İlk sırayı son yıllarda Türkçe yazılan romanlara damgasını vuran "ilişkiler" alıyor. 2004 yılında yayımlanan pek çok ilk romanda mutsuz, sonu ihanet ve boşanmayla biten evlilikler işlendi. Ancak bu alanda kadın yazarların ezici bir üstünlüğü var.
Arzu Çur, "Ayşegül Boşanıyor"da günümüz evliliklerindeki bozuklukları ve kadın-erkek ilişkilerindeki eşitsizliği sorgularken, kahramanı Ayşegül'ün özgürleşme serüvenini olabildiğince içten, neşeli ve inandırıcı bir hikâyeyle sunuyor. Üniversiteyi bitirmiş, ailesinin de uygun bulduğu meslek sahibi yakışıklı bir adamla iyi bir evlilik yapmış, anne olmuş, şimdilerde otuz ikisinde bir kadın Ayşegül. Maddi problemleri olmadığı için çalışmıyor. Kocası Mustafa da evine bağlı, sorumluluk sahibi bir adam. Günün birinde bir şeylerin yolunda gitmediğini düşünüyor; ev işlerine boğulmuş, toplumsal hayatta yerini alamamış, kendisini gerçekleştirememiş gibi hissediyor ve boşanmaya karar veriyor Ayşegül. Boşandıktan sonra cennetin kapıları açılmayacaktır önüne elbette.
Ayşegül'ün, boşandığı 2 Kasım gününden yeni bir aşkın eşiğine geldiği 27 Temmuz'a kadar geçen dokuz ayını kapsayan roman bir özyaşamöyküsü biçiminde kaleme alınmış. Okul yılları, evliliği, kocasıyla ev içi ilişkileri, boşanma süreci, iş yerindeki başarısızlıkları, oğlunun baş etmekte güçlük çektiği sorunları, küçük ama gerçekleşmesi zor düşleriyle tanımakta zorluk çekmeyeceğimiz bir kadın Ayşegül. Arzu Çur, iç monologlar, bilinç akışı ve karşılıklı konuşmalarla çeşitlendirdiği mizahla süslenmiş anlatımıyla yüz on yıllık kadim bir meseleye günümüz küçük burjuva kadınının bakış açısından yaklaşmış.
"Aşkın ve Kederin Kitabı"nda kırk yaşların başındaki bir adamın, İhsan Türkmenli'nin yaşamından uzun bir kesiti az sayfada anlatmış Kaya Sancar. Ancak etkileyici bir hikâye kurgulamayı başarmış. Sancar'ın anlatısının başlarındaki pastoral atmosfer sonlardaki trajedinin etkisini belirginleştiriyor. Kaya Sancar'ın en büyük başarısı, bu kadar geniş bir zaman kesitinin birey üzerinde yarattığı etkileri kısa bir romanda bu kadar açık sergileyebilmesinde. Birey ve toplum açısından neyin önemli, neyin ihmal edilebilir olduğunu çok iyi tahlil etmiş; bireyi toplumla ilişkisi içerisinde ele alırken, sıradan, herkesin yaşadığı veya yaşayabileceği olayların ardındaki gerçekliği, bilinçaltında gizlenen duygu ve düşünceleri açığa çıkarmayı başarıyor.
Gerçeğin ve kimliğin peşinde
Geçmişi sorgulama, aile tarihleriyle birlikte kimliğin izini sürme, bu yıl da sevilen temalar oldular. Bu yazının erkek konuklarından Yekta Kopan, "İçimde Kim Var"da hiç tanımadığı babası Cezmi Konur'la ilgili gerçekleri sorgulayan bir adamın hikâyesini anlatıyor.
Roman farklı zaman, mekân ve olaylara diğer roman kişilerinin kısa ama yoğun, her biri hüzünlü hayat hikayeleriyle uzanırken hepsinin hayatını kesen ortak nokta, "Orson" lakabıyla tanınan Yeşilçam emekçisi Cezmi Konur'dur. Tutunamamışlıkları, hayatı ıskalamışlıkları aşikâr olan bu insanların Orson Cezmi'yle ilişkilerini kendi bilinçlerinden yansıtıyor Yekta Kopan. Anlatılan hikâyeler bittiğinde Metin Konur'un hikâyesi de tamamlanacak, babası Orson Cezmi'yle birlikte kendi sırrı da çözülen Metin Konur, muhasebesini yapmasının huzuruyla ışıkları kapayacak ve roman "Bütün oğullar bir gün hesaplaşmalıdır babalarıyla" cümlesiyle noktalanacaktır.
Yekta Kopan, dünyayla, başkalarıyla, hatta kendimizle tahayyül ettiğimizden çok farklı ilişkiler içinde bulunduğumuzu, eşyanın ve dış olayların nesnel gerçeklikleriyle roman kişilerinin bunları algılama biçimleri arasındaki farklılıkları ortaya koymak için kurguya ağırlık vermiş; mutlak bir gerçekliği vermek yerine o gerçeğin dağınık parçalarını serpiştirmiş hikâyesine.
Gaye Boralıoğlu'nun Manuel Çıtak'ın fotoğraflarıyla bütünleşen "Meçhul"ündeyse bir kayıbın izi sürülürken gerçeği bulup çıkarmak okuyucuya bırakılıyor. Yaşayıp yaşamadığı, eğer yaşıyorsa başına neler geldiği bilinmeyen İbrahim'in karanlık dünyasına bir gazete röportajı kurgusuyla eğilen Boralıoğlu neredeyse unuttuğumuz insanların dünyasına götürüyor bizleri. Kendi hayat hikâyelerinde bile figüran olmanın ötesine geçemeyen, itilip kakılan, yokluk çeken, hepsi de kırık hayatlara hapsolmuş bu insanlar iyilikleri-kötülükleri, aşkları-nefretleri, dürüstlükleri-hainlikleri, bilgelikleri ve cehaletleriyle, yani tam da oldukları halleriyle katılmışlar romana.
Romanda herkesin bir hikâyesi var, ama her hikâye ana hikâyenin gerçekliğini daha karmaşıklaştırıyor. Çünkü herkes kendisini aklayarak anlatıyor İbrahim'le ilişkisini. Ne var ki, bütün bu mazeretler sonucu değiştirmeyecek, İbrahim'in akıbeti bir gece vakti kaybedilmiş pek çok vatandaşımız gibi meçhul kalacak, suçun failiyse asla bulunamayacaktır.
Fatma Karabıyık Barbarosoğlu'nun "Hiçbiryer" adlı romanındaki genç akademisyense hem kendisi hem de ailesiyle ilgili gerçeklerin arayışında. Bu arayışın kırsal kesimdeki toplumsal değişimlere paralel gelişen hikâyesi uzun bir süredir edebiyattan dışlanan mekânlara uzanıyor; 50'lerden 70'lere kadar edebiyatımıza esin kaynağı olan köylere, köylüye dönüyor ve o köylerin yerinde yeller estiğini fark ediyoruz.
Barbarosoğlu, Türkiye kırsalının yeni bir evresini, yani taşralaşmasını, köyle kent arasında sıkışıp kalan taşralıların psikolojisini, duygu ve düşüncelerini ele alıyor. Kırsal alan tek başına değişmiyor elbette; büyük kentler, toplumsal ilişkiler, tek tek bireyler ve değerler de değişiyor. Barbarosoglu'nun bu değişime bakışı olumsuz; küreselleşmiş modern dünyanın teknoloji ürünleri ve iletişim araçlarıyla aynılaşmış mekanları arasındaki yolculukların bireye ferahlık getirmeyeceğini, manevi dünya dışında gidilecek hiçbir yer kalmadığını vurgulayacak şekilde, hikâyesini Şahin'in kentte ve kırda tutunamamışlığı üzerine kurgulamış. Kente, köye, insana ve hayata dair çok sayıda gözlem ve tesbiti barındıran Hiçbiryer, malzemesini gerçeklikten alan, o malzemeyi sosyoloji disiplininin merceğinde kırarak edebiyat alanına devşiren iyi bir roman.
12 Eylül hikayeleri
Son birkaç yıldan bu yana solun tarihine, o tarihin acılarıyla yoğrulmuş ve darbe "adaleti"nin travmasını yaşamış solcu insan tiplerine edebiyatı unutmadan eğilen romanlarda ciddi bir artış görülüyor. Az sonra değineceğim "Kuş Diline Öykünen" ve "Yağmurun Yedi Yüzü" dışında, Hayri Erdoğdu'nun "Oynatmak: Kalabalık Yalnızlıklar", Selami Gürel'in "Soluksuz," Reşit Karadağ'ın "Direnmenin Bedeli" ve Cezmi Ancil'in "Binbaşının Düdüğü" romanları da 12 Eylül sürecini sorguluyorlar.
12 Eylül'ün öncesi ve sonrasıyla güçlü bir arka plan teşkil ettiği "Kuş Diline Öykünen" hüzünlü, trajik bir aşk hikâyesi. Ayşegül Devecioğlu, kahramanı Gülay özelinde, şiddetin kadınlar üzerindeki ikili etkisini vurgularken iktidarın cinsel kimliğini de teşhir ediyor. 85-87 yılları arasında geçen anlatıda Devecioğlu iki kuşatılmış insanın benliklerini birbirlerinin duygularını paylaşarak onarma çabalarını, iç dünyalarının tarihsel ve toplumsal süreçle etkileşimlerini çok iyi yansıtmış. Duyguları, düşünceleri ve tenleri her zaman aynı dili konuşmasa, iç sorgulamaları hiç tükenmese, her kapı tıkırtısı yüreklerini hoplatsa, ölümün yanıbaşında bir sevgi yeşertmek çok zor olsa da, dar zamana sıkıştıracakları bir aşkları var Gülay ve Yavuz'un; küçük sevinçlere sığınan trajik bir aşk bu.
Devecioğlu, tarafları ve tanıkları hâlâ yaşayan 12 Eylül gibi özel bir siyasal, toplumsal tarihi içerden bir bakışla, tarafını ve kuşkuya yer bırakmayan tanıklığını hiç gizlemeden romana aktarırken siyasi dönemlere ilişkin edebiyat yapmanın hatalarından hiç birisine düşmemiş. Anlatısı siyasi söylemle kesiştiği anlarda bile edebiyatın dışına çıkmıyor, edebiyatı doğrudan siyasi söze indirgemiyor. Hikayede kimlerin gerçek, nelerin belge, hangi olayların yaşanmış olduğunun hiçbir önemi yok; yazar yaşanmışlıktan derlediği malzemesini edebi bir malzemeye dönüştürmüş belki de.
Süheyla Acar'ın ilk romanı "Yağmurun Yedi Yüzü" de darbeden çok sonra, bir ölüm haberiyle başlıyor ve roman kişileri çok sevdikleri arkadaşları Yağmur'un ardından unuttukları ya da unutmaya çalıştıkları bir tarihi hatırlıyor, tarihleri ve kendileriyle yüzleşiyorlar. Roman işte bu hatırlama anları üzerinden kurgulanmış. Hikâyede yer alan her karakter Yağmur'un çocukluğundan ölümüne kadar geçen yaklaşık otuz yıllık bir zaman dilimini farklı bakış açıları ve yaşanmışlıklarıyla yeniden canlandırıyorlar.
Ancak canlandırılan sadece Yağmur değil; her birinin kendi bakış açısından dile getirdikleri bu yedi parçalı anlatı, Türkiye'nin 12 Mart öncesinden günümüze uzanan siyasi, ekonomik ve toplumsal tablosunu da tamamlıyor.
Süheyla Acar, bu ilk romanında senaryo ve hikâye yazarlığının verdiği deneyimle, ele aldığı dönemin siyasi atmosferini yansıtmayı, 12 Eylül sonrasının yükselen değerleri karşısında tutunma şansı olmayan küçük burjuva aydınlarının trajedisini, bireysel kaderlerle toplumsal devinim arasındaki karmaşık ilişkileri ve kuşak farklılıklarını tarihsel ve toplumsal gerçekliği içinde ele almayı başarmış.
Roman kişilerini mahkum etmediği gibi onları idealize de etmiyor; nesnelliğini ve mesafesini korumayı biliyor. (AÖT/YS)