Yazıyı, "Yaşını Gösteren Kadınlar: Yaşlanmanın Feminist Deneyimi" isimli kitaptan aldık.
Ankaralı feministlerin bir araya gelip de böyle de önemli bir konuda görüş alışverişinde bulunması ve araştırma yapması beni çok sevindirdi. İstanbul’da da her zaman çeşitli etkinlikler oluyor ama ben artık onlara fiilen katılamıyorum. Ancak yakın bir tarihte arkadaşlar, “Eylemlerde bir araya geliyoruz ama birbirimizin geçmişi hakkında hemen hiçbir şey bilmiyoruz,” diye yakınmıştı. Sana yazacaklarım belki bu açığı da kapatmaya yarar!
Ben 1935 doğumluyum, yani 88 yaşındayım. Çocukluğum Adana’da geçti. O tarihlerde Genç Cumhuriyet verem, sıtma ve trahom gibi Anadolu’yu kasıp kavuran bulaşıcı hastalıklara karşı savaş açmıştı. Babam göz hastalıkları uzmanı, Adana Trahom Hastanesi’nin başhekimiydi. O yüzden Adana’daydık.
Ortaokulu bitirdikten sonra Arnavutköy’deki Amerikan Kız Koleji’nde (şimdi Robert Kolej) altı yıl yatılı okudum. Mimar olmak istiyordum ama evlilikle karar kılınca, hayallerimden ister istemez vazgeçtim. Altı yıl içinde Ayşe, Selim ve Murat dünyaya geldi. Bu süreçte, Dr. Spock’un Bebek ve Çocuk Bakımı’nı okuyup uygulayarak eğlenceli bir annelik dönemi geçirdiğimi söyleyebilirim. Kocamı çok seviyordum, çalışmadığım için çocuklarımı kimselere emanet etmek zorunda değildim! İnşaat mühendisi olan kocam çoğu zaman uzak yerlerde, şantiyelerdeydi.
Biz çocuk çocuk yazları ona katılıyorduk. Ayşe’yle Selim ilkokula başladığında, Murat henüz üç yaşındaydı. Ev adeta boşalmıştı. Çocuklar evden uzaklaşınca çalışmam gerektiğine karar verdim. 1967’de üniversite sınavına girdim. Kazandığımı anneme müjdeleyince, beklemediğim bir tepkiyle karşılaştım. Çocuklarımı sokağa mı bırakacaktım?
İstanbul Üniversitesi, Deneysel Psikoloji dalından dört yılda mezun oldum. Sınıf arkadaşlarım benden 12 yaş küçüktü. Ama bu aramızda bir sorun yaratmadı, bana abla diyorlardı. Öğrenci eylemlerinin tavan yaptığı yıllardı. Arkadaşlarımın çoğu Çapa Yüksek Öğretmen Okulu öğrencisiydi aynı zamanda. Okulları sık sık ya ülkücüler ya da polis tarafından basılıyor, işlenen cinayetlerin hesabı sorulmuyordu.
1971’de darbe olduğunda ben de okulu bitirmiştim. Şansım yaver gitti; yeni kurulmakta olan Mensucat Santral Çocuk Yuvası ve Kreşi’nde kurucu ve yönetici olarak işe başladım ve orada beş yıl çalıştım.
Türkiye İşçi Partisi üyesi olmam, geceleri afişe çıkmak gibi bazı yükümlülükler getiriyordu. Beş yılın sonunda, TİP’te tam zamanlı çalışmak amacıyla, kreşteki işimden istifa ettim. Parti’de de yaşımla ilgili bir ayrımcılık yaşamadım. Abi-abla hiyerarşisi olsa da her yaştan insan vardı. Başkanımız kadındı ama, kadınlar azınlıktaydı.
1980 darbesiyle hayatlarımız değişti. Ben o sırada Parti’nin bir organı olan Bilim Yayınları’nın yöneticisiydim. Binamız basılıp da kitaplarımız talan edilince işsiz kaldım, birçok arkadaşımız da tutuklandı. Daha önce İTÜ’den gelen, gündüz bakımevi kurma teklifini kabul ettim. O karanlık günlerde İTÜ’nün dinamik ve genç hocalarıyla çalışmak ve sabahları çocukların aydınlık yüzlerine, ışıltılı gözlerine bakmak bana şifa oldu.
Bu arada çeviri yapmaya başladım. İTÜ’den sonraki durak Ana Yayıncılık’tı. Ana Yayıncılık, 90’larda cuntanın gadrine uğramış onlarca entelektüel muhalif gence güvenli bir sığınak oldu. Orada Temel Britannica adında bir çocuk ansiklopedisinde çalıştım. Ana Yayıncılık’ta gençler çoğunlukta olsa da, orada çalışan her yaşta insan vardı, onun için hiç ayrımcılık hissetmedim.
Feminizmin yabancısı değildim hiçbir zaman. Adını koymamış olsam da, küçüklüğümden beri kızlarla oğlanlar arasında, bizim ailede bile ayrımcılık yaşandığının farkındaydım. Sonraki yıllarda, kendi çocuklarımın böyle bir ayrımcılık yaşamaması için çok gayret ettim. Bulaşık makinesi yokken bile küçük yaştan itibaren bizim evde hemen hemen her iş paylaşılırdı.
80 sonrası, kadınların sol örgütlerin içinde erkek yoldaşlarının ayrımcılığıyla uğraştığı yıllardı. İstanbul’da kadınların, cuntanın getirdiği yasaklara rağmen evlerde toplanıp feminizmi tartıştığı, kitaplar çevirdiği, hatta mahkeme kararlarına başkaldırarak, “Dayak’a karşı yürüyüş” ile gündem oluşturduğu yıllarda ben Hollanda’daydım. Memleket olaylarını sıcağı sıcağına izliyor, arkadaşlarımla haberleşiyordum. Feminist’in ilk sayısı elime geçtiğinde nasıl sevindiğimi anlatamam, taptaze bir ses, bir soluktu.
1995’e geldiğimizde Pazartesi’nin yayın kurulunda yer almak benim için yeni bir sayfaydı. 60’ıncı doğum günümü Çiçek Pasajı’nda bir meyhanede kutladık. Yaşımın ilerlemesi bende olumsuz bir etki yaratmadı hiç. Pazartesi’de herkes feminist olduğu için yaş ayrımı elbette söz konusu değildi!
Saçlarım ağarmaya başlamıştı. Başlangıçta birkaç yıl boyamayı denediysem de sonra tümden vazgeçtim. Annem bunu çok yadırgamıştı ama sonradan, “Bana yakışmazdı ama sana yakışıyor,” diyerek teselli buldu! Ak saçlar metroda ve öteki genel taşıtlarda, ne kadar itiraz etsem de bana mutlaka yer verilmesine neden oluyordu!
Ailede yaşlılar olarak babaannem, anneannem ve büyükbabam vardı. Babaannemin yaşı bir hayli ileriydi, onu bana güzel masallar anlatan tonton bir ihtiyar olarak hatırlıyorum. Namazında niyazında, çevresiyle uyumlu bir kişiydi. O da büyükbabam da ben on yaşındayken aramızdan ayrıldı.
Hayatımda iz bırakan, her vesileyle andığım ise anneannemdi. Biz çocuklar ona “büyükane” derdik. Herkesin derdine deva olan büyükannem 80 yaşına kadar yaşadı. Babamın taktığı adla, “Hızır”dı o. Gerçekten de müstesna bir insan olduğunu çocuk halimle bile fark ediyordum. Kendisine hiç zaman ayırmazdı, ancak çarpıntısı olduğunda, kendini yatağa atar, sözüm ona biraz dinlenirdi. Önden ilikli, çift cepli elbiselerini kendi diktiği gibi, bizlerin talebi olan mont vb. giysileri de patronsuz, biçip dikerdi. Kuzenimle beni iki yanına alıp her akşam yemekten sonra bize İki Çalgıcının Seyahati’ni okurdu; eski yazılı bir kitaptan ama yeni yazıyı da kısa zamanda öğrenmişti.
Büyükannemden uzun uzadıya bahsetmemin nedeni, onu hiç yaşlı olarak görmememdir. Her an faal, hiçbir külfetten kaçınmayan, üç aylıklarını aldığında ilaç parasını ayırıp kalanı ihtiyaçlı olanlara ve biz çocuklara dağıtan eli açık, çok şefkatli bir kadındı. “Yaşlı” kalıbına uyan biri değildi, bana göre her daim gençti.
Benim yaşlılığım, ihtiyarlığım her ne derseniz, yüzüme vuran ise, RTE’nin “Kürtaj cinayettir” sözünden sonra, “Her kürtaj bir Roboski’dir,” demesi üzerine, Şişli’de katıldığım mitingde basının ilgi odağı olmamdır.
Pankartımla yürürken, sorular yağmaya ve fotoğraflarım çekilmeye başlandı! “Nasıl haberim olmuştu mitingden? Bu yaşta böyle bir mitinge katılmamın nedeni ne olabilirdi, vb.” Kürtaj hakkının tüm kadınları, hatta erkekleri de ilgilendirmesi gereken politik bir konu olduğunu; feministlerin dünyanın her yerinde bu hak için mücadele ettiğini; bunun yaşınla olmadığını anlatmaya çalıştım. Oysa onlar için asıl mesele, doğurganlık yaşını çoktan geride bırakmış bir kadının böyle bir mitinge katılmış olmasıydı! Evet, artık ihtiyar bir kadındım, haddimi bilip evimden çıkmamam gerekirdi. Çekilen onca fotoğrafa karşın neyse ki, ertesi gün hiçbir yerde resmim çıkmadı! … Acaba kulaklarına bir miktar kar suyu kaçırmayı başarmış olabilir miydim?
75 yaşında araba kullanmayı bıraktım. Bu kendi adıma büyük bir fedakârlıktı ama reflekslerimin eskisi gibi olmadığını hissediyordum. Uçak yolculuklarında tekerlekli sandalyeyle dolaşmak da öteki izleyicilerde saygı uyandırdığı gibi, her istediğim esere rahatça ulaşmamı sağlıyordu.
(8x10) + 8 yıllık yaşamımın sonuna doğru başıma gelmedik kalmadı! Bizim eve yakın koruda neşeyle yürüyüşe çıktığım bir sabah ayağım kayıp zınk diye oturdum yere. İki omurumun incindiğini sonradan öğrendim. Üç ay yatağa bağımlı kaldım. Neyse ki daha sonra yürüyebildim. 2020’de kovid-19’a yakalandım! Çocuklar odamı bir yoğun bakım ünitesine dönüştürdü. Böylece tedavimi evde sürdürdük. Ancak çok uzun bir süre bir oksijen aygıtıyla yaşamak zorunda kaldım; şimdi bile hâlâ geceleri bana eşlik ediyor. Bundan on ay kadar önce mide fıtığı tanısıyla, önce Acıbadem Hastanesi’nin yoğun bakım ünitesinde, sonra da hastanede zor günler geçirdim. Uzatmayayım, ölüm kalım sınırındaki ameliyattan sağ çıktım ama onca zaman yatmış olmaktan dolayı kaslarım iflas etmişti ve ayakta duramaz haldeydim. Fizyoterapi ve egzersizlerle bir bebek gibi yeniden yürümeyi öğrendim.
Aklımın başımda olması en büyük nimet benim için! Çevremdekilerin şefkat ve anlayışı sayesinde hayatımı sürdürebildiğim için bahtiyarım. İleri yaştan kaynaklanan kimi sorunlara ve kısıtlamalara rağmen ihtiyarlamış gibi hissetmiyorum. Yaşlandım o kadar! Ama doğrusu, kapıyı açıp da kendi başıma sokağa çıkmayı, deniz kıyısında yürümeyi, eskisi gibi başıma buyruk olmayı özlemiyor değilim...
Hazırlayanlar:
Hülya Üstün, Hatice Erbay, Gülsen Ülker,
Dilek Alcıoğlu Cömert, Bilgen Tümen,
Aynur Demirdirek
Yayınevi: Dipnot
(BE/EMK)