Bugün “Mübadele”nin 96. yılı. Lozan Barış Konferansı’nın ardından 30 Ocak 1923’te imzalanan anlaşmayla Yunanistan’da yerleşik Müslümanlarla Türkiye’de yerleşik Rum Ortodoksların zorunlu göçüne karar verilmişti.
Bu anlaşmaya İngiltere temsilcisi Lord Curzon’un teklifi ve Milletler Cemiyeti görevlisi Nansen’in raporu doğrultusunda varılmıştı.
Bu anlaşmayla topraklarından edilenler “mübadil” olarak adlandırılıyor.
Karşılıklı zorunlu göçe zorlanan insanlar, birbirleriyle sınırlı iletişim içindeydi. Ta ki Lozan Mübadilleri Vakfı’nın kurulma sürecine kadar.
Vakfın kuruluş süreci 17 Ağustos 1999 Körfez depremi ve 7 Eylül 1999 Atina depremi sıralarında iki ülkenin bir birine yardım eli uzatmasından sonra hızlandı.
Mübadele Öyküleri, Derleyen: Müfide Pekin |
Vakıf kurulma nedenini internet sitesinde şöyle açıklıyor: “(…) bizler; bir grup mübadil, mübadil çocuğu ve torunu bir araya geldik. 1999 yılının Kasım ayında bir girişim olarak başlattığımız çalışmalar, 30 Kasım 2000 tarihinde hazırlanan ve noterde onaylatılan vakıf senedinin 25 Nisan 2001 tarihinde tescil edilmesiyle tüzel kişilik kazandı.”
Mübadele zamanında iki milyon civarında insan yurtlarından kopartılarak, yeni yerleşim bölgelerinde yaşamaya mecbur edildi. Vakıf bu insanlara ait kültür, sanat, folklorik değerlerini korumak, yaşatmayı; bu konuda araştırmalar yapmak ve Türkiye ve Yunanistan halkları arasında barış kültürünün yerleşmesini hedefliyor.
Bu amaç doğrultusunda düzenledikleri etkinliklerden birisi 2008 yılında Mübadelenin 85. yılı anısına düzenlenen öykü yarışmasıydı. Yarışmaya katılan öykülerden bir kısmı yayınlanmaya değer bulunup 2009’da kitap olarak yayınlanmıştı.
Lozan Mübadilleri Vakfı bu yıl 96. yıl anısına İstanbul Kadıköy Barış Manço Kültür Merkezi’nde “Hasretim İstanbul” sergisi açtı.
TIKLAYIN - Rumların Hikâyesi: Hasretim İstanbul
bianet olarak Mübadele’nin yıldönümünü 2008 Öykü Yarışması’na katılan ve kitaba alınan bir öyküyle anıyoruz.
***
Sakızın Serzenişi
Yazan: Büşra Akkuş
“Sakız ağacı (pistacia lentiscus), sakız ağacıgiller familyasından bir ağaç türüdür. Sakız Adası ve Çeşme yöresinde yetişir. Dört beş metre boyunda, her dem yeşil, ağaççık veya çalı şeklindedir. Dişi ve erkek çiçekler ayrı bitkiler üzerindedir. Erkek bitkilerin sakız randımanı dişilerden fazladır. Tek veya üç dört kez gövde üzerinde terbiye edilir. Dekoratif görünümü ve hoş kokusu olan bu ağaç bahçe düzenlemesinde sıkça kullanılır.”
Şimdi oldu mu yani yazar hanım? Sen yıllarını ağaçlara, çiçeklere ver, geceni gündüzüne katıp araştır; sonra da benim için bu kırık dökük birkaç cümleyi yaz bırak. İlahi yazar hanım, bu bir paragraflık yazı yeter mi beni tanıtmaya? Benim varlığım sizin gözünüzde bundan mı ibaret? Tüm yaşantımı bir kalemde nasıl silersiniz?
Çeşme yöresinde yetişir demişsiniz ama adımı verdiğim Sakız Adası’ndan Anadolu’ya nasıl geldiğimden hiç bahsetmemişsiniz. Yerden bitmedim ya! Evet, efendim yerden biterim, toprağımı reddedecek değilim. Ama Hacı Memiş Ağa’nın Sakız’dan Çeşme’ye çalışmaya getirdiği Rumlar olmasa, onlar tohumlarımı Anadolu’nun bağrına bırakmasa ben bu toprakları nerden tanıyıp görecektim.
“Hacı Memiş de kim oluyormuş?” der, burun kıvırırsınız siz şimdi.
Hatta belki “Hacı Memiş Ağa’yı tanımam ben!” dersiniz. Onu geçtiniz hadi, peki onun toprak aşığı gelini Sayfan Hanım’dan da mı bahsetmek aklınıza gelmedi? Eşinin, biricik sevdiğinin acısını yaşarken bile kayınbabasının sakız ağaçları kurumasın diye bir elinde çapa, diğerinde su dolu kovayla sakız ağaçlarının arasında koşuşturan Sayfan Hanım’ı da mı tanımıyorsunuz? Yoksa kocasının, onu kendi kızıymış gibi seven kayınbabası Hacı Memiş Ağa’nın mezarlarını ardında bırakıp gitti diye ona kızgın mısınız? Öyle gitmek kolay mı sanırsınız? Bilmez misiniz ki, insan da tıpkı ağaç gibidir, kökünden koparılırsa kurur gider...
Başında yaşmağı, ayağında çarığı ve dilinde Anadolu türküleriyle gitti o Rum toprağına. O da Rum tohumuydu dersiniz siz şimdi, tıpkı kendi kanından olanların onlara yoğurtla vaftiz edilenler deyip onları dışladığı gibi siz de onu iter kakarsınız. Oysa Sayfan Hanım sizin benim kadar Anadoluludur. Nasıl ben bu toprakla beslenip bu topraktan aldıysam can suyumu, o da bu toprağın kokusundan almıştır ruhuna. Onun içindir ki kimseler sahip çıkmazken Türk kızı Papi’ye o kol kanat gerdi.
Sakın onu da tanımam demeyin. Papi; siz sakız ağaçlarına düşkünlüğü sebebiyle ona Sakız Hanım dediniz ama asıl adı budur. Alaçatı’nın mübadil gelini. Yastıklarına, nevresimlerine Gülcemal vapurunu işleyen Papi. Çocuklarını, torunlarını ‘to yelekaki’ ninnisiyle uyutan, kahvaltıya kaymako, çaya bastarya pişiren, sakız cananlarını Karagöz’üm diye seven Papi.
Ona Papi demem hoşunuza gitmedi galiba. Tamam, ben de sizin gibi Sakız Hanım diyeyim. Tüm isimler gibi bunu da değiştirelim. Ama şunu sormadan edemeyeceğim. Siz ki yazar hanım, bu alanda tahsil görmüşsünüz, söyleyin bana; güle başka bir isim verseniz gül farklı mı kokar? Yunan Kandiye’ye Heraklion, Araplı’ya Arapi Virisi dedi diye mübadilin burnunda tütmez mi o toprağın kokusu? Siz şimdi bunlara gülüp geçersiniz. Ama Sayfan Hanım, toprağından söküp getirdiği sakız fidanları Kandiye’deki evin bahçesinde kuruyunca ne çok ağlamıştı. “Anlaşılan toprağını sevmedi“ demişti Sakız Hanım; küçük ellerini ovuşturmuş, bir çare düşünmüştü çocuk aklıyla.
Bahçıvanın kızı Sakız Hanım... Babası savaşa gitmiş hiç dönmemişti. Annesiyle birlikte Anadolu’ya gideceklerdi. Mübadelenin başladığı vakit o kadar hastaydı ki yolda daha ağrılaşır, kızına bir şey olur endişesiyle annesi onu kardeşi gibi sevdiği, güvendiği Rum komşularına emanet edip gitmişti. Selanik’teki kardeşi daha sonra geçecekti Anadolu’ya; o zamana kadar iyileşir, onlar da gelir alır getirirler kızımı demişti komşularına. Başta komşular sahip çıkmıştı kızcağıza ama sonra ortalık karışmış, herkes birer birer oradan taşınmaya başlayınca ortalıkta kalmıştı yavrucak. Bir zamanlar babasının bahçıvanlığını yaptığı evin müştemilatına sığınmıştı. Bir süre sonra eve Anadolu’dan gelen bir Rum aile yerleştirildi. Yaşlı bir adam, onun yaşlı karısı ve gözlerinde buğulu bir hüzünle; Sayfan.
Sayfan Hanım onu müştemilatta baygın bir halde bulmuştu. Anne, babası istemediği halde onu eve almış, canına yoldaş etmişti. Alaçatı’yı anlatmıştı ona; duvarları kireçle kaplı, pencereleri çivit mavi boyalı iki katlı taş evleri, Arnavut kaldırımlı sokakları, Alaçatı çarşısını, Panagia kilisesini, zeytinlikleri, üzüm bağlarını, yel değirmenlerini ve oralarda bırakmak zorunda kaldığı her şeyi; en çok da sakız ağaçlarını, onların mor, kırmızı, siyah karışımı ebruli renkteki sakız cananlarını. Sakız kız da ona bahçedeki çiçekleri tanıtmıştı bir bir; balkonun kenarındaki yasemin çiçeği, bahçenin girişinde saksılarda beyaz, mor renkli camgüzelleri, Anadolu’dan gelip bu topraklara kök salan ana kokusu çiçeği, erguvanlar, hercai menekşeler, laleler, nice şairlere ilham olmuş güller, mağrur orkideler, nazlı hanımelleri, mimozalar, ağaçların boyunlarına dolanan sırnaşık sarmaşıklar ve boylu boyunca evin duvarlarına tırmanan begonviller...
Kısa zamanda birbirlerine ısınmışlar, ana kız gibi oluvermişlerdi ama bir süre sonra ayrılmaları gerekecekti. Bir gün Selanik’ten bir mektup geldi ve ayrılık haberini verdi. Sakız kızın teyzesi onu almaya geliyordu, vakit gitme vaktiydi.
Sakız kız bu haberi aldığı günden itibaren yüzü hiç gülmedi. Annesini çok özlemişti, onun yanma gitmek istiyordu ama evini bırakmak istemiyordu. Annesinin neden oraya gelmediğini, neden kendisinin oraya gitmek zorunda olduğunu anlayamıyordu. Sayfan Hanım kendi üzüntüsünü rafa kaldırıp bu kıza bir çare bulmalı diye düşündü. Öyle bir şey yapmalıydı ki...
Sakız kızın gideceği günün sabahı erkenden kalktı. Bahçeye çıkıp yeni doğan günü selamladıktan sonra, bahçedeki her bir çiçekten tohum alıp işlemeli mendilinin içine koyuverdi. Sakız kızı uğurlarken bu mendili ona verdi, giderken toprağının kokusunu da götürürsen yabancılık çekmezsin oralarda, bu çiçeklerin her açtığı toprak şenindir, deyip onu biraz olsun avutmaya çalıştı. Sakız kız koynunda çiçek tohumlarının sarılı olduğu mendille gidiverdi.
Selanik’ten Çeşme’ye, Çeşme’den küçük bir kasabaya götürdüler onları. Gördüğü anda tanıdı o kasabayı çocuk aklıyla. Sayfan Hanım’ın sokak sokak ezberlettiği kasabaydı, Alaçatı’ydı burası. Sakız kız yerleştirildikleri evin bahçesine bir bir bıraktı tohumları. Sonra sakız ağaçlarını aradı gözleri merakla, bir zaman sonra bu ağaçları tanımayan mübadillerin onları söküp yerlerine tütün dikeceklerini bilmeden baktı onlara. Olacakları kim bilebilir ki o nereden bilsin...
Ama siz yazar hanım tüm bunları bile bile benimle ilgili bu sayfayı yarım bıraktınız. Ne Sayfan Hanım’ın azınlıktan göçmenliğe uzanan hikâyesini anlattınız ne de Sakız Hanım’ın Alaçatı’da çektiği sıkıntılardan bahsettiniz. Görmediniz belki Sakız Hanım’ın kırık aynaya akseden endişeli yüzünü ama Çeşme’de, kışın ayazında Rum kiliselerinde sabahlayan mübadilleri de mi duymadınız? Sakız Hanım’ın teyzesine kan kusturan o hastalık orada işlemişti ciğerlerine. Kaçırılıp başka ailelere satılan mübadil çocukları, yol boyunca çekilen sıkıntılar, dağılan aileler, yağmalanan evler... Bunları da mı bilmiyorsunuz?
Ah yazar hanım! Aslında hepsini bal gibi biliyorsunuz da... Bilmeseydiniz işinizi gücünüzü bırakıp çıkıp gelir miydiniz buralara? Oysa Sayfan Hanım’ı bulmak için ne kadar çok çabaladınız. Bunun için miydi? Anneannemin son arzusu demiştiniz hani. Sakız Hanım’ın son arzusu bu muydu? Saksıda bodur bir sakız fidesinin Sayfan Hanım’ın mezarına bırakılması mı? Bu kadar basit değil. Bunu biliyorsunuz değil mi? Anlatmalıydınız evlerinden, yurtlarından, topraklarından koparılan insanların hikâyesini; oysa siz onları görmezlikten geldiniz. Bir bitki kökünden koparıldığında ne olur siz bilirsiniz. Peki ya bir insan toprağından, yerinden, yurdundan koparıldığında ona ne olur? Bunu di bilir misiniz? (HK)