Yaşanılanları ile hayatları rakamlara mahkum eden bir yer orası... Adı kader konulan teslimiyetin, bütünün diğer yarısında yaşayanlarca şiddete bir çıta daha eklenerek tanınan bir yer orası.
Orası her hayatın bir rakam ve her hayatın eşittir terör ve teröre destek adıyla adlandırıldığı bir yer.
Ve bir de diğer yarısı vardır oradan uzak ama oranın parçası olduğu bütünün hayatı. Orada televizyon ve gazetelerdedir hayat, bir kadının kırmızı dudaklarında, bir diğerinin sarı saçlarında, birinin tartışmalı türbanında ve başka birinin sevgili adını koyduğu listelenen erkek ve kadınlarındadır.
Oysa hayatın rakamlara ve yargısız mahkumiyetlere teslim hayatların orasında, gazete ve televizyonlar o kadar uzaktır ki oradan, o yazılanları okuyanlar, uzak bir ülkeden haberler diye okur ve bakar, bir süre sonra da anlamını kaybeder Mediya denilen kavram.
Kendi dillerinin inkarındadır umut orada, kendinin inkarındadır.
Mucizevi bir varoluşa doğru sadece inkardan geçmektedir, gelecekteki varoluş mucizesi.
Ve o mucizenin yolcuları Bingölde topluca rakamlara dönüştüler. Anneleri ve babaları ile vedalaşıp, Xatıra we (hoşça kal) dedikten sonra bir daha konuşmamak üzere ve umuda yolculuktan, umutlarını beton parçalarına teslim ederek, evlerine cansız, rakamlaşmış bedenleri ile dönebildiler.
Ölümü kanıksamış coğrafyanın insanları, onları da Tanrının sevdikleri olarak nitelediler. Oranın ötesindeki ülkede de rakamlara dönüşerek var oldular, ama var oldular ya bu da bir mucize idi, rakamlaşarak da olsa.
Yatılı denmişti hayatlarına umut olan ve kendilerini rakamlarda var eden yere, hem de bir okul, Yatılı Okul. Çeltiksuyu Yatılı Bölge Okulu. O sadece bir tanesi idi, daha çoktu onlardan.
Hepsi köylüdür onların, hepsi çaresiz, ve hepsi oranın çocuklarıdır. Hepsine farkına varamadıkları, kendilerini inkar etmeleri karşılığında umut, gelecek, kendilerini yakarak var olmak vaat edilmişti.
Belki avukat, belki doktor, belki öğretmen olup çaresizliklerinin, yok sayılmanın üstesinden gelmeyi umuyor ve var olmanın mucizesinin yolculuğunda yol alıyorlardı.
Ama Tanrı dayanamadı o sevimliliklerine ve güzelliklerine, hala kendileriydiler ve tertemizdiler. Tanrının yüreği dayanamadı bu umutsuz, mucizevi yolculuk düşlerine, onları çok sevdi ve Tanrı onları yanına aldı.
Rakamlaşan ölümlerine katlanabilmeye bir ad koymuşlardı Oralılar, Tanrı onları çok sevdi ve yanına aldı derlerdi her ölümün arkasından, kaderleri böyle yazılmıştı denirdi. Başka türlü nasıl alışılabilirdi ölümün soğuk, çıldırtan yüzüne; yok oluşun anlamlandırılması buydu işte orada.
Ağıtları gözyaşlarıyla boğulmaktaydı yine bunca acıya ve ölüme rağmen, oranın insanları hala ağlayabiliyorlardı, hem kendilerine, hem de ağlamayı unutmuş oraya uzak ülkenin insanlarının yüreklerine. Ama onlar hala ağlayabiliyorlardı sessizce.
Yatılının çocuklarının küçücük, kirlenmemiş yüreklerinde yabancı bir yerde ve başka bir dilde olmanın korkusu ve özlemin yakıcılığı... Çaresizlikten, inkara, yok sayılmaya çare olmuştu yatılı. Anneleri yoktu yanlarında, göğüslerine başlarını dayayıp ağlayacakları, babaları yoktu yanlarında sırtlarını dayayabilecekleri.
Zaten onlara da buruk bir kırılganlıkları vardı. Neden kendilerini uzağa göndermişlerdi, ne olacaktı ki... Yatılıda öğrenmeye başlamışlardı ki kaderlerini değiştirmenin ne kadar zor olduğunu. Hele bir de yatılının Televizyonunu izledikçe, boşa kürek çektiklerini daha iyi anlamışlardı.
Kendilerini ifade de dahi zorlanıyorlar, yabancı bir dilde okumak kolay değildi o yaşta. Her dakika kendilerine güvenleri kaybolmakta ve mucizevi yolculuklarında çocuk yüreklerinde güç tükenmekteydi.
Ama annelerinin-babalarının umutlarını nasıl yıkabilirlerdi, onlar için kalmalıydılar. Onlar umudu, anne- babalarının kendilerine bakarken gözlerinde okumuş ve karşı konulmazlığında erimişlerdi. Kaldılar...ve Yatılıda, umutlarının imkansızlığında ve hayatlarının çaresizliğinde boğuldular.
Hayatlarının hakimi olsun diye gönderen anne-babalar onların çaresiz iniltileriyle vedalaşabildiler onlarla. Anlamsız bir dilde acıları döküldü anaların-babaların. Ve anladılar ki, sadece çocuklarına değil, kendilerine de ağlıyorlardı onlar. Kendilerini teslim ettikleri kadere isyanı etmeyi çocuklarına bırakmanın utancı ve ağırlığına ağlıyorlardı.
Sadece umutları değildi beton parçaları arasında kalan, kendilerine yapışan ve değiştiremeyecekleri kaderlerine isyanın nafile çabasını görmekti o beton yıkıntılarında. Ve onlar kendilerine, kaderlerine ağlıyorlardı.
Çaresizliğin dillendiği mezarlıklarda onlarda birer çiçek oldular şimdi. Her ne kadar 73 rakamına dönüştürülseler de.
Umutlarını ve geleceklerinin tek ışığını kaybedenlerin öfkesi ise provokasyon olarak nitelendi. Ve Kızıla boyalı Ayın ifadesiz dudaklarında teröristlere destekle ifadelendirildi, ışıklarını kaybedenlerin çaresiz öfkesi o uzak ülkenin medyasında işte böyleydi.
Zaten varlıklarıyla oranın diğer parçasına yük olanlar, anladılar ki betonda kaybettikleri yalnızca umutları değildi, kurşunlar ve yargısız ithamlarda yüzleştiklerinde,. Hayatları ve varlıklarıydı.
Öfkelerini suskunluğa telim edip, bu defa da kadere sığınmaya gittiler. Yüreklerinde kalan çocuklarının, umutlarının kaderlerinin belirsizliğinin korkusu ile. Bu coğrafyada sahip oldukları ve kendilerine ait olan ve o bile çok görülen çocuklarının değişmez kaderlerini bilmenin derin acısını ve onları bu kadere mahkum etmenin pişmanlığı ile kendilerine döndüler.
Yine sessiz çığlıkları boğulmuş, sesleri duyulmamıştı. Belki kurşunlar almamıştı bu defa ama kurşun yarasından daha ağırdı yaraları.
Devlet yine poliste, Jandarmada, Valide, Vekilde, Müteahhitte, yani devletin adamlarında ve kimsesizlikte özdeşleşmişti.
Devleti yine anlayamamış ve vatandaşlık kavramının yabancılığında yine Tanrıya sığınarak, sessiz öfkeleri ile yaralarını sarmalamaya başlamışlardı. En iyi yaptıkları buydu zaten ve her gün biraz daha devletten uzaklaşıp Tanrıya yakınlaşıyorlardı.
Ve şimdi bekliyor oralılar. Sadece şiddeti ve ölümü hakkettiklerine inanmaya başlayarak bekliyorlar. Tanrının, ışıklarını, geleceklerini, umutlarını, yani çocuklarını Bingöl, Hakkari gibi bir çok yerde, sadece devletin adamlarınca yapılan diğer okullardakileri de sevip almasını bekliyorlardı.
Oralılar Tanrıya dua ediyorlardı hep beraber, hep kendilerinden bir şeyler alan ve sadece acı veren devlet ve devletin adamları, ışıklarını, umutlarını almadan Tanrının kendilerini almasını bekliyorlardı.
Ve onlar, mayınla parçalanacak, belki doktor olmadığından ölecek, belki terörist diye kurşunlanacak çocuklarının çığlıklarıyla sessizlikleri parçalanıncaya kadar yine susacaklardı.
Tanrıya yakınlaşıyor oralılar ama artık sorguluyorlar da, provokatörce nitelense bile sorgulamaları, oralılar artık sorguluyorlar.
Ve onlar devleti tanıdıkları, devletin adamlarına ve o adamlara var olan, Tanrıdan daha uzak olan devlete öfkelerini biriktiriyorlar.. (RT/NM)