* Manşet fotoğrafı: Narciso Contreras / Anadolu Ajansı (AA) - Herson / Ukrayna
Rusya'nın Ukrayna'yı işgaliyle başlayan savaş, tüm ateşkes ve barış umutlarına rağmen sekiz ayı aşkın süredir devam ediyor.
16 binin üzerinde sivilin hayatını kaybettiği ülkede, konutların yaklaşık yüzde 40'ı, altyapının yüzde 33'ü zarar görmüş durumda.
Tüm bunlar ise milyonlarca kişinin Ukrayna'yı terk edip başka ülkelere sığınmasına veya ülke içinde zorla yerinden edilmesine sebep oluyor.
Peki, savaş yüzünden yerlerinden edilen Ukraynalı yurttaşlar gittikleri ülkelerde neler yaşıyor? Ukraynalı mültecilerin sığındıkları Avrupa ülkelerinde gördüğü muamele ile daha önceki mülteci hareketlerini karşılaştırdığımızda karşımıza nasıl bir tablo çıkıyor?
İstanbul Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü'nden Prof. Dr. Ayhan Kaya, Avrupa'da da ekonomik sorunların yaşandığını, dolayısıyla Ukraynalılara karşı sergilenen "hoşgörü"nün kış aylarında sona erebileceği konusunda birtakım öngörülerin olduğunu hatırlatıyor.
Kaya, "Göç ve insan hareketlilikleri iktisadi krizle de bir araya gelince sistem karşıtı, sağ popülist partiler tarafından çok kolay kullanılabilen ve araçsallaştırılabilen meseleler haline geliyor" diyor ve ekliyor:
"Tabii bunları değerlendirirken sadece mülteci ve göç hareketliliği üzerinden değerlendirmiyoruz. O sadece faktörlerden önemli bir tanesi."
Prof. Dr. Kaya ile Rusya-Ukrayna savaşını, beraberinde getirdiği mülteci hareketlerini ve Avrupa siyaseti üzerindeki muhtemel etkilerini konuştuk...
6,3 milyon kişinin 2 milyonu Polonya'da
Ukraynalı mülteciler gittikleri ülkelerde neler yaşıyor, hükümet ve toplumlardan nasıl bir muamele görüyor? Avrupa'nın benzer bir mülteci dalgası ile karşılaştığı 2015-2016 dönemi ile karşılaştırdığınızda siz bu açıdan bir fark görüyor musunuz?
Elimizdeki sayılara göre 6,6 milyon kadar Ukraynalı'nın ülke içinde yer değiştirdiğini görüyoruz; bu insanları "zorla yerinden edilmiş" kişiler olarak tanımlıyoruz. Bu kişiler uluslararası hukukun konusu olmuyor pek, ama yine de yerinden yurdundan edilmiş 6,6 milyon insan var.
6,3 milyon insanın da ülkeyi terk edip özellikle Avrupa ülkelerine göç ettiklerini görebiliyoruz. Coğrafi ve kültürel yakınlık nedeniyle de yaklaşık 2 milyonluk bir nüfusun Polonya'da olduğunu biliyoruz.
Macaristan'a, Moldova'ya gidenlerin olduğunu, daha sonra buralardan ayrılıp Almanya, Avusturya gibi ülkelere gidenlerin olduğunu da görüyoruz.
Avrupa Birliği (AB) devletleri, kitlesel Ukrayna göçü başlar başlamaz kısa bir zaman içinde geçmişten gelen deneyimleriyle ve özellikle 1990'lı yıllarda Bosna Hersek krizi sırasında kullandığı yöntemlerin sağladığı bilgi ve tecrübe birikimiyle birtakım baş etme ve kriz çözme mekanizmalarını devreye sokarak aslında hızlı bir şekilde davrandı ve AB tarafından kabul edilen 2001 tarihli Geçici Koruma Yönetmeliğini hemen devreye soktu.
Geçici Koruma YönetmeliğiGeçici Koruma Yönetmeliği, pratikte 1997 yılı itibariyle uygulanmaya başlamıştı ama yazılı bir metin haline Bosna Hersek krizi çözüldükten sonra, 2001 yılında dönüştürüldü. Hatta Türkiye de geçici koruma yönetmeliğini oluştururken o metni temel almıştır. Geçici koruma ne demek? Geçici koruma altındaki Ukraynalı mülteciler, bulundukları herhangi bir AB üyesi devlet sınırları içinde siyasal haklar dışında bütün haklara sahipler. Ama bu 1 yıllık bir uygulama ve her yıl yenilenmek durumunda. |
Mültecilere "dostane" yaklaşım
Nasıl karşılandılar şeklindeki soruya cevap verirken de Ukraynalıların Avrupa kamuoyu tarafından karşılanma biçimlerini, 2015 yılındaki Suriyeli, Afgan, vb. Müslüman mültecilerin karşılanma biçimleriyle karşılaştırmak durumundayız ister istemez.
Dini hassasiyetlerin olduğu ve bu tür konulara daha medeniyetçi çizgiden bakan birtakım ülkeler var Avrupa'da. Özellikle Doğu Avrupa ülkeleri, yani AB'ye 2004'te üye olan Macaristan, Polonya, Slovakya, Çekya bunladan bazıları. Bu ülkelerin Müslüman mültecilere, Suriyelilere, Iraklılara, Afrika'dan gelenlere veya diğerlerine çok da dostane bir tavır sergilemediğini biliyoruz.
Macaristan'da gazetecilerin mültecilere çelme taktıkları görüntüler hâlâ gözümüzün önünde. Bulgaristan'da adeta Müslüman veya Avrupalı olmayan mülteci avına çıkan bir takım "vigilante" grupların olduğunu hatırlayalım. Dolayısıyla, özellikle Doğu Avrupa ülkelerinde o dönem Müslüman, Afrikalı, Ortadoğulu mültecilere yaklaşım hiç de dostane değildi.
Ama Ukraynalılar söz konusu olduğu zaman, kültürel, dini ve coğrafi yakınlık nedeniyle ve aynı uygarlığın bir parçası olduklarını da düşündüklerinden olsa gerek çok daha farklı bir tutum sergilediler.
Dolayısıyla, AB devletleri arasında Ukraynalılara son derece dostane yaklaşan böyle bir grup devlet var.
Almanya ve „Wir schaffen das!"
Almanya ve İsveç gibi Müslüman, Ortadoğulu mültecilere daha farklı, daha çok insan hakları ve hümanizm çerçevesinde yaklaşan ülkeler de var.
Örneğin, 2015-2016 döneminde, dönemin Hristiyan Demokrat şansölyesi Angela Merkel, Hristiyan mitolojisine referansla, diğer bir deyişle bizdeki "ensar" söylemine de benzer bir söylemle "Biz bunu yapabiliriz" (Wir schaffen das) diyerek yaklaşık bir milyon mülteciye kapıları açmıştı.
TIKLAYIN - BM'den Angela Merkel'e Nansen Mülteci Ödülü
Merkel'in bu insan ve din farkı gözetmeksizin sergilediği tavır her ne kadar çok uzun süreli olmadıysa da en azından bir yıl süreyle Müslümanlara, Ortadoğulu, Afrikalı mültecilere kapılarını açmış oldular. Şu anda da Ukraynalı mültecilere benzeri şekilde kapılarını açtıklarını görüyoruz.
Öyle görünüyor ki, o dönemde, özellikle aşırı sağcı popülist Almanya için Alternatif (AfD) partisinin yükselişine denk gelen bir dönemde Almanya hükümeti Ortadoğulu mültecilere karşı dostane tavırlarını uzun süre devam ettiremediler. Ama şu anda Ukraynalılara karşı o dostane tavırlarını sergilemeye devam ediyorlar. Aynı şekilde İsveç de öyle...
Dublin III Protokolü ve popülizmin yükselişiFransa ve diğer pek çok AB üyesi devlet çok fazla mülteci almadı. İtalya – tabii sınır ülkesi olduğu için – Afrika ve Ortadoğu'dan gelen mültecilere – istemeyerek de olsa – kapılarını açmak, onlarla ilgilenmek zorunda kaldı. 2013 yılında yürürlüğe giren ve AB devletini kendilerine ilk giriş yapan mültecilerin sığınma başvurularını alma, onlarla ilgilenme ve başka ülkelere gitmelerini engelleme zorunluluğu getiren Dublin III Protokolü sebebiyle büyük bir sorumluluk altında kaldılar. Bu yüzdendir ki Avrupa'nın güney ve güneydoğu sınırındaki İtalya ve Yunanistan gibi ülkeler, giderek artan Afrikalı, Ortadoğulu ve Asyalı mülteci sayıları karşısında – aslında haklı olarak – diğer AB devletlerini yeterince sorumluluk almamakla itham etmişlerdir. Merkel'in Dublin III Protokolü'nü değiştirmeye direnmesi nedeniyle bu tür ülkelerde AB ve Almanya karşıtlığı özellikle sağ çevrelerde yükselmiştir. Hatta bunun Avrupa'da ve İtalya'da sağ popülizmin yükselmesinin nedenlerinden biri olduğunu söylemekte fayda var. |
Medeniyetçi söylem ve "dini-kültürel benzerlik"
Avrupa ülkelerinin Ukraynalı mültecilere yönelik "dostane" tavırlarından bahsettiniz. Sizce uzun vadede bu göç hareketliliği Avrupa siyaseti ve toplumunda ne gibi değişimlere neden olacak?
Avrupa'da da – Türkiye'de olduğu gibi – birtakım ekonomik sorunların yaşandığını, enerji krizinin önemli bir sorun haline geldiğini, dolayısıyla Ukraynalılara karşı sergiledikleri "hoşgörü" ya da "hazmetme" kapasitelerinin kış aylarında sona erebileceği konusunda birtakım öngörülerin olduğunu hatırlatmakta fayda var.
Dolayısıyla, bu ister Almanya'da ister İsveç'te olsunlar, insanların kendi ekonomik beklentileri sarsıldığı zaman ister Hristiyan ister Müslüman olsun, kim olursa olsun mültecilere karşı daha hasmane bir tutum sergileme ihtimallerinin olduğunu gösteriyor.
Yani, kültürel ve dini yakınlık, uzun vadede bakıldığı zaman çok da belirleyici bir faktör olmuyor aslında.
Türkiye örneğinde de böyle... Bugün kimse ensardan, kültürel ve dini yakınlıktan bahsetmiyor. O kitlesel göçün ilk yıllarındaydı.
Dolayısıyla, medeniyetçi söylemdeki bu dini-kültürel benzerlik meselesi, kısa dönemde iktidarların zaman zaman başvurdukları bir söylem olarak karşımıza çıkıyor ama bu, uzun vadede birlikte yaşamı, dostane bir bir aradalığı pek de mümkün kılabilecek bir söylem değil.
Avrupa'da krizlerin sürekli yinelendiği 15 yıl
BMMYK'nın Ukraynalı mültecilerin ülkelere göre sayılarını paylaştığı harita.
Şu anda Avrupa ülkelerinde kış aylarında neler olabileceğini çok da fazla kestirmek mümkün görünmüyor ama görebildiğim kadarıyla, hoşgörü eşiğinin yavaş yavaş aşılmaya başlandığı söylenebilir.
Sayı olarak çok fazla mülteci alan Polonya öyle, kapasitesi belli bir ülke olan Moldova öyle, diğer Doğu Avrupa devletleri de keza yine öyle...
Dolayısıyla, bu göç ve insan hareketlilikleri iktisadi krizle de bir araya gelince sistem karşıtı, sağ popülist partiler tarafından çok kolay kullanılabilen ve araçsallaştırılabilen meseleler haline geliyor.
Örneğin, bugün İtalya'da Giorgia Meloni iktidarı var. Matteo Salvini'nin Lega'sını ve Beş Yıldız hareketinin sağ kanadını güçlendiren en önemli meselenin 2015 yılından, hatta İtalya açısından daha önceki yıllardan beri baş gösteren mülteci ve kitlesel göç sorunsalı olduğunu görüyoruz.
Dolayısıyla, Avrupa'nın diğer devletlerinin bu sorumluluğu paylaşmak için çok da gönüllü olmamasının, özellikle Almanya'nın Dublin III Protokolü'nün içeriğinin değiştirilmemesi konusundaki ısrarcı tavrının Avrupa'da göçmenler üzerinden bir parçalanmaya, bir yarılmaya işaret ettiğine, dayanışmanın büyük ölçüde zarar görmesine neden olduğuna tanıklık ediyoruz.
Hatta öyle bir noktaya gelindi ki, bugün yine insan hareketliliği ve küreselleşmenin neden olduğu çokkültürlü, kültürlerarası yapıların yönetilmesinde devlet ve iç piyasanın karşılaştığı sorunlar sebebiyle sağ popülist partilerin giderek tırmandığını ve prim kazandığını görüyoruz.
Gelinen noktada İsveç'te bile bugün aşırı sağ İsveç Demokratlarının – koalisyon hükümetinin dışında kalsalar bile – dışarıdan sağladıkları destekle hükümeti belli ölçüde şekillendirdiklerine, daha önemlisi bürokrasinin kilit noktalarında söz sahibi olmaya başladıklarına şahit oluyoruz. Sağ popülizmin Sosyal Demokrasinin kalesi olarak gördüğümüz İsveç'te dahi bu denli taban edinmiş olması Avrupa siyasetinde önemli bir takım tehditlerin olduğunu gösteriyor.
TIKLAYIN - İsveç | Koalisyon hükümeti parlamentodan güvenoyu aldı
Tabii bütün bunları değerlendirirken sadece mülteci ve göç hareketliliği üzerinden değerlendirmiyoruz. O sadece faktörlerden önemli bir tanesi. Aynı zamanda 2008 yılında yaşanan küresel finansal kriz de önemliydi, pandemi de yine bu çerçevede önemli bir mesele haline geldi. En sonunda da Ukrayna ve enerji krizi de eklenince sistem karşıtı hareketlerin giderek daha güç kazanmaya başladığına tanık oluyoruz.
Dolayısıyla, geçtiğimiz 15 yıl Avrupa'da aslında krizlerin sürekli yinelendiği bir 15 yıl oldu ve şu anda üzerinde en fazla durulan konu mülteci meselesi.
Savaşın gidişatı ve mülteciler
Bir gün savaş bittiğinde çeşitli ülkelere sığınan Ukraynalıların durumunun ne olacağını öngörüyorsunuz? Biraz farazi bir soru olmakla birlikte, bu kişilerin Ukrayna'ya dönmesini bekliyor musunuz? Ya da bulundukları ülkede kalıp entegre mi olacaklar?
Tabii ki insan profillerine bakmamız gerekiyor. Mesela, Suriye'den Türkiye'ye gelenler ile Ukrayna'dan Avrupa ülkelerine gidenleri kıyasladığımız zaman Suriyeli göçü daha çok ailelerin göçüydü. Yani, Suriyeliler topyekûn savaştan kaçıp gelmek durumunda kaldılar.
Ukrayna'da ise durum farklı. Ukrayna'da erkekler büyük oranda göç etmediler. Savaşmaya devam ettiler. Çocuklar, anneler ve yaşlı erkekler büyük ölçüde göç etmek durumunda kaldılar. Dolayısıyla, bu bize şunu gösteriyor: Kısa zamanda savaş biterse, geçici koruma altındaki bu insanların neredeyse tamamının Ukrayna'ya dönmeleri söz konusu olabilir.
* NOT: Ukrayna, savaş başladıktan sonra 18-60 yaş grubundaki erkeklerin ülkeyi terk etmesini yasaklayan bir karar almıştı.
Ama Türkiye'de de biz aynı şeyleri konuşuyorduk. Esad rejimi son bulursa 4 milyon insanın büyük ölçüde Suriye'ye geri döneceklerini öngörüyorduk. Fakat gelinen noktada, aradan geçen 11 yılın ardından bunun en azından bu düzlemde çok da mümkün olmadığını görüyoruz.
Ukrayna için de aynı şey geçerli. Dolayısıyla, oradaki savaş durumunun ne kadar süreceğiyle alakalı bir mesele aslında bu.
Rusya'nın çekilmesi sonrası Herson'dan bir kare. (Foto: Andre Luis Alves / AA)
Son gelinen noktada Ukrayna'nın yeniden Herson gibi birtakım yerleri geri aldığını, dolayısıyla üstünlüğü ele geçirmeye başladığını görüyoruz. Burada herhalde Rusya'nın ne yapacağı konusu daha bir önem kazanıyor olmalı. Rusya, Suriye'deki krizin de devamına neden olan aktörlerin başında geliyor. Dolayısıyla, bu biraz da Rusya'nın ne yapacağıyla alakalı bir durum.
Şu an kış aylarına giriliyor; lojistik sorunların da ön plana çıktığını düşünürsek, Rusya açısından bu savaşın sürdürülebilme ihtimali azalıyor gibi geliyor bana. Dolayısıyla, şimdiden bir şey söylemek hakikaten çok zor ama savaş eğer bu şekilde devam ederse ve askerler yılgınlık sorunuyla karşı karşıya kalırsa, çözümsüzlüğün olduğuna kanaat getirirlerse, bu defa erkeklerin de Avrupa'ya göç etme ihtimalleri olduğunu söyleyebiliriz.
"Gönüllü geri dönüş" mü, entegrasyon mu?
Tabii bütün bu olup bitenler Avrupa açısından da aslında yeni. Doğu Avrupa ülkeleri bu kadar çok sayıda insan ile, insan hareketliliği ile hiç karşılaşmamışlardı. Şu ana kadar bir şekilde götürdüler ama daha uzun vadede bunu çözebilecekleri kanaatinde değilim.
Ukrayna'nın belli ölçüde bir istikrara kavuşması durumunda – her ne kadar tam güvenli olmasa da – geçmişteki deneyimler bize Avrupa devletlerinin "gönüllü geri dönüş" söylem ve yöntemini kullanmak suretiyle Ukraynalıları da geri göndermeye başlayacaklarını öngörmek mümkün sanıyorum.
Bir örnek vermek gerekirse; 1997 yılında Almanya'nın henüz Yugoslavya'da, Bosna-Hersek'te istikrar ve barış inşa edilmemişken yaklaşık 300 bin kadar Boşnak'ı "gönüllü geri dönüş" adı altında Bosna Hersek'e gönderdiğini biliyoruz. Aslında bu başka bir tür zorunlu göçtü. Çünkü henüz barış tam anlamıyla tesis edilmemişti.
Yine Türkiye'ye de baktığımızda; Türkiye'de de son dönemde "gönüllü geri dönüş" söyleminin devlet aktörleri tarafından çok sıklıkla kullanıldığını, hatta kuzey Suriye'deki bu güvenlik bölgesinin bu nedenle kurulduğunu ve bu şekilde meşrulaştırıldığını görüyoruz.
TIKLAYIN - Suriyeli mülteciler geri dönüş hakkında ne düşünüyor?
Öte yandan, AB "Göç ve İltica Paktı" diye bir metin hazırladı. Onu şu anda müzakere etmeye devam ediyorlar. Metnin içeriğinde büyük ölçüde bu gönüllü geri dönüş meselesi yatıyor. Fonları daha çok geri dönüş konusundaki projelere yönlendiriyor. Entegrasyon, Avrupa'da son dönemde çok konuşulan bir konu değil. Daha çok gönüllü geri dönüş çalışmalarına öncelik veriyorlar.
BM de devletler tarafından kurulan bir oluşum olarak egemen uluslararası aktörlerin, devletlerin önceliklerini ön planda tutuyor. Yani, önümüzdeki 5-10 yıl bizler geri dönüş konusunu Türkiye dahil Avrupa'da pek çok yerde konuşmaya, tartışmaya devam edeceğiz gibi duruyor.
Farklılıklara yaklaşımda farklı tutumlarSavaş koşullarında tabii ki bunlar konuşulacak konular hiç değil, ama gündelik hayata baktığımız zaman, Avrupa ülkelerinde bu karşılaşma durumlarında, süre de uzayınca, birtakım değerler arasındaki çatışmaların, farklılıkların, demokrasiyi özümsememiş olmanın getirdiği, farklılıklara yaklaşma konusunda farklı tutumların yavaş yavaş ortaya çıktığını görüyoruz. Dolayısıyla, aynı dinden insan toplulukları olabilirler ama özellikle kültürel anlamda birtakım farklılıkların olduğunu ve bu farklılıkların çoğunluk toplumuna ait bireyler tarafından sıklıkla dile getirilmeye başlandığını görüyoruz. Medyaya da yansıyor bu. Nasıl Türkiye'de Suriyeliler hakkında bir takım basmakalıp yargıların son dönemde daha da sesli bir şekilde ifade edildiğini görüyorsak, aynı şekilde Ukraynalılar için de benzeri bir şekilde rahatsızlık içeren ifadelerin kullanılmaya başlandığını görüyoruz. Yine bunun da o ülkelerdeki sistem karşıtı sağ popülist oluşumları daha da güçlendireceğini tahmin etmek mümkün. |
(SD)