi çıkmıyordu.”
Söylenenlere baktığımızda görüşlerin netleşmesi için ödeneklerin neye göre verildiğinin açıklanmasının şart olduğu aşikâr. Peki devlet burada hangi yolu seçiyor? Ödenekler konusunda oluşan intibaı reddetmek yerine oluşan atmosferden faydalanarak tiyatrocuları korkutmaya, gözdağı vermeye çalışıyor. Devlet halkın vergileriyle oluşturulan Kültür Bakanlığı fonunu eşit bir şekilde pay etmiyor.Ödenek kavramıyla tiyatroları dize getirmeye çalışıyor. Aslında tüm tiyatrolara pay etmesi gereken, vergilerle oluşan ödeneği, kendi tekelindeymiş gibi kullanıyor.
Örtülü sansür yasası: 657
Sansürün bir diğer ve benim çalışmamı etkileyen kısmına da değinmem gerekiyor. 657 sayılı Devlet Kanunu uyarınca “memur” statüsündeki insanların devlet aleyhine konuşmaları ve bilgi vermeleri yasak. Bu sebepten “sansür” başlığı altında yapılacak bir görüşmeyi ne yazık ki kabul edemiyorlar. Aslında sansür ve baskı temelinde bu kanunla uygulanmış oluyor. Memur olan tiyatrocular da maddi ve manevi kaygılar sonucunda konuşamıyorlar. Bir yandan haklı bulanabilen bir davranış ve mecburiyet söz konusu. Bir diğer taraftan ise sansür ve baskı sürecinde insanların ellerini taşın altına koymaları gerekiyor. Çünkü böylesi bir durum “bankamatik tiyatrocuları” kavramı gibi bir tartışmayı beraberinde getiriyor ve toplumunda vermesi gereken tepkiyi vermemesine sebep olabiliyor.
Murat Mahmutyazıcıoğlu (İkinci Kat) ,“Hayatta kalma mücadelesi var. Yani bir devlet memuru olarak maaş alıyor, hayatını bu şekilde sürdürüyor. Orda çok ikilemde kalıyor ve o insanlarımızı asla yargılayamam. Ama bir yerde de sonuçta tiyatro yapıyoruz, sanat yapılıyor ve sanatın muhalif olması diye bir gerçek var. Onun memuriyete dönüşme hali zaten çok sorgulanması gereken bir durum. Belki devlet bunu istedi ve böyle yaptı bir zamanlar, daha fazla kontrolüne almak için. Ama işte bir yerde bu algıyı kırmak lazım ve konforlu bir yere geçmemek lazım. Yani açlığı da göze almak lazım, yapacak bir şey yok” sözleriyle tiyatrocuların da tiyatro tutkularının yanında yaşama kaygısının da devreye girerek tiyatronun muhalif kimliğinin çok da göz önüne serilemediğini bunun yasalarla engellediğini bir tiyatro emekçisi gözüyle bize göstermiş oluyor.
Olaya farklı bir açıdan yaklaşan Bilgesu Kasapoğlu (Yada Tiyatro), şöyle diyor: “Çünkü şu an yaşadığımız süreçte, gerçekten her tiyatrocunun kendi yaşamını devam ettirme gayreti çok fazla ön planda. Yani mesleğiniz için heyecan duyuyorken, mesleğinizi yapmak için elinizden geleni yapmaya çalışıyorken, maalesef kendi yaşamınıza, yani bireysel insan olarak yaşamınıza devam etme sıkıntınız bazen ön plana geçiyor. İster istemez siz de, mesleğinize belki de ihanet edeceğiniz, ihanet ettiğinizi hissettiğiniz işler içine kendinizi girmiş bulabiliyorsunuz. Şu içinde bulunduğumuz on sene içindeki zihniyetin, farklı yaşam biçimlerini tamamen öldürerek, insanların ister istemez işlerine, hayatlarına, tatillerine, giyimine kadar her şeye yansımışken, iş hayatlarımıza da yansımış oluyor.” İktidar muhalif düşünceye karşı muhafazakâr kimliği destekleyerek hayatımızın her alanına olduğu gibi tiyatromuza da etkide bulunmuş oluyor.
Peki, çözüm
Gelelim bu kaosun çözümü hakkındaki görüşlere. Çağ Çalışkur (Craft Tiyatro) “Sansürün ortadan kalkması eğitim seviyesinin yükselmesiyle mümkün ve bence bir kere birilerinin yaptıkları riskli birtakım şeylere izin vermekle mümkün ki sonrasında sonuçlarını görelim. Yani şu anda bilmediğimiz bir şey üzerinden sansür uyguluyoruz. Yani sansürün sonuçlarını bile bilmiyoruz. Artık o kadar ağzımıza yapışmış bir şey ki, sansür uygulamamız gerekiyormuş gibi davranıyoruz” görüşüyle aslında sansürün biraz da içimizde olduğunu ve bireysel olarak bunu hayatımızda istemsizce uyguladığımızı belirtiyor.
Diğer yandan Cihan İnan Bekar “Bizim sansürü duyurabilecek gücümüz var. Bu gücü kullanmamızla ilgili olduğunu düşünüyorum. Ve memlekette gündem o kadar hızlı değişiyor ki o kadar can yakıcı şeyler oluyor ki sanki bunlar “tali” birşeymiş haline geliyor. Hâlbuki özellikle internetteki sansür tiyatrodaki sansürden daha önemli benim için. Çünkü haber alabilmek istiyorum, ne olup bittiğini bilmek istiyorum. Aslında sanattan da ben bunu bekliyorum. Tabii ki bir haber spikerliği değil ama ne olup bittiğini bana gösterebilen bir oyun benim ilgimi çeker örneğin. İzin alıyoruz. Yeterince kararlı birşekilde bizi ilgilendirmeyen bir konu içinde sansüre karşı durabilirsek eğer o zaman kitleselleşir. Bu bana dokunmuyor onun da sansürünü yapsınlar dediğimiz zaman olmuyor o iş. Bugün işte gerillalarla ilgili bir film sansürleniyor, bir kesim bana hitap etmiyor onlar zaten beter olsunlar deyip arkasını dönüyor. Ertesi gün onlar bambaşka bir şey söylerken onlar sansüre uğruyor. Bu bir döngü ve sistemsel bir şey. Topyekûn karşı durmak gerekiyor” diyor.
Tek tek örnek vermek yerine bütünlüklü olarak bir yorum katmak uygun olacak. Görüştüğüm tiyatrocuların çoğundan gözlemlediğim kadarıyla devlet ve şehir tiyatrolarındaki yönetim, oyun ve oyuncu algısı değişmesi gerekiyor. Çünkü Cumhuriyet'in kurmuş olduğu bir düzenek modernleşme konusundaki miladını doldurmak üzere ve ne yazık ki bazı hep tiyatrolar erkler tarafından yönetilegeldi.
Devletin buradaki görevi müdahale etmek değil belki kurullar toplayarak yeni düzenlemeler sunmak olabilir. Devletin dahil olması sadece maddi ve manevi olarak desteklemek olmalı, kendi dediğini yaptırmaya çalışması zaten sorunlu olan bu kurumların düzelmesini engeller ve tiyatromuzu çıkmaza sokar. Ayrıca ödenek konusunda da devlet halkın vergilerini kendi isteğine göre değil, toplum tarafından da bilinen kıstaslara göre vermeli, destek verdiği tiyatrolara neden verdiğini destek vermediği tiyatrolara da neden destek vermediğini açıklamalıdır. Toplumda bunları bilmeye hakkı olduğu inancının hâkim olduğunun bilinmesi gerekiyor. Diğer taraftan devlet bağımsız tiyatrolarla da diyalog içinde olmalı. Bağımsız tiyatroların kendi aralarında oluşturdukları dayanışma gruplarının toplantılarına katılarak onların da tıpkı devlet ve şehir tiyatrolarında olduğu gibi görüş ve önerileri alınmalı.
İlk etapta çözüm olarak söylenen şeyler bu yönde. Sonuç olarak devlet-tiyatro ilişkisi devletin tiyatrolara maddi destek vererek ama özerk bir konum sağlayarak çözebileceği bir problematiktir.
Mesela Aslı Öngören şöyle diyor: “Normalleştirmeyeceğiz. Reddedeceğiz. Aksi halde oto sansür devreye giriyor çünkü. Asıl büyük tehlike oto-sansür ile başlar ve artık tutarlılıktan, özgürlükten, çeşitlilikten ve yaratıcılıktan söz edilemez. Hiçbir güç sanatsal üretimi engelleyemez, sadece topluma ulaşmasını önlemeye yeltenebilir. Bizim ki gibi ülkelerde ve yaşadığımız gibi toplumsal dönüşüm dönemlerinde, gerçek bir sanatsal üretimin, bireysel güvence, bireysel tatmin ve tercihleri aşan bir yürek, sorumluluk ve akılla yapılması, bedellerin öngörülmesi zorunluluğu vardır. Hem de kimse alkışlasın diye değildir bu zorunluluk, sanat bunu talep ettiği içindir”.
Sonuçta tiyatro üzerindeki baskıya karşı birlik olarak mücadele edilmesi gereken. İktidar pek çok alanda olduğu gibi tiyatroda da şeffaf bir siyaset yürütmüyor. Gizli kapılar ardında alınan kararlar tiyatro, tiyatro emekçisi ve destekçilerini kendi argümanlarını yarattığı bir sürece sokuyor. Buna karşı da yasal haklar bilinerek şeffaflığı sağlamak için çaba sarf edilmesi gerekiyor.
Tiyatroculara kulak verdiğimizde oluşturulan kaos ortamının tiyatrocular arasında da kopuşlara, fikir ayrılıklarına sebep olduğunu görüyorum. Yazıya son halini verirken karşılaştığım şu haber bile iktidarın tiyatro üzerindeki manipülasyonun bitmediğini bize gösteriyor. İstanbul Büyük Şehir Belediyesi Şehir Tiyatrosu Genel Sanat Yönetmeni Erhan Yazıcıoğlu verilen sözlerin tutulmadığını (kadro verilmemesi, üç yıldır teşvik priminin verilmemesi) ve Aralık sonuna kadar da tutulmazsa istifa edeceğini açıkladı. Yazıcıoğlu ayrıca “Tiyatroyu Tiyatrocular yönetir” ilkesini kabul ettiremediğini de söyleyerek iktidarın tiyatroya olan müdahalesini de bizlere göstermiş oluyor. Tiyatro üzerindeki tahakkümün ortadan kalkması için herkes taşın altına elini sokmalı ve bu buhran dönemini de hep birlikte atlatacağımızı düşünüyorum. Tiyatro emekçileri buna hazır. (EK/HK)
*Eren Korkmaz çalışmasını bianet için özetledi.