Ben bu kitabı ilk okuyuşumdan beri çok sevdim. Savaş travmasının ve "ruhsal tedavi" saçmalığının iç yüzünün anlatıldığı gelmiş geçmiş en unutulmaz karakterlerden biri Septimus Warren Smith, ergenlik sıkıntısının dayanılmazlığını yaşayan Elizabeth Dalloway, Hindistan'dan o gün gelen şaşkın Peter Walsh, ama ille de iç sıkıntısı, yalnızlığı ve büyük bir beceriklilikle ve bitmeyen partileriyle kapatmaya çalıştığı içindeki büyük boşluğuyla Clarissa Dalloway.
Yaşam ve ölüm
"Yaşamı ve ölümü vermek istiyorum, sağlığı ve çılgınlığı; toplum düzenini eleştirmek istiyorum, işler halinde, en yoğun biçiminde" diyor Virginia Woolf bu romanı için ve bunu olağanüstü bir incelikle beceriyor.
Dolayısıyla Amerikalı yazar Michael Cunningham'ın serbest' "Mrs. Dalloway" uyarlamasının filminin gösterime girdiğini duyunca hem çok heyecanlandım, hem de çok korktum. Heyecanlandım, çünkü çok sevdiğim bir romanla rabıtası olan bir filmi izlemek fikri beni heyecanlandırdı, korktum çünkü Amerikalılar için Virginia Woolf ve Clarissa Dalloway izlemek istemiyordum. Korkmakta da, heyecanlanmakta da haklı çıktım.
Donuk, sıkıcı, ruhsuz Woolf
Önce korkmakta haklı çıktığım bölüm. Gerçekten de Nicole Kidman'ın canlandırdığı Virginia Woolf bölümü ancak bu kadar klişe olabilirdi. Nesiyle Oscar aldığını hiç anlamadığım bu donuk, sıkıcı ve ruhsuz Woolf yorumu "deli yazar" klişesinin tüm unsurlarına sahip.
Hizmetçilerle kurulan tuhaf ilişki, gündelik hayat akarken ondan kör gözüm parmağına bir biçimde kopuşu ve küçük yeğenlerinin bile onunla dalga geçişi dolayısıyla ne kadar kötü bir durumda olduğunun gözümüze sokuluşu, romanının çatısını normal hayattan kopmak pahasına bir günde tamamlaması, kocası Leonard Woolf'la yaptığı ve yüzlercesini kimi filmlerden ve kitaplardan artık ezbere bildiğimiz "hastaysam bile benim de bir takım haklarım var" konuşması.
Delilik bu mu?
Virginia Woolf'la kurduğum ve aslında dünyanın türlü yerlerindeki bir sürü kadın ve erkeğin kurmasına rağmen benim tek ve biricik olduğuna inandığım takıntılı ilişki yüzünden, "Benim Virginia Woolf'um nasıl böyle anlatılabilir?" türü bir hezeyan mı geçiriyorum diye kendi kendime çok sordum ama hayır, bence sebep bu değil.
Deliliğin ya da ruhsal bozukluğun çok daha nüanslı ve gözümüze sokulmayan, o kişiyi bir tür yaratığa -sevilesi, hayran olunası yada nefret edilesi önemi yok ama bir tür yaratık- dönüştürmeyen kimi örneklerini gördüm, o yüzden takma burunlu Nicole Kidman'ın donuk Woolf'unu hiç sevmedim. Şüphesiz film kahramanları canlandırdıkları tarihsel kişiliğin gerçekliğini birebir yansıtmak zorunda değil, ama onun inandırıcı ve derinlikli bir yorumunu yapmak zorunda bence.
2000'li yıllarda bir editör
2000'li yıllarda geçen New-York'lu editör Clarissa ise Clarissa Dalloway'in 'serbest' bir uyarlaması. Açıkçası bu uyarlamayı da sevmedim. Çünkü bir kere modern Clarissa'nın pek sevgili arkadaşı şair Richard AIDS hastası.
Çok iyi bir oyunculuk gösteren Ed Harris'in yeteneğiyle ve aslında AIDS hastası birisinin varlığının yol açacağı gibi, bütün dramatik unsur AIDS'li Richard'ın üzerine odaklanıyor.
Haksızlık yapmış olamayayım, arada Clarissa'nın sinirlerinin bozulup tepindiği bir mutfak sahnesi var ama, bence bu bölümün baş karakteri Richard. Modern hayatın kadınların bir bölümünün üzerinde yarattığı boşluk duygusunun en incelikli kahramanlarından biri olan Clarissa Dalloway'le editör Clarissa'nın akrabalığı yüzeysel ve göstermelik kalıyor gibi. Meryl Streep iyi bir oyuncu olarak bu duyguyu editör Clarissa'nın gergin bir yorumuyla vermeye çalışmış ama pek olmamış.
Bırakıp gidebilme
Peki o zaman ben bu filmde neyi sevdim? Bir kere tüm Woolf temalarından bağımsız olarak film bırakıp gitme duygusunu çok iyi anlatıyor. Bırakıp gitme, uzun süre gidememe, pişman olma, özgürlük hissi, vicdan azabı... Aşk, sevgi, huzur, uyum, toplumsal beklentilere doğru cevap, mülki ortaklık her neyse işte o "çift olma" -ayrı cins, ya da aynı cins- halinin verdiği dehşetli mutsuzluk ve boşluk duygusunu tüm ağırlığıyla hissettiriyor. Özellikle de biz kadınlar için.
Her şey yolundaymış gibi
Filmin en sevdiğim ve uzun süre unutamayacağım bölümü işte bu yüzden Julianne Moore'un büyük bir parlaklıkla canlandırdığı karakter. Bu kadın savaş sonrası Amerikan taşrasında yaşıyor, onu seven bir kocası ve küçük bir oğlu var, ikinci çocuğuna hamile, güzel bir evde hayatını sürdürüyor. Aslında gözle görünür hiçbir sorunu yok; aldatılma, fiziksel ya da cinsel şiddet gibi. Ama kadın olabildiğince mutsuz. O kitch Amerikan taşrasında, cepheden yeni dönmüş erkekleri mutlu etme rolü onu mutsuzluktan delirtiyor.
Kek yapma ve kek yaparken kabı yağlama gerekliliği, kocanı sevme ve ona doğum günü partisi hazırlama gerekliliği, yakın kız arkadaşlarınla arkadaşlık, ama sadece arkadaşlık ilişkisi kurma gerekliliği, çocuğuna iyi bakma ve onunla ilgilenme gerekliliği, o gün rahim ameliyatı olacakken bile korkmama ve her şey yolundaymış gibi davranma gerekliliği.
Her şey yolundaymış gibi yapma, mutsuzken, erkek egemenliğinin senin için çizdiği o boğucu kadın rolleri seni delirtiyorken, her şey yolundaymış gibi, cesur ve iyi kocana sanki bayılıyormuşsun gibi, zaten aslında hayattan tek beklentin kek yapmak ve çocuk bakmakmış gibi, her şey yolundaymış gibi, yolundaymış gibi...
Yaşamak ve ölmek
Şair Richard'ın 'meşum' annesi olan bu kadın sonunda hiç beklenmedik bir şey yapar; bırakır ve gider. Evi, kocayı, küçük oğlunu, henüz yeni doğmuş kızını bırakır ve bir kütüphane memuresi olarak çalışacağı Kanada'ya gider; yıllar sonra Clarissa'ya gidişinin bir seçim filan olmadığını çünkü gitmekle kalmak arasındaki seçimin yaşamak ve ölmek arasında bir seçim olduğunu ve nefes almayı seçtiğini söyler
Kendi adıma doğum günü kutlamasının ardından kadınla kocası arasındaki diyalogu gözyaşları içinde izlediğimi ve uzun süre unutamayacağımı itiraf etmek zorundayım. Adam yatağa yatmış karısını beklemektedir, kadın tuvalette sessizce ağlamaktadır, adam kadınla gündelik olaylar üzerine sohbet etmeye çalışır, kadın, adam onun ağladığını anlamasın diye sesini bastırmaya çalışır ve normalleştirdiği ses tonuyla sorularını yanıtlar. Sonra gözyaşlarını siler, kendini sakinleştirir ve içeriye, beklendiği yere, kocasının yatağına gider.
Bırakıp gidememek
Bırakıp gitmek. Biz kadınlar için bırakıp gitmek ancak kalırsak ölecek hale gelince mümkün. Erkekler gibi unutulmaz olmak için,sıkıldığımızdan, canımız başkasını çektiğinden, macera aradığımızdan ya da sadece canımız gitmek istediğinden gidemiyoruz. Hele gözle görünür, dişe dokunur bir sebep olmadığında bir ilişkiyi bırakıp gitmemiz neredeyse imkansızlaşıyor.
Şüphesiz 'bırakıp gitmek' bunu düşünebilecek zamana ve paraya sahip olmayı gerektirdiğinden her kadın bu kadar şanslı değil. Ama böyle bir lüksü olanlar bile o lüksü kullanma konusunda pek hevesli değiller.
Oysa hayatta makul ve alışıldık olanı bu olduğundan, aynı mutfakta aynı adamın bulaşıklarını aynı 'sarı duvar kağıdı'na bakarak sırf bize iyi davranıyor diye -ne demekse o 'iyi davranmak'- yıkamasak, doğum gününe kekler yapıp sevecenlikle onu işine gönderip, çocuklarını büyütmesek, içerdiği bütün eşitsizlik, sömürü ve tahakküm ilişkileri içindeki haliyle bugünkü dünyada bile kendi özgün ve edebi hikayemizi yaratmaya çalışsak.
Kadın arkadaşlarımıza daha çok vakit ayırmak, inandığımız şeyler uğruna mücadele etmek ve kendimize ait bir oda yaratmak için...
Oturma odasından uzaklaşmak
Filmdeki ruhsuz haliyle değil ama hayattaki gerçek haliyle, yani kadın kurtuluş hareketinde, savaş karşıtı hareketlerde ve kocası Leonard Woolf'la birlikte katıldığı İşçi Partisi etkinliklerinde parlak bir zeka ve sivri dilli bir hatip olarak bilinen Virginia Woolf bize bir yüzyıl öncesinden, William Shakespeare'in hayali kız kardeşinin nasıl erkek egemen toplum yüzünden şair olamayacağını anlattığı ünlü "Kendine Ait Bir Oda"da diyor ki:
"...düşündüğümüzü tam olarak yazma yürekliliği ve özgürlüğüne sahip olursak; biraz olsun ortak oturma odasından uzaklaşıp insanları her zaman birbirleriyle olan ilişkileriyle değil ama gerçeklikle olan ilişkileri çerçevesinde görebilirsek; ve gökyüzünü ağaçları ya da kendi içinde varolan herhangi bir şeyi de böyle görebilirsek; Milton'un gulyabanisinin ardına bakabilirsek; çünkü hiç kimse görüş alanımızı kapamamalı; ve gerçeği göğüslersek, çünkü şu bir gerçektir ki tutunacak bir kol yoktur ve tek başımıza yol alırız ve yalnızca kadınların ve erkeklerin dünyasıyla değil, gerçeklikle ilişki içindeyizdir; o zaman beklediğimiz olanak doğacak ve Shakespeare'in kız kardeşi olan beklediğimiz ölü ozan, bir çok kez toprağa yatırdığı bedenine bürünecektir.
Kendinden önce erkek kardeşinin yaptığı gibi tanınmamış kadın öncülerinin yaşamından kendi yaşamını çekip çıkaracaktır. Bu hazırlık olmaksızın, bizim harcamamız gereken çabalar olmaksızın, yeniden doğduğunda, şiirlerini duyarak yaşama ve yazma olanağı bulacağı konusundaki kararlılığı olmaksızın doğabileceğini umamayız, çünkü bu olanaksızdır. Ama inanıyorum ki, eğer bizler onun için çalışırsak, o kadın ozan gelecektir ve bunun için çalışmak, yoksulluk içinde ya da tanınmadan da olsa çabaya değer.(ÖSG/NK)