"Baskı hem yok olmaya mahkum etme işlevi görür, hem de susma emri, varolmayışın olumlanması ve dolayısıyla da tüm bu konularda söylenecek, görülecek ya da bilinecek hiçbir şey olmadığının tespit edilmesini sağlayacak biçimde işler." M.Foucault
Siz hiç oyun parkında çocuğunuzu izlerken, aynı yerde oyun oynayan "down sendromlu" çocuklar gördünüz mü? Kreşe giden çocuğunuzun sınıfında kör bir çocuk var mı? Çocuğunuzun eve davet ettiği arkadaşları arasında spastik bir arkadaşı oldu mu bugüne dek?
Üniversite okurken sakat kaç arkadaşınız oldu? Sabahları işe yetişmek için koltuk-değneğiyle koşturan kaç kişi görüyorsunuz? Toplu taşıma araçlarında tekerlekli sandalye kullanan birilerine rastladınız mı hiç? İşyerinizde sakat olan arkadaşınız var mı? Sinema, tiyatro, sergi ya da herhangi bir sanat gösterisine gittiğinizde çevrenizde tekerlekli sandalye kullanan birilerini görüyor musunuz?
Kafede otururken yan masanızda işaret diliyle hararetli hararetli sohbet eden sağırlara rastladınız mı bugüne dek? Beyaz bastonuyla caddeden karşıya geçmek isteyen kör birine otomobilinizle yol verdiğiniz oldu mu hiç? Kamuda ya da özel sektörde çalışan kaç sakata rastladınız? Sendika ya da başka bir sivil toplum örgütüne gittiğinizde oralarda sakatlığı olan birilerini görüyor musunuz?
Neredeler?
Görmüyorsunuz değil mi? Peki nerede bu insanlar? Milyonlarca sakat nasıl oluyor da bu kadar görünmeden yaşayabiliyor bu ülkede? Neden görünmüyorlar? Nerede eğitim alıyor, nerede kendilerini geliştiriyor, nerede çalışıyor, nerede sosyalleşiyor, nerede çılgınlık yapıyor, nerede yaşıyorlar? Herkesin yararlandığı haklardan yararlanabiliyorlar mı? Yaşadıkları topluma -her birey kadar- müdahale edebiliyor, söz haklarını kullanabiliyorlar mı?
Sanırım bu sorulara da olumlu yanıt vermek çok güç. Evet, siyasi tercihler/körlükler toplumsal tutumlarla birleşince sakat olmak, çocukluktan itibaren gündelik yaşamdan dışlanmak; sosyal ve kültürel olanaklardan, eğitim, iş, hukuk, sağlık vb. tüm haklardan mahrum bırakılmak sonucunu doğuruyor.
Yani sakatlar kelimenin tam anlamıyla sosyal dışlanma ile karşı karşıyalar. Sonuç: Ayrımcılık, tutunamama, yoksulluk...
Eğer gerçek bir toplumdan bahsediyorsak, aynı coğrafyada yaşayan herkesin (aslında tüm canlıların) uyum içinde ve sürdürülebilir bir birlikteliğinin olması, her bireyin kendi doğrularını yaşayacak ve isteklerinin peşinde koşacak gücü/insiyatifi elinde tutarak özgürce varolabilmesi şarttır. Aksi halde, yaşamın her alanında ayrımcılığa uğrayanların yoksullukla iyice dışlanırsa birarada yaşama iradesi yokolur, toplumun parçalanması kaçınılmaz olur.
Sakatlar postmodern bireyin vicdanını rahatlatma nesnesi oldular
Ve bugün sakatların (aslında tüm farklı/güçsüz olanların ) itildiği alan tam da burasıdır. Bugün sakatlar hem sosyal dışlanma ile karşı karşıyadırlar, hem -başta siyasetçiler olmak üzere- gücü elinde bulunduran kesimlerin politikalarını olumlama-aracıdırlar, hem de (postmodern) bireyin vicdanını rahatlatma nesnesidirler. Yani sakatlar bir yandan dışlanıyor, diğer yandan yardımseverliğin nesnesi konumunda tutularak politikaların olumlanması, ikiyüzlülüğün gizlenmesi ve kapitalizmin eziciliğinin maskelenmesi için kullanılıyorlar.
Yaşar Çabuklu’nun (Toplumsalın Sınırında Beden’in içinde) belirttiği gibi:
“Bireylerin vicdanı, medyanın zaman zaman düzenlediği yardım kampanyaları ya da Afrika’da açlık, savaş vb. nedenlerle düzenlenen konserler vasıtasıyla 'uyandırılıyordu'. Bu kesintili 'acil durumda oluşan' etik, gösterinin, şov-biz'in göstergeler dünyasının, etik piyasasının bir parçasını oluşturmaktaydı. Genellikle starların öncülüğünde gerçekleşen bu yardım kampanyalarında yan dairedeki ya da mahalledeki muhtaç kişilerle hiçbir zaman yüzleşmek istemeyen televizyon izleyicileri ekrandan haber aldıkları durumlar için çek yazarak (ya da evdeki bilgisayardan elektronik havale yaparak) etik görevlerini yerine getiriyor, vicdanlarını rahatlatıyorlardı!
Lipovetsky’nin de belirttiği gibi, medyanın düzenlediği bu hayırseverlik kampanyaları izleyiciyi aynı zamanda eğlendirerek ondaki suçluluk duygusunu hafifletiyordu. Medya, devamlığı olan bir vicdan, içselleştirilmiş bir görev duygusu yaratmaktansa, izleyicilerin fazla çaba ve zaman harcamadan katılabileceği etik durumlar, ürünler sunuyordu.
[...] "Postmodern toplumun etiği, hayırseverliği keyif kültürüne eşlik eden 'tasasız bir gönüllülük' çerçevesinde oluşmaktaydı.”
Kamera karşısında vicdan
Törenle tekerlekli sandalye dağıtma gösterileri, sakatlar için televizyonlarda düzenlenen yardım kampanyaları, SMS ile bağış toplamalar, tekerlekli sandalyeye oturarak basın karşısında “duyarlılık” sergileyen bakanlar, televizyon programlarına meze edilen sakatlar, "sakat kardeşlerimiz" duygusallığı, kameralar karşısında sakat bir çocuğun yanağını okşama "babalığı", sürekli muhtaç olduğunu beyan etmek ve istemek karşılığında dağıtılan nafakalar vs. vs. vs. Hepsi, vicdanları rahatlatacak "tasasız bir gönüllülük" şovunun sahneleri gibi.
Sakatları (aslında farklı olanı) daha en baştan itibaren dışlayan, onları "dışarıda" tutmak için yapılabilecek her ne varsa yapan ve bu mekanizmanın içselleştirilip “normal’leşmesini sağlayan tüm iktidar ilişkileri, sakatların yoksun ve yoksul olmasının/kalmasının da esas sorumlusudur. Dolayıyla, her şeyden önce, Foucault'nun dediği gibi "boyun eğmeyi ahlaksal açıdan kabul edilebilir ve teknik açıdan yararlı kılan" bu iktidar ilişkilerinin deşifre edilmesi ve sorgulanması gerekir. Ancak ondan sonra gönüllü bir dayanışmadan ve ortaklıktan bahsedebiliriz. (NZ)
* Bülent Küçükaslan Engelliler.Biz platformu yöneticisi