"Büyük Londra Oteli'nin lobisinde buluşalım, ben orayı çok severim, hem çok güzel Türk kahvesi yapıyorlar," diyor Esin Özbek bana. Türk kahvesi onun için haklı bir talep, zira bir gece önce sabahlamış, bense Büyük Londra Oteli gibi ismi olan bir yere karşı belli bir önyargı besliyorum galiba, yerini öğrenmem de, bulmam da zor oluyor. Epeyce erkenden gidiyorum, aaa, "Duvara Karşı"nın çekildiği yer. Oturup gazete okumaya başlıyorum. Kılığımı kıyafetimi tarif etmiştim, onu ise kendi çizdiği karakterden tanıyabilirim ancak.
Şimdi çizdiği karakter, kısa, tombul, pembe saçlı sevimlice bir hanım. Öyle dalmış gazete okurken, esmer, ince çok güzel bir hatun,"Haziran?" diyor. Ben dağılıyorum. Tamam pembe saçta ısrarcı değilim ama tombulluk..."Ruhum tombul" diyor bu durumla ilgili, zaten çizdiği karakter de kendisi değilmiş, içinde yaşayan birisiymiş.
Biliyorum, sığ birisiyim, kız tabii o değil, ne alakası var... Sonra, beklediğimin aksine beni hiç yormadan hem kendisini, hem de, o pembe saçlı tombul kızı anlatmaya başlıyor. Zaten ikisi o kadar benziyor ki birbirine, içi dışı bir.Yirmi sekiz yaşında ama daha genç duruyor. Neyse, Mimar Sinan Üniversitesinde Heykel Bölümünde okuyormuş, dalı metal. Son senesindeymiş ama uzun zamandır okuyormuş yani.
Araya giren onca iş güç okulu bitirmesini engellemiş. Hem heykel yapmayı, hem çizerliği çok seviyormuş, ikisini de şişirmeye içi elvermiyormuş. O yüzden, dönem dönem birini dondurup birine asılarak devam ediyormuş. Mizah dergileriyle ilişkisi epey eskiye dayanıyor, dört-beş yaşına.
Kendisini bildi bileli, emekli bir denizaltı subayı olan babasının aldığı mizah dergilerinden bugüne kadar, çizgilerle iç içeymiş. ilk çizdiği resimlerde de, kocaman kafalı, küçücük bedenli, ağzında sigara olan adamlar varmış. Sonra üniversitede, Parazit isimli bir mizah dergisin de çalışmış. Arada Hıbır'a gidip geliyormuş, çizgileri yayınlanmamış ama, çok şey öğrenmiş oradan. Sonra Hürriyet'te çalışmış, yine torbasını doldurarak. Ama dedik ya, okul filan var, "hiç dersim kalmasın," diyerek okula asılmış.
Derken Penguen çıkmış, yeni soluk... Esin, epey bir aşındırmış kapılarını ama o aralar sadece üçüncü sayfada tek karelik karikatürleri basılıyormuş. Derken bir şeker bayramı tatilinde, on gün çalışarak bir şey getirmiş Bahadır Baruter'e, ve bizim okuduğumuz öyküleri basılmaya başlanmış.
"Hepimizin çok değişik durumları var, ama ben kâğıtla baş başa kalınca, çok çırılçıplak oluyorum, en içimdeki yer ortaya çıkıyor," diyor çizdiği şeyleri anlatırken. O, kadın çizerler dünyasında, kendini anlatma cesareti ni göstermiş nadir isimlerden, "bu bir içler dışlar çarpımı, çizdiklerim ve benim aramda. "
Çizdiği çöl, aslında kendi içindeki düş platosu. Öylesine büyük ki, sahra olamaz. Küçüklüğünden beri varmış içinde o çöl, ama ismini yeni koymuş. Bir de tabii, öykülerde hep bahsettiği kız arkadaşları var: Beti ve Esra. Onlar, Büyük Londra Oteli'nin lobisinde içtikleri Türk Kahveleri ve bakmayı pek sevdikleri, aslında kehanetten çok tavsiyeler içeren fallarla, Esin'in dünyasını ve dolayısıyla çizgilerini çok etkiliyor.
Sonra aynı evi paylaştığı kardeşi ve alt katlarında yaşayan, onlara süt içirmek için biberon alan komik, enerjik ve kendi deyimiyle "deli" bir annesi var. Yazdığı ya da çizdiği her şeyi ilk olarak annesi ve kardeşine okutuyormuş. Onların beğenmesi çok önemli. Zaten genelde kendisine gelen maille re bakılırsa, çoğu kişi beğeniyormuş. Ama o yine de daha iyi olmaya çalışıyor ve özenli olmaya devam ediyor. Beykoz da oturuyor kendini bildi bileli.
Bakkalı, manavı, eczacıyı herkesi tanıyormuş , "in gece 11'de sigara iste, o kadar yani," diyor mahalle ilişkilerini anlatırken. Bel ağrıları için annesiyle yoga yaparken, konuşmak için uykudan uyandırdığı kardeşiyle kahve içerken ve çölünde yaşayan zavallı yalnız bir kuyuya üzülürken o hep aynı Esin.
Her şeyi dinliyormuş, Yalın da, Sex Pistols da. Ama elektronik müziğe biraz daha meraklıymış. Beykoz'dan Taksim'e gelirken yolda hep müzik dinlermiş. Ama İstiklal Caddesi'ne geldiğinde kulaklıklarını çıkarıyormuş, çünkü buradaki insan sesini dinlemeyi seviyor.
Ayağında, çocukluğundan beri hep aldığı, eskiyince de bağcıklarından evine astığı kırmızı Converse'leriyle aşındırıyor bu yolları, hepimizi dinleyerek. Ayakkabıları, bir de her çeşidinden bulunan asker yeşili bol cepli pantolonları var. Hatta dergideki arkada şiarı "yav sen niye hiç etek giymiyorsun?" diye Esin'le dalga geçtikleri için bir gün gitmiş bütün dolabını darmadağın etmiş. Ama lise eteğinden başka etek bulamamış.
Derken bunlar üç arkadaş alışverişe çıkmışlar , ama beğendiği gibi bir şey bulamamış. En sonunda böyle pembe, bağcıklı falan bir etek bulmuşlar. Neyse, Esin bunu giymiş ama bir türlü rahat edemiyormuş, çantasında pantolonu varmış, isterse değiştirebilsin diye. Tam eteğini çıkartmaya karar vermişken, küçük bir çocuk, "aaa, prenses eteği giymiş," demiş. Çıkarmamış eteği, çook mutlu olmuş. Bir ara gözüm dövmelerine takılıyor.
Elindekini, on sekiz yaşındayken kendisi yapmış, son derece ilkel yöntemlerle. Sonra omzuna kendisi için çok önemli bir ismi Arapça yazmış. Kimsenin hayatına müdahale etmeyi sevmiyor, herkesi olduğu gibi kabul etmeye çalışıyormuş. İnsanları değiştirmeye çalışmak tan nefret ediyor. Özür dilemenin önemli olduğunu söylüyor, o rahatlıkla özür dilermiş. Akrep- Terazi burcu, sevgilisi yok (yazı iyice anket defterine döndü).
Penguen'de çalışan tek kadın o. İlk gittiği günlerde çalışma arkadaşları kendilerini daha bir sansürlerlermiş. "Küfür ediyorlar, ama ne olacak, mizahçının küfürü nedir ki, sevimli oluyor," diyor.
Zaten sonraları alışmışlar birbirlerine. Zaten o daha çok genç ve kadın mizahçı olsun istiyor. Dergide en çok Doğan Cüneş'ten feyiz alıyor. Bahadır Baruter ve Metin Üstündağ da etkilendiği isimler.
Gençlerden Yiğit Özgür'ü, Ersin Karabulut'u, Umut Sarıkaya'yı, Serkan Altuniğne'yi, Emrah Ablak'ı ve Alpay Erdem'i çok seviyor. Esin Özbek'e kendisini tanıma şansını bana verdiği için, kendi çölümü ve Büyük Londra Otelini keşfetmemi sağladığı için ve bana ısmarladığı bir fincan çay için çok teşekkür ederim. (H/BA)