"Özgürlük her zaman başka türlü düşünenin özgürlüğüdür."
- Rosa Luxemburg
“O kadar çok biriktirdim ki, o kadar çok okudum ki, o kadar çok içine girdim ki Rosa’nın…”
Sanatçı Jülide Kural'la bugünlerde izleyici ile paylaştığı “Ben Rosa Luxemburg” oyununa dair söyleşi yapmak için bir araya geldiğimizde ilk cümlesi bu oluyor.
Haksız olmadığını hemen söyleyeyim...
Gözleri her zamanki gibi Rosa’dan söz ederken ışıl ışıl, kadın mücadelesini anlatırken heyecanlı; elleri, kolları durmuyor.
Bir o kadar da sakin ve en doğru kelimeyi kullanmayı tercih etmek istercesine titiz…
Haksız olmamasına gelecek olursak, lütfen oyuna gidin ve Kural’ı o sahnede izleyin derim.
Mimiklerine, adımlarına, ellerini kollarını savuruşuna bir dikkat edin. Sahnede, her cümlesi ile daha da Rosa olan Jülide Kural’dan gözlerinizi alamasınız.
Bu arada yaklaşık 70 dakika boyunca sahnedeki Rosa Luxemburg’u izlerken çoğu kez karşınızda kimin olduğunu karıştırıyorsunuz.
Sahnedeki kadın, ülke ülke gezerken, cezaevinde hayatla mücadele ederken, erkeklere karşı cümle kurarkan, siz kendinize soruyorsunuz “Kimi izliyorum şimdi, Rosa mı? Jülide mi?”
Oyun boyunca yüzüne baktım Jülide Kural’ın…
Daha önce, oyunu yazmaya başladığını anlattığı dönemde nasıl heyecan duyuyorsa öyle heyecan duyuyordu, sanki bir ağaca, bir kuşa, şiire, cümleye, denize, balığa ama en çok da özgürlüğe aşık bir insan gibi Rosa’yı seviyordu, aşıktı ona. Sahneler boyunca hissediyordunuz bunu.
Jülide Kural’a göre, “Rosa’yı herkes tanımalı, bilmeliydi” ve evet tam olarak sahnede onu insani yanlarıyla gösterirken bunu başarıyordu.
Oyun sonunda izleyene geçen his, “Varız, var olacağız” cümlesi ile bugün de binleri peşinden sürükleyen Rosa’nın hiç unutulmayacağı oluyor.
Ha şunu da belirteyim; oyun geçmişte değil de bugünde geçiyor sanki. Olan biten ekonomik, sosyal ve politik durumlar öyle iç içe geçmiş yani.
İki kadının birbirine karıştığı oyunda, zaman da birbirine karışıp duruyor.
Bugünden düne bakmadığınız kesin, hatta bugünden, bugünü izliyorsunuz neredeyse.
Savaş karşıtı söylemleri ile Rosa’ya saygınızın artmaması ona dair merakınız yükselmemesi çok zor.
Jülide Kural, “Ben Rosa Luxemburg” oyununu anlatıyor, sahneden haykırdığı gibi son notu: “Ya sosyalizm ya barbarlık…”
“Hep tarihi değiştiren kadınların peşindeydim”
Sizin Rosa Luxemburg’a ilginiz nasıl başladı?
Çok uzun yıllardır kadın hakları mücadelesinin içinde olan bir kadın sanatçı olarak kendi bulunduğum alandan, üretim alanından hep böyle tarih boyunca mücadele etmiş, özgürlük mücadelesinden asla vazgeçmemiş, değiştirmiş, dönüştürmüş kadınların peşinde oldum.
Önceki yıllarda da böyle kadınları oynadım. Böyle tarih içinde varlığını belirtmiş, göstermiş ama bunun da ağır bedelini ödemiş kadınların peşinde oldum.
Bu anlamda arayışım da hep devam etti. Mesela bizim topraklarımıza baktım, bizim coğrafyamızda da böyle kadınlar vardı elbette fakat bu kadınlara dair veri, doküman yok maalesef.
Sonra küçük yaşlardan beri fikirlerinden birçok şeyi öğrendiğim Rosa aklıma geldi. Elbette politikacıydı ve ben onu tanıyordum ama Rosa Luxemburg sadece bir politikacı değil; büyük bir entelektüel, büyük bir devrimci, büyük bir sosyalist, bir bilim insanı, botanikçi; yani, birçok özelliği var. Ama en temel, en bilinen özelliği elbette siyasetçi olması.
O erkek dünyanın, o eril dünyanın içinde parlaması beni çok etkiliyordu. Düşünün o dönem kadınların üniversitede okuma hakkı bile sadece birkaç ülkede var. Seçme seçilme hakkı zaten yok. Rosa kadınların en görülmediği alanda siyasette görünüyor oluyor.
Sizi en çok hangi özelliği etkiliyordu?
Bu çok etkileyiciydi. Eril siyasette kadını var etmesi... Kaldı ki hayatımızın birçok noktası eril zihniyetle çevriliyken, üstelik o dönemde bir kadının böyle çıkıp birçok yaftalamaya uygun nitelikleri de olarak yani engelli olması, Yahudi olması, güzel olmaması, başkalarının aklınca…
Bunların hepsi aslında bir kadına yönelik bir damgalamaya dönecekken onun bu karanlığı aşıp ortaya çıkması etkiledi beni. “Çirkin zaten. Şişman zaten. Topal zaten. Yahudi zaten…” denecek bir kadının birçok zorluğu da sırtına alarak önderlik boyutuna yükselmesi zaten çok göz alıcıydı.
“Onun söyledikleri benim de söylediklerim”
Peki, bunca özelliği olan güçlü bir karakteri sahneye taşırken korkularınız oluşmadı mı? 'Anlatabilir miyim? Onu nasıl aktarsam en iyi olabilir?' gibi endişeleriniz var mıydı?
Çok büyük korkum vardı. Ve o yüzden de çok uzun yıllar uğraştım. Çünkü bir siyasetçinin tabii ki dili ister istemez didaktik, hele de onun kadar iyi bir hatipse... Hatipliğine mutlaka gönderme yapılması gereken bir kimlik çünkü.
Şimdi ben bunu nasıl dengeleyeceğim? Nasıl yapacağım diye düşündüm. İlk başta ben yazmayayım diye düşündüm. Başka bir isimle konuştum Rosa’yı anlayıp anlatabilecek fakat benim istediğim gibi olmadı.
Kim yazabilir diye düşünürken birçok insana da gittim fakat herkes korkuyor bir yandan. Çünkü kolay bir kadın değil. Bir yazı açısından, yazar açısından da kolay bir kadın değil. Bu kadar politik bir kimliği nereden tutacağım gibi endişeleriniz oluyor.
‘Her gün yeniden doğuyor’
Aradan yıllar geçti. Ben şöyle bir şeye karar verdim. O kadar çok biriktirdim ki o kadar çok okudum ki, o kadar çok içine girdim ki Rosa’nın…
O benim içimde, ben onun içinde böyle bir birlik olduk yani... Bazen ben çünkü konuşurken de kendimde görüyorum onu. Mesela bazı politik değerlendirmelerimde Rosa'nın dilini kullandığım anlar bile oldu.
Oyunu yazarken nasıl hazırlandınız?
Uzun bir hazırlanma süreci oldu. Okumalar yaptım.
Benim açımdan çok da iyi bir süreç oldu. Çünkü entelektüel olarak uzun yıllardır bu sol yayınlardan uzak kalmışız. Bütün bilgilerim bugünkü gözümde yeniden başka bir şeye dönüştü. Ve içimdeki mücadele gücünü de daha arttırdı aslına bakarsanız. Çünkü o zaman ne oldu? Rosa’yı mutlaka anlatmam gerekiyor duygusu geldi. Çünkü onun söyledikleri aslında benim de söylediklerim.
Savaşın bu kadar dört yanımızı sardığı bir yerde, “Savaşa hayır” diye çığlık atabilen ve bunu da bütün dünyanın gözü önünde yapabilen bir kadını anlatmamak imkânsızdı.
Ya da kalkıp da ezilenden yana olan, işçi sınıfının mutlaka bir gün bunu başaracağını söyleyebilen bir kadının içindeki, kalbindeki o yanan ateşi sahneye taşımamak imkansızdı. Ki bizim adımız da Ateş Tiyatrosu. Hep bir ateş taşıyoruz. Amacımız o.
Pandemi döneminde gerçekten yoğun bir çalışmaya girdim ve yazdım sonunda.
Nasıl bir Rosa ortaya çıktı? Ona karşı bakışınız nerelere evrildi?
Benim gördüğüm Rosa şöyle. Benim anlatmaya çalıştığım Rosa, bir yanı ne kadar o kızıl Rosa denilen, kürsülere çıkıp o büyük kitlelere hitap edebilen, insanları kalbinden yakalayabilen, düşündüğünü söylemekten bir küçücük adım bile geri atmayan o kadın ve tamamen o mektuplarındaki kendini doğaya adamak isteyen kadın.
Bu eser o kadının sözüdür. Tek bir ruh ama iki yanı var. Bir yanı ne kadar kitlelere, insanlara yönelikse öbür yanı o kadar doğanın bir parçası olduğuna yönelik; dili de öyle aslında...
Aşık olabilen, aşık olduğunda sonuna kadar ya da her türlü meseleyi gördüğü halde aşkından asla vazgeçemeyen…Ta ki aldatılana kadar... Yani, onu geri adım attıran tek şey, sevilmediğini hissetmesi oluyor. O noktaya kadar bütün delice mücadeleyi göze alabilen kadın.
Cesareti aslında korkusuzluk diye tanımlamıyorum. Cesur diye tanımlıyorum. Korku…Korkmadığını bilmiyorum. Yani, korku hepimize özgü bir şey. Ama cesur bir kadın. Kendi hayatını değiştirmekten korkmuyor. Çünkü dünyayı değiştirmeyi hedefleyen biriyseniz zaten her şeyi değiştirebilme potansiyelini kalpte, beyinde yaşamak gerek ki…
“Aynı yöne bakan kadınlarız biz”
Sizce neden Rosa’yı anlatmak gerekiyor?
Onu anlatmamak olmazdı. Böyle kadınları anlatmadan olmaz ki…Çünkü onlar yaşamaya devam ediyorlar. Çünkü onlar katledildiler belki ama aslında tam da o günden bugüne hep her gün yeniden doğuyorlar.
Yani, bugün bizler bazı şeyler için mücadele ediyorsak kimi zaman politik olarak, dil olarak da bunu kullanabiliriz. Ama kimi zaman kendi yaşamlarımızda, yine o politik durumun içinde aslında hep dönüştürmeye, özgürleşmeye hep çalıştık. O yüzden şöyle bir tanım kullandım ben: Bize aynı yöne bakan kadınlar diyorum. Yani, biz özgürlükten yana bakıyoruz.
Özgürleşme konusunda önümüze bazen kendi çıkardığımız birçok şey oluyor. Ama biz özgürlükten asla vazgeçmeyen, aynı yöne bakan kadınlarız. Ve böyle olacağız. Çoğalacağız her gün. Rosa bunu tabii ki erkeklerin egemen olduğu bir yerde yaptı.
O yüzden de kocaman bir ateş ve ateşin küçücük bir parçasını taşımaya çalışıyorum ben sahneye.
Oyun onun öldürülmesiyle başlıyor. Neden?
"Onu böyle öldürdüler, bu insan yok edildi" diyorum ve bir insanın nasıl öldürüldüğünü görün istiyorum.
Aslında o adaletsizliği en başta anlattığımda o insanı gördüğünde o kadını gördüğünde insanlar o adaletsizliğe ne menem bir şey olduğunu daha iyi anlıyor.
Bakın, bu kadın kim ve ne yaptı? Sadece 48 yaşında katledildi.
Yani, sadece 48 yaşında ve bütün dünyayı değiştirebilecek güçte... Onun politik olarak ortaya koyduğu birçok bugün hâlâ teori olarak tartışılıyor.
Bugün ekolojist olarak politikayı nasıl kullanmamız gerektiğini söylediğimizde ona, onun düşüncelerine bakabiliriz. Ekolojiyi son derece doğallıkla kattı politikaya. O yüzden anlatmamak olmazdı.
Çok mu seviyorsunuz Rosa’yı?
(Gülümsüyor) Çok. Kardeş olduk birbirimize, diyorum. Bazen konuşurken “Bunu Rosa da söyleyebilir” diyorum. Benim bir tarafım ne kadar kalabalıklara açıksa, bir yanım da kapalı.
Yani şöyle; "toprağın altına gireyim, sincaplar olsun, kedi, köpekler olsun, yılanlar olsun, ama insan olmasın" dediğim bir yanım var. Bütün bunlar aslında belki kaçınılmaz bir yakınlık oluşturuyor aslında.
Çünkü dünyaya bir yerden baktığında bir şeyleri değiştirmek için adaletsizliği ve eşitsizliği görür hale geldiğinde aslında bir taraftan böyle insanların arasına çıkıp o yüksek sesle söylemeyi bir yerin istiyor.
Ama bir yerin de istiyor ki bu da benim alanım ve orada ne olur kimse olmasın. Ben orada bir kalayım kendi kendime... Belki hepimizde, kadınların hemen hepsinde aynı şey var. Adaletsizliği ve eşitsizliği yüksek sesle söylemeliyiz hissi hepimizde var.
Son olarak ne eklemek istersiniz?
Ana hedefim Rosa Luxemburg deyince “Evet Rosa Luxemburg yaşadı ya. Ben biliyorum Rosa’yı” desinler. Öyle bir kadındı ki yani o öldürülemez o yüzden. O hâlâ bugün kendi ateşiyle burada bizimle beraber ve biz kadınlara da "varız" deme gücünü veriyor.
Oyun KünyesiYazan-Yöneten-Oynayan: Jülide Kural Yönetmen Yardımcısı: Sinem Bayraktar Işık ve ses Operatörü: Murat Nuray Görüntü Operatörü: Ozan Özcan Dekor Uygulama: Anıl Özgür Kostüm Uygulama: Selçuk Sezer Afiş Tasarım: Oğuz Rize Afiş Fotoğraf: Özcan Yaman Oyun Fotoğrafları: Mahmut Yıldırım Video Çekim: Yönetmen: Hebun Polat Kamera: Mazlum Polat Kurgu: Mehmet Ali Kanat Renk/Color: Ciwan Zengin Dış Sesler: Ragıp Yavuz Uğur Ünal Musab Ekici Yağmur Altay Gözde Kısa Caner Taş Sinem Bayraktar Organizasyon: Hasan Özkaya Oyun Takvimi12 Aralık Cevahir Sahnesi 20.30 13 Aralık Moda Sahnesi 20.30 23 Aralık Baba Sahne 20.30 24 Aralık Fişekhane 20.30 28 Aralık Kartal Uğur Mumcu Kültür Merkezi 20.00 |
(EMK/SD)