Özener'in seslendirdiği şarkılara olan ilgiyi, hayatlarımızda çoktandır 'susmuş olana' verdiğimiz nostaljik bir değerle açıklamak mümkün mü!
"Kulak verdiğimiz seslerde, artık susmuş olanların yankısı yok mudur" diye soruyor Walter Benjamin. Belkıs Özener'in "Sahibinin Sesinden" adlı albümünün son günlerdeki yankısını da hayatlarımızda çoktandır "susmuş olana" verdiğimiz nostaljik bir değerle açıklamak mümkün belki de.
Yine de, 1968 ile 1975 yılları arasında Yeşilçam melodramlarının, birkaç kuşağın kulağına sinmiş o "özel sesinin," aynı zamanlarda piyasa çıkan Tarkan'ın İngilizce albümü "Come Closer" ile yarışır bir hale gelmesinin izaha muhtaç bir yanı olduğu açık.
Nedir, insanları yaş ve sınıf farkı gözetmeksizin Belkıs Özener dinlemeye iten şey? Medyanın her şeyde olduğu gibi projektörlerini Belkis Özener'in üzerine çevirmesinin rolü ne kadar bu ilginin terkibinde?
Müzik mağazalarından sokağa yayın yapan hoparlörlerin tercihlerini, "Sevemedim Karagözlüm", "Adını Anmayacağım", "Boş Çerçeve"den yana yapmasının piyasa yaratan yanına mı bakmak daha doğru, piyasa ölçen yanına mı?
Özener'in baş kadın oyuncularının şarkılarını seslendirdiği Yeşilçam melodramları, geçtiğimiz 30-35 yıl içinde, çoğunlukla televizyonların gün içi yayın kuşaklarının "demirbaş gösteri" malzemelerinden biri olarak popüler kültür evrenimizdeki varlığını sürdüre geldi.
Belkıs Özener'e yıllar yıllar sonra, 70 yaşının eşiğinde, sesinin telifini ve "itibarını" iade etmeye karar verdiren medyatik ve endüstriyel sürecin arkasında, çoğunlukla kadınların izleyicisi olduğu bu Yeşilçam filmlerinin istikrarlı bir reyting skalasına oturmuş olmasının da rolü var açıkçası. Ama öte yandan da, Özener'in "Sahibinin Sesinden" adlı albümüyle birlikte, bu Yeşilcam şarkılarının yarattığı çekim alanının azımsanmayacak bir erkek kitlesini içine alan daha geniş bir menzile yayıldığı da belli.
Sahibinin Sesinden albümünün bu etkisini anlamanın yolu belli ki, Türkan Şoray'lı, Filiz Akın'lı, Ediz Hun'lu, Hülya Koçyiğit'li, Göksoy Arsoy'lu bu filmlerin imgesel değerlerinin hayatlarımızdaki koordinatları doğru saptamaktan geçiyor. Ayrıca Bizzat Belkıs Özener'in kendi hayat hikayesiyle, bu şarkı sözlerinin anlattığı hayat arasındaki imgesel örtüşmenin yarattığı "katma değer"in de bu etkiyi güçlendiren ve pekiştiren bir yanı var.
Çok ünlü ve zengin olabilirdi ama...
Düşünsenize bir kez, önündeki yaşamla ilgili tercihlerini farklı kullansaydı, bugün Türkiye'nin en ünlü ses sanatçılarından ve zenginlerinden biri olabilirdi. Yaşadığı mütevazı ve yaptığı işten de dolayı biraz dertli hayatının yerine, şaşaalı, renkli ve "hafif" bir hayat sürebilirdi.
1955 yılında daha 16 yaşındayken bir ses yarışmasında birinci olmuştu. Dönemin ünlü gazinosu Beyaz Park'ta ödülünü alırken herkes onun çok ünlü bir şarkıcı olacağından emindi. Dönemin ünlü müzik hocaları olan Zeki Duygulu, Radife Erten ve Alaeddin Yavaşça'dan aldığı derslerle geliştirdiği yeteneğini yine dönemin ünlü gazinolarında kısa bir süre de olsa sergilemişti.
Naim Dilmener'e göre, "Çok genç yaşta evlenmesi, çocuk sahibi olması, Belkıs Özener'in neon ışıklarını, sahneleri, alkışları... geri plana atma kararını kolaylaştırmış olmalı. Ülkenin en ünlü popüler isimlerinden biri olan Gönül Yazar ile aynı aileden geliyor olmak bile onun kararsızlığa itmemiş. Kız kardeşinin yaptığının tam tersini yapmış Özener."
O şarkı söylemek istiyordu ve projektör ışıklarının altına girmeden bu işi yapabilmenin bir yolunu bulmak isteğine en iyi cevabı Yeşilçam sağlamıştı. 60'lı yılların ikinci yarısında şarkılı melodramlar döneminin vakti gelmişti, ama eldeki starların hiç birinin sesi yoktu.
Yeşilcam'ın, yetenekli ama şöhret pastasından son derece mütevazi bir payla yetinecek, starların önüne asla geçmeye kalkmayacak, afişlerin ve jeneriğin altında sadece 12 punto büyüklüğünde "seslendiren filanca" yazılmasına razı olacak ve günlerce senkron tutturmak için dublaj odalarından çıkmayacak "işçileşmeye gönüllü bir sanatçı"ya olan ihtiyacı ile, Belkıs Özener'in arayışı doğru bir zamanda ve doğru bir mekanda birbirlerini bulmuşlardı.
Yeşilcam yapımcıları ve starları aradıklarını bulmuşlardı. Bu güzel sesli kadın, "arkaya geçip şarkılarını söyleyecek, sonra da ortaya çıkan "ürün"den hiçbir pay talep etmeyecekti" aradan geçen otuz yıl içinde, gelişen ve büyüyen kapitalist piyasanın "görünmez elinin" binlercesinin daha başından çekip aldığı "hale"yi, Belkıs Özener Yeşilçam patronlarına kendi elleriyle uzatıyor ve toplumsal sahnedeki rolünü "evinin kadını ve çocuklarının annesi" olmakla sınırlandırıyordu.
Ta ki, 2004'te "Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali"inde Türkiye'de ilk defa bir dublaj sanatçısına verilen ödülü alana kadar. Sahneye "İşte Beyaz Perde'nin gizli kahramanı" diye çağrılan Özener'e verilen ödül, kendi ifadesiyle, "sinemaya verdiği emeklerin geç de olsa takdir edilmesi"ydi bir bakıma ama, yeni bir dönemin de "semptomatik" sonuçlarından biriydi.
Yeşilçam filmlerinde, kabadayılıktan, racondan, önemli insanlarla kurulan ilişkilerden gücünü alan, adaleti kendi dağıtan; kendisinin keşfederek baş solist yaptığı yoksul şarkıcıya olan tutkulu aşkıyla seyirciden kötülüklerinin affını dileyen, Ekrem Boralar'ın, Kadir Savunlar'ın, Temel Gürsular'ın canlandırdığı "gazino patronu" imgesiyle resmedilen müzik piyasası artık endüstrileşmiş ve MÜYAP'ıyla MESAM'ıyla regülasyon sürecine girmişti.
Bu regülasyon sürecinin gereksinimlerinden biri de Erkem Boralar'ın, Kadir Savunlar'ın aşklarının kanıyla kirlenmiş, adalet dağıtıcı "somut" elinin yerini, piyasanın bölüşüm ve paylaşım ilişkilerini düzenleyici "soyut" elinin almasıydı. Ödüller ve telif hakları bu yeni düzenlemenin önemli araçlarından biriydi. Dönem ve koşullar şarkılı Yeşilçam melodramlarının unutulmaz sesinin telifini vermek için fazlasıyla hazırdı.
Belkıs Özener'in, sesine sahip çıkması için, "gazino patronlarının" adalet duygularından medet umması, ya da sesinin telifini alması için toplumsal sahnenin arka planında kurduğu "mutlu alile rutininden" taviz vermek zorunda kalacağı ilişkiler içine girmesini gerektiren koşullar ortadan çoktan kalkmıştı.
Piyasa düzenlemelerinin yarattığı yeni bir bilinç, Belkıs Özener'i 66 yaşında elinden tutup toplumsal sahnenin ön tarafına çıkartıyor ve büyük bir meşk içinde, onun sesinden tekrar tekrar "Boş Çerçeveyi" dinliyordu: "Son defa seyredeyim o yaşlı gözlerini / artık bülbül ötmüyor/ gül dolu pencerende/ yalnız hatıran kaldı / boş kalan çerçevede.
Melodramların duygu dünyalarındaki karşılığı
Paradoksal olan, toplumun hem genel kültürel süreçleri hem de insanların algı ve duygu biçimleri açısından, bu kadar geride kalan şarkılara yeniden duyulan ilgi. Bu şarkılar sonrasında, kaç tarzın hâkimiyeti altına girdi duygu dünyamız.
1970'lerin ikinci yarısından sonra, yakın zamana kadar hâkimiyetini kimseye kaptırmayan arabeskin babası Müslüm Gürses'in bile Murathan Mungan ile "Aşk Tesadüfleri Sever" projesi altında sesli-sözlü hemhal oldukları şu günlerde, Belkıs Özener'in seslendirdiği ve hayatlarımızın şimdiki içeriğine gönderme yapamayacak kadar naif ve basit şarkılarının cazibesi nereden geliyor olabilir?
Orhan Gencebaylar, Müslüm Babalar, Barış Mançolar, Cem Karacalar, Ruhi Sular, Yeni Türküler, Ahmet Kayalar, Sezen Aksular, Erkin Koraylar, MFÖ'ler, Kayahanlar, Candan Erçetinler, Nazal Öncel'ler, Mustiler ve Tarkanların ulaşamadığı duygu dünyamızın farklı bir alanında yankılanıyor olabilir mi Belkıs Özener'in sesi?
Toplumun hâkim kültürel süreçlerinin karşısındaki gelenek açısından bakıldığında durum daha da paradoksal bir özellik kazanıyor. Kurulu düzene başkaldıran 68 kuşağının kültürel ve müzikal fonunda hiçbir yeri olmadı şarkılı Yeşilçam melodramlarının.
Tam tersine hep anakronik bir içeriğe ve etkiye sahip oldu: "Bayağı", "yoz", "yanılsatıcı" ve "ideolojik"ti bu filmler, şarkılar ve sözler. Öyle ki, kültürel "işkence" araçlarından biri olarak hem 68 hem 78 kuşağının hapishane anılarında kendine has mütevazı bir yeri bile oldu.
Biteviye birbirini takip eden, zengin oğlan fakir kız, (ya da tam tersi) temalı, şarkıcılı, körlü, gazino patronlu, sanatsal açıdan hiçbir değer taşımayan, en ufak bir zeka kırıntısı ve özenden yoksun senaryolarla yönetilen, en güçlü dayanağı Belkıs Özener'in söylediği, duygu yüklü şarkılar olan bu filmlerin devrimci bir kuşağın kültürel fonunda kendine yer bulması beklenemezdi zaten.
Popüler kültür dünyasına egemen olan sahnede bu filmlerin afişleri boy gösterse de, bu filmlerde söylenen şarkılar, türküler pop müziğin starlarının ağzından düşmese de, bu egemen sahnenin yanına kurulan bir başka sahnede devrimciler, Yılmaz Güney'in toplumcu gerçekçi sinemasının afişlemesini yapıyor, Cem Karaca'nın ve Ruhi Su'nun sesi yüz binlerin katıldığı mitinglere eşlik ediyordu.
Devrimciler var olan düzenin gerçeklerinin üzerini örten, yanılsamalar örtüsünü yırtmaya çalışıyor, Yeşilçam bu filmlerle, bu örtülere kenar süsü yapmaya devam ediyordu. Cumhuriyet ideolojisinin sınıfsız ve imtiyazsız toplum imgesi, Yeşilçam melodramlarında kendini zengin kız yoksul adam, (ve tersi) aşkında yeniden yeniden üretiyordu. Gerçek hayatta örneklerini o zaman bile bulmanın çok zor olduğu bu "aşk hikayeleri," yoksul adam ve kadınının tasavvur dünyasına, cumhuriyet ideolojisini yeniden üretileceği en "insanî" malzemeyi sağlıyordu. Gerçek olmasa bile hayal etmeye izin vardı.
İrrasyonel duygusal "atık"
70'li yılların kapitalist gelişme düzeyinin feodal arka planı kapitalist piyasa ilişkilerine hala bir dolu "insanî" dolayım düzeyi sağlamaya devam ediyordu. Dürüstlük, arkadaşlık, dostluk, mertlik, fedakârlık, onur ve tabii ki en basit, en sıradan ve en yalın haliyle "aşk," piyasada karşı karşıya gelen ve çıkarını maksimize etmeye dönük "rasyonel faillerin" duygusal ayak bağları olmaya devam ediyordu.
Öyle ya, Hülya Koçyiğit ve Ediz Hun'un oynadığı "Arkadaşımın Aşkısın" filminin şarkı sözlerinin günümüz insanın hayatında her hangi bir yeri olabilir mi? Olsa bile bu yerin, kültürel evrenimizdeki yeri "boş" bir yerdir.
Aradan geçen 30 yıllık süreç içinde kapitalizmin maddi gelişim düzeyine eşlik eden, kültürel değişim düzeyi, Belkıs Özener'in seslendirdiği şarkıların hiçbir anlamsal gönderisine içinde yer açacak durumda değil.
Marx, bundan tam 140 yıl önce, o zamanlar iki ülkeyle, İngiltere ve Fransa'yla sınırlı olan süreç hakkında Manifesto'da söyle yazıyordu. "İktidarı ele aldığını her yerde burjuvazi, feodal, pederşahi, duygusal ilişki olarak her ne varsa hepsine son verdi, insanı 'doğal efendiler'ine tutsak eden karmaşık feodal bağları hiç acımadan kopardı ve insanla insan arasında soğuk çıkar ve 'peşin ödeme'den başka bir bağ bırakmadı.
Burjuvazi dini inancın ateşli ve kutsal heyecanını, şövalyelik ruhunu, duygusallığı bencil hesabın buzlu sularında boğdu. Burjuvazi kişisel değeri bir mübadele değeri halini getirdi. Ve bin bir güçlükle elde edilmiş sayısız özgürlüklerin yerine, biricik ve acımasız özgür ticareti koydu. Bir sözcükle dini ve politik aldatmaların maskelediği sömürü yerine, zorba, utanmaz doğrudan ve çıplak sömürüyü koydu"
Bugün bütün bir dünyada, "küreselleşme" adıyla hükmünü ilan eden bu sürece, Türkiye son otuz yılda iki buçuk askeri darbenin hızlandırılmış etkisiyle dâhil oldu. Ve AB süreciyle de makyajlarını tamamlıyor. Marx bu süreci hem coşkuyla selamlıyor hem de sıkıntısını duyuyordu.
Coşkuyla selamlıyordu; çünkü insan ilişkilerindeki tüm yanılsamalı süreçlerin son bulmasında devrimci bir potansiyel görüyor ve proletaryanın burjuvaziye karşı başkaldırısına ayak bağı olacak "yanlış bilinç"lerin tarih sahnesinden silinip süpürülmesini istiyordu.
Nitekim 1848 ile başlayan proletarya ayaklanmaları birbirini takip eden dönemler boyunca tarih sahnesinden inmediği gibi, geçtiğimiz yüzyılın şekillenişinin en önemli etkenlerinden biri oldu. Proletaryanın burjuvaziye karşı ayak seslerinin bütün dünyada yankılandığı son dönem 1968'di.
Kendisinden önceki tüm ayaklanma dönemlerinin kültürel birikimlerini arkasına ekleyerek, toplumsal yaşamın orta yerine boca eden 68'in değerler stoku, geçtiğimiz 35 yıl içinde erimeye ve başkalaşmaya yüz tuttuğu gibi, diri kalan parçaları toplumsal ve kültürel yaşamın marjlarında kendilerine yaşam alanları bulabiliyor artık.
Marx'ın coşkuyla selamladığı "kutsal olanın dünyevileşmesi" süreci proletaryanın elinde yeni bir dünyanın ve "insanı içerikli" toplumsal ilişkilerin anahtarı olabilirdi. Aksi halde piyasanın "modern insanı"nı durduracak, tutacak, korkutacak hiçbir "insanî" değer kalmayabilirdi ortada.
Kapitalizm hükmünü sürdüğü takdirde "modern insan," önüne dikilen her engeli, her şeyi ezip geçmekte özgür olacaktı. Aurası olmayan, insan ilişkilerinde irrasyonel hiçbir duygusal "artığa" yer olmayan piyasa rasyonalizasyonu içinde, "yanılsamalardan" kurtulmuş "özgür birey" piyasanın bir avı olmaktan kurtulamayacaktı.
Piyasanın "iç boşaltıcı" özgürlük vaadi
70'li yılların Yeşilçam'ının yeniden ürettiği ve yaydığı "yanlış bilinç" içerikleriyle yüklü film ve müziklerin önemli düşmanlarından birinin devrimciler diğerinin ise aslında gelişmeye yüz tutmuş kapitalist piyasanın bizzat kendisinin olması, Belkıs Özener'e gösterilen ilgilinin paradoksal yanını biraz da olsa anlamak imkânı tanıyor.
İki kuşak da, 68 kuşağı da 78 kuşağı da, Yeşilçam filmlerini anlamsal gönderilerinin adrese teslimini engelleyemediği gibi, kendi anlam ve değer dünyasının gönderilerini de tedavülde tutmayı başaramadı.
Ayrıca Manifesto'da en keskin ifadelerden birine kavuşan pasajın, "aydınlanmacı ve ilerlemeci" yorumlarıyla malul sol kuşakların önemli bir bölümü, piyasanın "hale" kırıcı ve "dünyevileştirici" kültürel operasyonlarının gönüllü ve çoğu zaman yüksek ücretli çalışanları haline geldiler.
1980'lerde başlayan ve tüm dünyada ideolojik hâkimiyetini karşı konulamaz bir şekilde tesis eden liberalizmin, "özgürlük ve demokrasi" vaadinin göz kamaştırıcı çağrısının peşine sol da takıldı.
Geleneksel ve dinsel cemaatlerin direncinin dışında, nüfusun büyük bölümü ideolojik paradigmanın ya hakim ya muhalif failleri olarak, piyasasının rasyonalizasyonu için uygun bir kıvama da getirilmişti. Direnç gösterenlerin ise, tümen tümen bu sürecin parçası haline getirilmeleri bir yandan nasılsa işlemeye devam ediyordu.
Piyasanın özgürlük vaadi, her türlü irrasyonel duygusal artığı geride bırakmayı şart koşuyordu. Bireysel özgürlük vaadinin peşinden koşan alt sınıflar kendilerini kapitalist cangılın orta yerinde bir av olarak bulmakta gecikmedi. Diğerlerine göre şanslı ve ayrıcalıklı olanlar için ise, dünya kendi arzularının tatmini için düzenlenen bir arena işlevi görürken, en büyük düşmanları, tatminsizlikleri ve can sıkıcı "özgürlükleri" oldu.
Küresel ölçekte toplumsal ilişkiler alanı, daha yalın, daha basit ticari işlemler alanına dönüştürülmeye çalışılıyor. İnsanlar ve şeyler barkodlarla etiketlenmiş ve küresel düzeyde geçerliliği olan standart bilgi kodlarıyla tanımlanmış, muhasebe diliyle ifadelendirilmiş metalar evreninin demirbaşları haline getirilmeye çalışılıyor.
Bütün bir toplumsal evrenin genel karakteristiği bu olmasa bile, bu eğilim duygu dünyalarımızda kendine ait bir "boş alan" çoktan yaratmış bulunuyor. Toplumsal kimliklerimizin somut hallerinden soyutlanmış "özgür" bireyler olarak İnternet chat odalarına sürdürdüğümüz cinsel ilişkileri, "dertleşmeleri," duygusal dünyamızın bu "boş alanları"nda yapıyoruz.
Sezen Aksu ve Nazal Öncel'in sofistike aşk şarkılarının, yaşadığımız gerçek ilişkilere yaptıkları göndermelerle, popüler kültür dünyamızdaki yerini Belkıs Özener'in şarkılarına kaptırmayacağı açık. Hatta Müslüm Gürses ve Murathan Mungan işbirliğinin, tüm defosuna rağmen, daha kalıcı olabileceğini bile söyleyebiliriz. Belkıs Özener'in seslendirdiği şarkıların duygusal dünyamızın "boş alanında" bir yankı bulduğunu söyleyebiliriz belki de. Piyasanın boşlaştırıcı sert etkisine, karşıt uçtan verilen bir cevap belki de.
Ama yine Benjamin'in işaret ettiği gibi: Geçmişin imgesi uçucudur. Geçmiş ancak bir daha görülmemek üzere kendini gösterdiği an, birden parlayıp aydınlanıveren bir resim olarak yakalanabilir. (YE/BA)