20 kadar gencecik kızlarız o zamanlar. Gülerek bakıyoruz objektife. Adettir ya fotoğraf çekilirken gülmek. Öylesine eğleniyoruz ki hani hapishanede, bunu belli etmemiz lazım. Ne de olsa o resimleri ailelerimize yollayacağız.. Üzülmesinler, bizi mutlu görsünler istiyoruz.
Resim çektirdiğimiz o avlu, Sağmalcılar Hapishanesinin avlusu. Hani şimdi kentin orta yerinde kaldığı için taşınması ve yok edilmesi istenen hapishanenin avlusu. Rüçhan Manas da ay gibi geniş yüzü, uzun bakımlı saçları ile gülümsüyor.
Rüçhan'ın o avluda "kokuşuk" diye isim taktığı, nasılsa avluya girebilmiş, vaktiyle beyaz doğmuş ama bakımsızlıktan tüyleri karaya dönüşmüş kedi yavrusunu bağrına basması gözlerimin önünde.. Onca anıyı silip atan beynim nedense onun "Kokuşuuuk!" diye o yavru kediye seslenip kucakladığı gibi kahkahalar atarak sevmesi kayıtlarını silmemiş hard diskinden.
Bir de bazı akşamüstleri, gardiyanlar avlunun demir kapılarını kapamadan, akşamın hüznü hapishaneye çöktüğünde, güzel ve yanık bir sesle söylediği Yemen Türküsü..
- Ah o Yemen'dir, gülü çemendir, giden gelmiyor, acep nedendir?
Çok gençtik ama yine de içimizdeki hüznü, ayrı kaldıklarımızın acısını birlikte yaşardık o türkünün acılı sözleri ile..
12 Mart günleri
Rüçhan'ı hapishanede tanımıştım. Gerçi ben tanımadan bütün Türkiye tanımıştı Rüçhan Manas'ı.
Boyalı basının büyük boy bastığı resimleri ile 12 Mart günlerinin "ünlü"sü olmuştu. (Sakın karıştırmayın 12 Eylül 1980'ler değil 12 Mart 1970'lerden söz ediyorum.)
"Anarşist kız"ın maceralarını, "adam kaçırma olaylarına yardım ve yataklık etmelerini" Mahir'lerin hapisten kaçması olayında Teğmen Fuzuli ile olan ilişkisinin etkisini, okumayan bilmeyen kalmamıştı.
İşte o ünlü mü ünlü kız, yani bizim Rüçhan... Hapiste bazen hüzünlü, bazen kahkahalar atan, koğuşun üst katındaki ranzaların alt yatağında oturup örgü ören, saçlarını özenle yıkayıp kocaman bigudilerle saran, 'Kokuşuk'u bağrına basan, avluda oynadığımız basketbolun yıldızı, ortak yaptığımız işlerde en başarılı ve atılgan kişilik. Dürüst, temiz, dost...
Onları cezaları kesinleşince bizden ayırıp Anadolu'nun hapishanelerine yolladılar. Sağmalcılar tutukeviydi ya.. Orada kalmaları olmazmış.
Biz daha sonraki davada yargılanan tutuklular, mahkemelerimiz sürerken, Ecevit'in "birinci affı" ile davalarımız düşüp tahliye olduk. Onlar ise Anadolu'daki cezaevlerinde kalakaldılar. Rüçhan, Deniz ve İlkay ile birlikte yıllarca cezalarının dolmasını bekledi. Önce Adapazarı sonra o ünlü Sinop cezaevinde kaldı yıllarca.
Günleri doldu, tahliye edildiler. Ancak bir süre sonra, infaz yasasına göre yanlış hesaplama yapıldı diye yeniden hapse atılmak istendiler.
Hapishane sonrası bir anı
Rüçhan ile hapisten çıktıktan sonra Ankara'da bir araya gelmiştik. Anneciği henüz ölmemişti o zamanlar. Etlik'te miydi tam bilemiyorum bir evleri vardı. Oraya gittiğimi anımsıyorum.
Yeniden içeri alınmaktan korkuyordu elbette. Sonra bir başka anı. Antalya'da gazeteci olarak görevde Talya Otel'de kalıyorum. Rüçhan da bir nedenle Antalya'ya gelmiş. Telefonlaştık, otele bana geldi. Talya otelinin havuzunda yüzdük keyif çattık. Sağmalcılar acılarını düşünüp kahkahalar attık.
Albümümdeki diğer iki fotoğraf da Antalya'daki o güzel keyifli günden. Havuz kıyısında ikimiz oturuyoruz. Rüçhan yıllarca kaldığı Anadolu hapishanelerinin üstüne Talya otelin havuzunda keyif çatmanın yani yaşamındaki bu dramatik geçişin bilincinde ve gergindi. Adeta inanamıyor ve bu günlerin yine kötüleri ile yer değiştirmesinden korkuyordu..
İsviçre günleri
Sonra yine hard diskimde bir anı. Bu kez İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş'in odasında oturuyorum. Meclisin karşısında bir İçişleri Bakanı'nın geniş odası, giren çıkan...
Hasan Fehmi Güneş arada odada kimse kalmadığı zamanlarda bana yakınıyor :
"İçişleri bakanıyım ama vallahi şu karşıda Genelkurmay'da ne kararlaştırıyorlar haberim yok. Her an her şey olabilir".
Bir süre sonra sahiden de dediği olacak ve 12 Eylül günleri başlayacaktır.
Neyse biz Rüçhan'a dönelim. Pasaport alıp İsviçre'deki kardeşinin yanına gitmek istiyor. İşlemlerini ben takip ediyorum. Pasaport hazır ama Emniyet'te bir türlü imzalanmıyor, pasaportu vermiyorlar.
Bakanın odasına çöreklenmiş oturuyorum üç saattir. Ankara'nın, Cumhuriyet gazetesinin, parlamentonun en acar muhabiriyim o günlerde. Bakan beni kırmak istemiyor.
Pasaportun gönderilmesini buyuruyor bürokratlarına ama pasaport bir türlü gelmiyor. Sonunda pasaport yerine Emniyet Genel Müdürü ya da yardımcısı neyse geliyor. İmzalayamayacaklarını söylüyor. Hasan Fehmi bir bana bakıyor, bir de gelen müdüre..
- Getir ben imzalayayım.. diyor. Basıyor Rüçhan'ın pasaportuna imzayı..
Rüçhan'ın İsviçre günleri böyle başlıyor. Orada ilk yıllarda çektiği sıkıntıları çok sonra kendisinden dinleyeceğiz. Ama İsviçre sıkıntılarını anlattığı günlerde artık sıkıntılı değil.
Rüçhan Nicod soyadı ile ve kocası ile İsviçre vatandaşı olarak geliyorlar İstanbul'a. Birlikte boğazda keyif çatıyoruz. Bir gece Galatasaray Adası'nda yemekten dönerken adayı ve boğazı çok sevince, motorcuya bahşiş verip adanın etrafında birkaç tur attırmamız ve gecenin serin sularında boğazın ışıkları ile yıkanmış coşkulu şarkılar söylememiz, yılların acıları nasıl sildiğinin örneği olarak yine hafızamda kayıtlı.
Sonra Lozan'a bir panelde konuşmacı olarak gittiğimde kaldığım otele gelip beni dinlemesi ve kaçırması, araba ile göl kıyısında gidişimiz, güzel bir kafede Lozan gölü balıklarını bana anlatıp tattırması.
Yine hüzün var o günlerde. Kocasını bir menhus hastalıkta yitirmiş. Bu kez yalnızlığın acılarını bir şişe şarapla birlikte paylaşıyoruz Lozan'daki evinde..
Sonra günün birinde İstanbul'a gelişi, Burgaz Adada arkadaşlarla başlayan bir partiyi gece Arnavutköy'de bir klüpte tamamlamamız, kahkahalar, danslar.. Rüçhan'ın İstanbul'a gelişlerinde Beyoğlu, Salacak gibi restoranlarda keyifli dost ortamlar..
Ahhh nasıl unuturum. Bir de özel İsviçre raklet peyniri ve patatesleri ile yaptığımız partiler var. Lozan'dan raklet peynirin eritme makinesini da alıp getirmiştim.
Halen yazlık evimde (peynir fazla yağlı ve kokulu olduğu için öyle zırt pırt kullanılmaz ama makineyi ekmek kızartmak için kullanıyorum) duruyor. Bir gelişinde Ülker'in evinde toplandık. O da uçaktan indi ve doğru eve geldi. Şaraplarımızı açmış bekliyoruz.
Raklet peyniri ile birlikte eritme makinesini ve birlikte yenilen özel turşu ve minik soğanlar ile patatesleri de getirmişti taa İsviçre'den. Ne çok gülmüştük (Raklet'i anladık ama Türkiye'de patates, soğan turşu yok mu sanıyorsun) diye..
Sonra İsviçre'deki yalnızlığından bıkıp İstanbul'a yerleşmeye karar verip eşyasını toplayıp gelişi. Ancak iki yıl kadar kaldığı İstanbul'da artık eski tatları bulamayışı. Evine giren hırsızlardan korkulara kapılması, kalp kapakçığı değiştiği ve önemli bir kalp ameliyatının izlerini taşıdığı için buradaki sağlık sistemine güvenemeyişi. Bütün bunları üst üste koyunca yine tası tarağı toplayıp yeniden İsviçre'ye dönüş..
2006 yılının aralık 22'sinde, bir zamanlar "devrim için" atmış olan yüreğinin, 61 yıllık yaşamının çoğu sıkıntılı, azı keyifli geçen günlerinin son vuruşunu yapması..
Türkiye'de devrimci bir tavırla başlayan, ülkesinin hapishanelerine gençliğini gömen, İsviçre'de mutluluğu ve yalnızlığı birbiri peşi sıra yaşayan bir dostun ölüm haberini 2007'nin ilk günlerinde alınca işte bu fotoğrafları çıkardım beynimin gizli arşivlerinden.
Yüreğimde derin bir sızı o günden beri. Ertuğrul "bir ilan verelim" dedi, ben de oturdum içimdekileri yazdım.
Kolumdaki Tissot marka saate baktım. 17.10'da başlayıp 18.30'da bitirmişim yazıyı. İçimde birikmiş çok anı ve acı varsa böyle volkan gibi patlar bir anda dökülür ortaya.
Tissot saatim, özel renkli bir kayaya oyulmuş pek hafif ve pek zarif bir saattir. Rüçhan bir gelişinden İsviçre'den getirmişti.. Yadigar oldu şimdi. (FÖ/EK/EÜ)