Ahmed Arif yaşasaydı eğer, "başım gözüm üstüne geldiniz çocuklar" derdi, hilafı yok Şahdamarımı izledikten sonra. Epeyce gecikmeli olarak yakın zamanda Diyarbakır Sanat Merkezinde izledim İmgesel Düşler Tiyatrosunun Şahdamarım oyununu.
Şahdamarım, Ahmed Arif'çe tek kişilik bir oyun. Son on yıldır tiyatronun ruh ve şekil verdiği bir dolu sağlam çalışmada gördüğüm Onur Cebe, Şahdamarımı yazmakla yetinmemiş. Oynayarak da izleyicisiyle buluşturmuş. Geçtiğimiz yıl Diyarbekir Hikâyeleri'ni yöneten İmgesel Düşler Tiyatrosunun tetikleyicisi Mahmud Samed de yönetmiş Şahdamarımı.
İşte hayatımızla merhaba dedikleri broşürlerinde "Bin yıllardan beri kesilmeyen ayin geleneği ve her çağda kişiliğini soylu tutan sanatın müritleriyiz. Bir 'başa gelenin' veya gidişatın içindeyiz. Güneşin doğuş yönüne verdik kendimizi, günebakanlar gibi. Aşkı, barışı, mutluluğu, sanatı güneşin doğduğu yerde arıyoruz."
Şahdamarım, büyük ölçüde şairin şehriyle ilişkisi ya da Ahmed Arif ve Diyarbakır bağı üzerine kurulmuş.Ahmed Arif'in kavganın olduğu kadar sevdanın da şairi olduğu malum. Oyun ağırlıklı olarak sevda ve şehir motiflerini işlemiş. Yani oyunda da telaffuz edildiği çerçevede sevdaya dair tek kişilik kelimat!
Şairlerle ilgili sahne çalışmaları tiyatro oyununa dönüştürülürken şiirin dramatize edilmesi genel olarak hedeflenir. Büyük ölçüde bu çaba başarılır da! Daha önce izlediğimiz Can Yücel, Nazım Hikmet oyun örnekleri bu tespitin kanıtlarıdır.
Ama şahdamarım, farklı bir tarz üzerine bina edilmiş bir oyun. Daha çok "oyunsallık" denebilecek tarz baz alınmış. Ahmed Arif şiiri, şiir olarak oyunda hiç kullanılmamış. Yani alıştığımız sesini iyi kullanan bir oyuncudan şairin şiirini dinlemek yok şahdamarımda! Şahdamarım, Ahmed Arif şiirine konu olan öyküler, yaşanmışlıklar; şehir, insan, sevda ve aşk teması üzerinde kurgulanmış.
Kimi kez sevda, şehriyle birlikte nehri Dicle ile özdeşleşmiş. Tüm Dicle ile yoldaş olan şehirliler de bilir ki, Tanrıya giden yoldur Dicle, denmiş. Ama hikâyatın buralarda böyle kurulmadığını yine en iyi buraların insanı bilir. Ozanların, dengbêjlerin dilinde; duaları, ağıtları ve havarları biten insanlar şehr-i Amida'yı inşa etmişler. Ustalar güçlü kollarıyla, yürekler pençelerle gizemli bazalt taşı dizmişler sanata yol vererek. Ve bir şehir kurmuşlar ki; eşi, menendi ancak Bizans, Mısır ya da Çin-i Maçinde.
Şehr-i Amed, yani Diyarbakır, yani bizim oralarda 21 Nisan 1927'de kaydedilir duvarlarına Amida'nın bir isim. Sonra kulağa ünlenir isim. Salavatlar, sözler dökülür Diyarbekir küçelerine. Hançepek sokaklarına. Çan çalar. Ezan okunur. Ve şehr-i Diyarbekir'de bir çocuk, Arif Hikmet oğlu Ahmed, hoş gelir, safa gelir Diyarbekir'e.
Söz usta işidir buralarda. Diyarbekir, Amida, Amed şehri. Sözün mana kazandığı, güzelleştiği şehirdir. Takınıp, takıştırır buralarda söz. Kimi kez cazibeli bir dilberdir. Kimi kez de çifte su katılmış çeliği yüreğinde taşıyıp dağdan taşa devşiren aşkiya!
"Kendi külümüzün kutbu rahlesini
Kendi gönlümüzün eşkıya suretini
Dicle kıyısında, tanrıya giden yolda kaybettik
Kelamı yaslı yüreklerin naralarına dökülmüş
Nar suyuna söyledik
Kelamımız yürekler cehennem şahdamarımızda"
(ŞD/YS)