Buradaki "dayatış", Türk resmi tezinin geleneksel devletçi duruşuna, "arayış" ise siyasi iktidarın yeni yaklaşımına tekabül eder. Diğer bir deyişle, Türkiye diğer birçok tabusunda olduğu gibi Ermeni konusunda da devlet ile siyaset arasındaki kaçınılmaz çatışmayı yaşamaktadır.
Devletin statükocu ve geleneksel duruşu bu konuda da sorunun çözümsüzlüğünü körüklerken, özellikle Tayyip Erdoğan hükümetinin değişimci anlayışı çözüm arzulayan yaklaşıma dönüşmekte ve ortaya da cevabı bugünden çok net verilemeyen şu soru çıkmaktadır:
"Kim galip gelecek, statüko mu değişim mi? Türkiye Ermeni Sorunu konusunda nereye gidecek, inkârda inada mı, kaçınılmaz ikrara mı?"
Yeni vesikalık
Türkiye'de Ermeni Sorunu'nun geldiği noktayı anlayabilmek için artık eski fotoğraflar yetmemekte, yeni bir vesikalık çekimi gerekmektedir. Bu vesikalıkta gözüken netlikler şunlardır:
* Artık hem devlette hem siyasette hem de sivil alanda resmi tezin en ilkel tezleri ve duruşları olan söylemler geçerliliğini yitirmektedir. Bu topraklardaki Ermeni varlığını yok saymaya çalışan, iz silici ve temizlikçi anlayış ister istemez terk edilmektedir. Bir zamanlar bu topraklarda Anadolu'nun hemen hemen tüm coğrafi bölgelerinde hatırısayılır bir Ermeni yerleşikliğinin varolduğu gerçeği artık inkâr edil(e)memektedir. On yıllarca süren, Ermenilerden kalan binaların ve ibadethanelerin tahribatı, ortadan tamamen kaldırılması veya dönüştürülmesi, yer adlarının değiştirilmesi, yerel arşivlerin temizlenmesi ve benzer iz silici girişimler bir sonuç vermemiş, gelinen noktada bu görmezden gelme veya yok sayma politikası terk edilmiştir.
Bugün artık bir zamanlar bu topraklarda Ermenilerin de yaşadığını, birkaç marjinal inat dışında, nihayet büyük çoğunluk kanıksamaya başlamıştır.
* Anadolu'daki bu Ermeni varlığı 1915'le birlikte yerleşikliğini büyük oranda yitirirken, bu yitirişin sadece Ruslarla yapılan savaş cephelerindeki bölgeyle sınırlı olmadığı, birkaç yıl içinde tüm Anadolu'daki, savaş cepheleri dışında yaşayan Ermenilerin de yerlerinden edildiği artık inkar edilememektedir.
* Hâlâ marjinal kesimlerce zaman zaman dillendirilmeye çalışılan "Aslında Türkler Ermeniler'in soyunu kırmadı, asıl Ermeniler Türkleri soykırıma tabi tuttu" anlayışı da ağırlığını yitirmekte, yerini öteden beri çekinerek dillendirilen "Karşılıklı mukateleydi" tercihine bırakmaktadır.
* Ermeni Sorunu'nun tüm çıplaklığıyla konuşulması gerektiği konusunda yeni bir ortak anlayışa gidildiği görülmektedir.
* Bu ortak arayışı zorlayan nedenler ise, hem dış dinamikler hem de iç dinamiklerdir. Bu dinamiklerin dış ayağını Ermenilerce dünya çapında sürdürülen çalışmaların bunaltıcı etkisi yaratırken, iç ayağını da Türkiye'nin demokratikleşme süreci oluşturmaktadır. Bu süreç Türkiye'ye bu sorunun kendi sorunu olduğunu dayatmaktadır.
* Ermeni Sorunu konusunda Türkiye'de artık resmi tez (devlet), resmi temsil (hükümet) ve sivil alan (toplum) üçgeni arasındaki bütünlükte ciddi bir parçalanma sözkonusudur. Birçok alanda olduğu gibi resmi temsil, resmi tezi üstlenmemekte ve sivil alanın da desteğiyle yeni açılımlar aramaktadır.
Resmi tez - Resmi temsil
Ermeni Sorunu konusunda Türk resmi tezinin değişmesinden, yeni bir sürece girmesinden, ya da kendini yenilemesinden bahsedilemez belki ama, resmi tez ile resmi duruş arasında bir farklılığın ortaya çıktığını görmek pekala mümkündür.
Resmi tezin bugün somut olarak yayıldığı alan Türk Tarih Kurumu'dur (TTK). Resmi tez devletin derinliğinden gelerek, bürokratik mekanizmaların değişik köşelerini dolanmakta buraları etkilemekte ve etkilenmekte, sonuçta da TTK'da biçimlenmektedir. Resmi duruşu yansıtan alan ise siyasal erktir, hükümettir.
Resmi tezin her zaman için resmi temsili biçimlendirdiği ve şimdiki hükümeti de etkilediği doğrudur ancak bu kez önemli bir fark vardır. Tayyip Erdoğan hükümeti, diğer birçok çetrefil sorunda olduğu gibi Ermeni Sorunu'nda da devletin pozisyonundan etkilenmekle birlikte kendi pozisyonunu da esnek bir aktarımla devlete entegre etmekte ve şimdilik resmi tezde değilse bile, resmi temsilde yumuşak bir farklılık yaratabilmektedir.
ResmiAlan - Sivil alan
Türkiye'nin tabi ki bir de resmi alan dışında kalan ve daha özgür hareket edebilen bir alanı sözkonusudur. Bu alan sivil alandır ve son yıllarda giderek genişlediği dikkat çekmektedir.
Ermeni Sorunu konusunda da resmi alandaki durağanlığın aksine Türkiye'nin sivil alanında son derece hızlı bir hareketlilik görülmektedir. Buralarda yaşananlar belki kelimenin gerçek anlamıyla bir değişim değildir, ancak olumlu anlamda bir hareketliliktir.
Şimdi artık giderek genişleyen bu hareketli sivil alan, resmi tezin alanını da daraltmakta giderek kendi içine çekmektedir. Dolayısıyla resmi tezin şimdi kendi kabuğundan çıkarak bu alanda görünür olmaya çalışması ve işi meydan okumaya kadar vardırması zorunlu bir çırpınışın gereğidir.
Çelişkilerin kavranması
Devlet, hükümet ve toplum üçgeni arasındaki bu farklı duruşları ve etkileşimleri kavramadan, Ermeni Sorunu konusunda yaşananları anlamlandırmak zordur. Nitekim Diaspora Ermenileri'nin Türkiye'yi bugün iyi okuyamayışlarının temel nedenlerinden biri de bu yaşananları kavrayamayışlarıyla yakından ilgilidir.
Diaspora, bir yandan yaşanan olumlu gelişmelere bakarak şaşırmakta, ancak diğer yandan da gelişmeleri durdurmaya çalışan direnişlerin varlığını görerek "Türkiye'nin hiçbir zaman değişmeyeceğini" söyleme rahatlığı içine girebilmektedirler.
Oysa ister algılansın ister algılanmasın Türkiye'de süratli bir devinimin yaşandığı gerçektir. Bu devinim, doğası icabı, elbette kendi içinde çelişkilerle doludur. Türkiye'de yaşanan çelişkilerin anlamını ise, taraflarıyla analiz etmeden algılamak zordur.
Yaşanan örnekler bu anlamı ve tarafları yeterince açıklamaktadır...
Bir yanda resmi tez tarafından ilkokul ders kitaplarına kadar sokulması dikte edilmiş gerçek dışı bir tarih anlatımının varlığı, bir tarafta bunu uygulamak zorunda kalan Milli Eğitim Bakanı, diğer yanda bu kitapların değiştirilmesi için kampanya açan sivil toplum, direnen öğretmenler ve nihayet aynı ders kitaplarının tekrar olumlu anlamda değiştirilmesi için çalışma başlatan aynı Milli Eğitim Bakanı...
Bir yanda devlet bürokrasisi içerisinde oluşturulmuş "Asılsız Ermeni Soykırımıyla Mücadele Anlayışı" ve bu mekanizmanın ürettiği taktiklerin ve yöntemlerin toplumun diğer akademik kurumlarına dikte ettirilme çabaları, diğer yanda da bu dikteye karşı çıkan özgür akademisyenlerin ve aydınların çıkışları. Ve tabi son haberlerde de gördüğümüz gibi bu konuda hemen her kesimi Meclis bünyesinde dinleme cesareti gösteren bir siyasi erkin varlığı.
İşte tüm bunlar, resmi tez, resmi temsil ve sivil alan üçgenindeki etkileşimin en tipik göstergeleri.
Ciddi ciddiyetsizlikler
Tayyip Erdoğan hükümetinin, "Tarihi tarihçilere bırakalım" söylemiyle, TTK'nın ön plana çıkışında her ne kadar bir paralellik gözükse de, TTK'nın meseleyi özgür tarihçilere ve tarihi gerçeklere bırakmak istemeyeceği şimdiden bellidir.
Bunun en tipik örneği TTK bünyesinde yürütüldüğü söylenen iddialı ve bilimsel çalışmaların ciddiyetsizliğinde yaşanmaktadır. Bu ciddiyetsizliğin ilk örneği, geçtiğimiz yıl bu iddialı çalışmaların ilki sayılabilecek "Ermeniler: Sürgün ve Göç" adlı kitaptır.
Kitapta dile getirilen yeni savların Ermeni dünyasında yarattığı tepki aslında TTK'nın ne yapmak istediğinin de açık delilidir. Ağırlıklı olarak nüfus araştırması üzerine yapılan bu çalışmada ve çalışmaya ilişkin kitabın yazarlarından TTK Başkanı Halaçoğlu'nun değişik zamanlarda basına yaptığı açıklamalarda "İddia edildiği gibi 1.5 milyon Ermeni'nin ölmediği, çeşitli nedenlerle o dönemde ölen Ermeni sayısının 100 bin civarında olduğu, 1.5 milyona yakın tehcire gönderilmiş Ermeni'nin aslında 1 milyon 400 küsur bininin geri döndüğü, Ermenilerin öldürdüğü Türklerin sayısının ise 600 bini bulduğu" gibi, dile getirilen görüşler, Ermeni dünyasınca dalga geçmek olarak algılanmış ve Halaçoğlu'nun "Eğer bildikleri Ermenilere ait toplu mezar varsa göstersinler, onları da açarım" lafı bu üslubun en yüksek dalgası olarak hedefini vurmuştur.
Nitekim Ermeni ve Türk tarihçiler arasında gerçekleşmesi merakla beklenen Viyana buluşmasının ve belge değiş tokuşunun sekteye uğramasının temel nedeni olarak da Ermeni tarafınca TTK Başkanı'nın bu olumsuz tutumu gösterilmektedir.
Konuşmaktan kaçmamak
Burada hemen bir parantez açarak Viyana Buluşması'ndan vazgeçen Ermeni tarafının tutumuna da eleştirel bir bakış yöneltmekte yarar var. Böylesi bir buluşmaya önce "evet" deyip daha sonra herhangi bir nedenle vazgeçmek aslında Türk resmi tezinin tarihin içinden söylediklerine değil ama bugünkü siyasal tutumuna destek vermekle eşdeğerdir.
Çünkü TTK'nın derdi Ermeni dünyasına ya da dünyaya birşeyler anlatmak ya da yaklaşmak değil, halen kendi tribününe oynamaktır. TTK aslında "Ermeniler yine kaçtı" sloganının peşindedir ve bu sloganın tribünde her zaman prim yapacağını hesap etmektedir. Diğer bir deyişle de bu sloganın, Türkiye'nin sivil alanında yeni yaklaşımlar üretmeye çalışanların işini zorlaştıracağının bilincindedir.
Ermeni dünyasının "Biz hiçkimseyle soykırım oldu mu olmadı mı tartışmasına girmeyiz" yaklaşımı belki anlaşılabilir bir ruh halidir, ancak karşı iddialar ve adına belge denilen veriler arttıkça da tartışmama adına suskun kalmak ve bu iddiaları görmezden gelmek de bir o kadar anlaşılmazdır.
Sonuçta tartışılmayacak hususlar gerçek bilgilere dayalı olanlardır, ama konuşulmasında hiç mahzur olmayacak tek şey de bilgilerdir. Tarihçiler varsın soykırım olup olmadığını tartışmasın, bu onların ruh haliyle ilintilidir, ancak bilgilerin konuşturulmaması anlamsızdır, tartışmamak adına bilginin bloke edilmesi savunulamaz.
Bugün TTK bünyesinde merkezileşmiş resmi tezin yeni bir hamle içinde olduğu iddiası sözkonusudur. Bu iddia bir hodri meydan üslubu ile ortaya konmaktadır. Bu üsluba ayak uydurmak elbette gereksizdir, ancak bu üslubun tuzağına düşmeden de iddiaların haddini bildirmek gereklidir. Nitekim Taner Akçam'ın "Ermeniler: Sürgün ve Göç" kitabına yönelik eleştirel analizleri bunu layıkıyla yerine getirmiştir. Gereksiz tartışmadan kaçınmak elbette doğrudur ancak gerekli konuşmalardan kaçınmak da bir o kadar yanlıştır.
Asıl konuşması gerekenler
Ermeni Sorunu'nun bugün geldiği aşamada, kullanılan lügatin temel dili sadece "iddia" ve "ispat" kavramları üzerine oturtulmaya çalışılmaktadır ve ne yazık ki "insan" unutulmaktadır.
Neler olduğu bir kenara itilmekte, olanın adı ve hukuku önemsenmektedir. Oysa sorun Ermeni ve Türk tarihçiler arasında belge yarıştırmakla sınırlı değildir. Bu bir yarışa dönüştükçe de sorun, gerçek olduğu iddia edilen belgeler ile gerçeği anlatan veya gerçeği anlatmaya gücü yetmeyen belgeler arasında sıkışmakta, belgelerden çıkıp da asıl sahibi insana ulaşamamaktadır. Oysa, gerçek ya da yalan, belge her şey değildir aslolan insanın o belgeyi nasıl ve nereden okuduğudur.
Türk tarafının son zamanlarda pek sık dile getirdiği, sorunu uluslar arası hakeme götürme anlayışı da işte bu nedenle Ermeni tarafınca bir takkiye olarak değerlendirilmektedir.
Bu yaklaşımın asıl derdinin sorunu kamuoyunun ilgisinden kaçırmak, ertelemek ve gündemden düşürmek olduğuna inanılmakta, öyle ki, "Tarihi tarihçilere bırakalım" şeklinde özetlenen yaklaşımın dahi bu kaygıyla hareket ettiği dile getirilmektedir.
Bugün sorunu kendi aralarında tartışabilen Türk ve Ermeni tarihçiler yok değildir. Özellikle yurtdışında düzenlenen periyodik çalışmalarda bu tarihçilere yabancı tarihçiler de eşlik etmektedir. Ancak ne yazık ki onların becerebildiği bu buluşmalar henüz Türkiye'ye taşınmış değildir. Bu taşımadan önce ise, Türkiye içinde yaşanması gereken daha elzem bir süreç sözkonusudur.
Bu da Türk tarihçilerin ve aydınların kendi aralarında, özgür platformlar oluşturarak, resmi tezin tahakkümü dışına çıkıp konuşabilmeleridir.
Son söz halkın
Asıl atılması gereken en temel adım da işte bu özgür süreçle, sorunun kamuoyunda tüm çehreleriyle, tam bir özgürlük içinde konuşulur olmasını sağlamakla ilgilidir. Türkiye'nin önündeki birincil görev budur. Aksi takdirde her iki tarafın resmi tarihçilerinin kör dövüşüne teslim edilecek bir süreçten sonuç beklemek hayaldir.
Bu sorun bu topraklarda yaşanmıştır ve sahibi de bu halklardır. Simdi yaşanması gereken süreç halkın bilgilenme hakkını tam bir özgürlük içerisinde kullanmasıdır.
Gerisi nasıl olsa kendiliğinden gelecektir. Bu süreç zaman içinde kendi özgür alanını yaratacak, özgür alan ise resmi alanı bu konuda da altedecektir. Bu özgür alanı değişik taktiklerle, yöntemlerle, yeni diye adlandırılan eski çıkışlarla ya da hodri meydan okumalarla daraltmaya çalışan resmi tez, aslında dünyaya değil kendi halkına meydan okumaktadır. (HD/BB)