12 Mart'ta Sıkıyönetim Mahkemesi hakimi olup hiç idam kararı vermeyen Remzi Şirin dün hayatını kaybetti. Remzi Şirin 95 yaşındaydı. İdam kararı vermediği için mahkeme başkanı olduğu 1 No'lu Sıkıyönetim Mahkemesi lağvedilmişti. Remzi Şirin'de Erzurum'a sürülmüştü.
Remzi Şirin, bugün ikindi namazından sonra Ankara'da Karşıyaka Mezarlığı'nda toprağa verilecek.
TIKLAYIN - Ağanoğlu: Remzi Şirin... Bir Yargıç Abidesiydi...
Ertuğrul Mavioğlu, "Apoletli Adalet - Bir 12 Eylül Hesaplaşması" (İthaki - 2006) adlı kitabında Remzi Şirin'in başkanı olduğu mahkemenin üyelerinden Refik Karaa ile yaptığı mülakata yer vermişti.
Karaa bu bölümde adalet mekanizmasının nasıl keyfi bir biçimde işletildiğini anlatırken Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın yanlış mahkemeye düştüğünü söylüyor. Çünkü aynı dönemde Şirin başkanlığındaki 1 No'lu Sıkıyönetim Mahkemesi idam cezası vermediği için kurulan 2 No'lu Sıkıyönetim mahkemesi Denizlerin davasına bakmış. Yargılananlar arasında Sarp Kuray, İrfan Solmazer, Ali Kırca gbi isimlerin bulunduğu Denizciler Davası ise aydı süreçte 1. No'lu Sıkıyönetim mahkemesi'nde görülmüştü.
"Apoletli Adalet" yayına hazırlandığı günlerde bugün hala tutuklu yargılanan Ahmet Şık, Mavioğlu ile Post Express dö-ergisi için söyleşi yapmıştı.
TIKLAYIN - 12 Eylül Adaleti Gaspedilmiş Adalettir
Kanunu apletten üstün tutun Remzi Şirin'i ve o mahkemenin üyelerini anmak için kitaptaki "Kürsü / Kürsünün Solu - Komutanların Telkinine Değil, Tesirine Maruz Kaldık" başlıklı bölümü yayınlıyoruz.
***
Hem 12 Mart muhtırası sonrasında hem de 12 Eylül’ün hemen arifesinde İstanbul’da sıkıyönetim mahkemelerinde yargıç ve savcı olarak görev yapan Refik Karaa'nın yaşadıkları “iyi yargıç mı, yoksa iyi yasa mı" tartışmalarına nokta koyuyor. Yargının bağımsızlığına olan inancıyla komutanların emir ve dayatmalarına direnen, işkenceyle alınmış olan ifadeleri delil olarak kabul etmeyen, işkenceciler hakkında suç duyurularında bulunup soruşturma açılması için çabalayan Refik Karaa’nın her iki dönemde de sürgüne gönderilmesi, tesadüf olabilir mi? Hakim Albay rütbesiyle 12 Eylül’den tam 10 ay sonra emekli olan Refik Karaa’nın anlatımları, Türkiye’deki bütün siyasi toplu davaların açılışının asıl gerekçesini ortaya koyduğu gibi, bu davalardaki yargılamanın neden adil olamayacağını da gösteriyor:
İstanbul 1 No’lu Sıkıyönetim Mahkemesine 1971 yılında hakim olarak atandım. Ben gelmeden Denizciler Davası1 diye bilinen bir davanın sanıkları için 1. Ordu Mahkemesi’nden tutuklama talebinde bulunulmuş. Talep, İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Faik Türün’den gelmiş. 1. Ordu Askeri Mahkemesi ise tutuklama talebini reddetmiş. Faik Türün yeni gelen hakim ve savcıları topladı. Dedi ki “Ben tutuklama talep ettim, 1. Ordu Mahkemesi talebimizi reddetti, eğer yetkim olsa benim bu talebimi reddeden hakimleri derhal emekliye sevk ederim.” Sıkıyönetim ilan edileli daha bir gün olmuş ve Faik Türün böyle diyor.
Gerçekten elindeki yetki sınırlıydı, o nedenle kimseyi emekliye sevk edemedi. Ama elinde olan vardı. Neydi?
Hakimler Galip Savaşkan, Hikmet Hacımirzaoğlu ve ismini hatırlayamadığım bir hakimi daha İstanbul’dan farklı illere tayin ettirerek uzaklaştırdı. Bize ilk günden gözdağını bu şekilde verdi. Göreve başladık. O dönemde Turgut Akan adında bir adli müşavir vardı Ondan sık sık ila ettiğim görevle ilgili olarak olumsuz sinyaller aldım. Komutanlıktan gelen sinyalleri bize o aktarırdı. Biz hakimler bu şekilde, komutanın telkinine değil, tesirine maruz kalıyorduk.
Adli Müşavir, komutanlığın tehdidini bana şöyle aktarmıştı: “Bak, sen emeklilik hakkını henüz kazanmadın. Kalakalırsın ortada.”
Verdiğimiz kararlardan ötürü böyle rahatsız edici tavırlarla çok karşılaştık. İstedikleri yönde kararlar vermezsem ordudan uzaklaştırmakla tehdit ediyorlardı. Onun demesine göre, emeklilik hakkını da kazanmadığım için ortada kalacaktım.
Karşımıza getirilen sanıkların işkence gördüğü her hallerinden belliydi. Örneğin Namık Kemal Boya2 adlı bir sanık savcılık sorgusuna geldi. Arkasında polis duruyordu.
Ben hemen sordum: "Kötü muamele gördün mü?”
Boya, “hayır” dedi.
Arkasındaki polisten çekindiğini düşündüm. Polisi dışarı çıkardım.
Tekrar sordum. Yine “hayır” dedi. Oysa karşımdaydı ve işkenceye maruz kaldığını görüyordum. Ama bana güvenmiyordu, işkence gördüğünü söyleyemedi. Bunun benzeri olaylar çok sık yaşanırdı.
146. Maddeyi uygulamadık
Davalar 146. maddeden açıldı. Bizim heyetin baktığı davalar sonuçlanmamıştı ama, ele alış tarzımızdan 146. maddenin uygulanmasından yana olmadığımız açıkça anlaşılıyordu. O zaman İstanbul'da sadece 1 No’lu Sıkıyönetim Mahkemesi vardı.
Remzi Şirin başkandı. Üyeler ise benim dışımda Saydam Erdok ve Akdemir Akmut’tu. Bizim aramızdaki hakimlerden Akdemir Akmut, yargılamalarda 146. maddenin uygulanmasından yanaydı. Onun da atanmasını yaparak 2 No’lu Sıkıyönetim Mahkemesi’ni kurdular. Çünkü bizden hayır gelmeyeceği anlaşılmıştı. Açılacak yeni davalar için 2 No’lu Sıkıyönetim Mahkemesi hazırlandı. Nitekim Mahir Çayanlar’ın davasına Akdemir Akmut’un kıdemli hakim olarak görev yaptığı mahkeme baktı. Orada 146. madde güzel güzel yürüdü. Gerçi bu dava da Kızıldere olayı dolayısıyla sonuçlanmadı. Bizim baktığımız dava ise Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu davasıydı.
146. maddenin uygulanmaması konusunda nokta-i nazarımız şuydu: “Koca devleti alt edecek gücün de onun kadar ya da ona yakın derecede güçlü olması gerekir!"
Mahkeme kararıyla başbakanlığa bir yazı yazarak sorduk: “THKO denilen ordu kaç kişidir?"
Bütün bilgiler Başbakanlıkta toplanmıyor mu? O zaman başbakan Nihat Erim’di.3
Erim imzalı cevap geldi: “THKO 110 kişidir" diye.
Bu 110 kişi, bütün Türkiye çapında örgütün gücü. Silahları? Vasıtaları? Tabii ona da doyurucu cevap gelmedi.
Türkiye'de bu kadar güçlü bir ordu, güçlü bir polis teşkilatı, güçlü bir jandarma teşkilatı ve yabana atılmayacak kadar fazla milliyetçi güçler varken bu 110 kişinin Türkiye'deki anayasal nizamı alt etmeye gücünün yeteceğini kabul etmek çok komik bir iddiaydı.
Güçler arasındaki fahiş nispetsizlik yüzünden bu iddiayı savunulamaz ve ucuz iddia diye mütalaa ettik. Bu arada Ankara’da Deniz Gezmişler3 ile ilgili dava sonuçlandı.4
146. madde uygulanmıştı. Ama o karar Askeri Yargıtay taralından “Elverişli vasıta yeterince işlenmemiştir" diye bozuldu. Bizim iddiamız da zaten bu yöndeydi. O mahkemenin gerekçeli kararında elverişli vasıta namına şu hazin, garip mülahaza yer almıştı: “Bunların elinde anayasal nizamı değiştirecek vasıta olmayabilir. Onlar var sanıyorlar ya." Bu hazin bir hukuki gerekçedir. Hukuki garabettir
Ellerinde 14’lü tabanca var
Bu defa ikinci yargılama yapıldı ve yine idam cezası verildi. Bu defa verilen hükmün gerekçesinde ‘elverişli vasıta’ şöyle ifade edildi: “ Bunların elinde orduda bile bulunmayan 14’lü tabanca var" Gülünçtür, trajikomiktir. Dava bu kararla sonuçlandı.5
Öne sürülen bu ‘elverişli vasıta’ ile dava. Askeri Yargıtay tarafından da onaylandı. Böyle bir şey olamaz. Üç beş kişi 14’lü tabanca ile Türkiye’yi ele geçirecekler. Bizim mahkemede görülen Nahit Tören ve arkadaşları hakkındaki dava da sonuçlanmak üzereydi. Üç tane albay geldi. Dediler ki, “Biz komutanlıktan gönderildik. Dilekçe vermenizi istiyoruz." Ne dilekçesi istediklerim sorduk. Albaylar, “Bu görevden affımızı isteyen dilekçe" diye yanıtladı. Bunun ü-zerine mahkeme balkanımız Remzi Şirin dedi ki: “Biz buraya gelirken, 'gelir misin’ diye kimse sormadı. Biz dilekçeyle gelmedik, dilekçeyle de gitmeyiz. Ayrıca bu ne menem iştir. Bu kadar yoğun davaların içindeyiz, hepsi sonuçlanma aşamasında. Tam sonuçlanma aşamasında yargıçları değiştirmek yargıya darbe indirir. BOyle şey olmaz Doğru ya da yanlış kararlar verilecektir. Ama karar mutlaka verilecektir. Tam karar aşamasında hakimlerin değiştirilmesi yargının hazzetmediği bir şeydir.” Remzi Bey sözlerini tamamladıktan sonra “Dilekçeyi hangi gerekçeyle vermemizi istiyorsunuz?" sorusunu yöneltti. “Bu görevde yorulduğunuzu, bıktığınızı, bezdiğinizi yazacaksınız" dediler. Ama biz onların istediği dilekçeleri vermedik.
Biz 146. maddenin uygulanmasına direnirken, komutanlıktan savcılığa bu maddenin uygulanması yönünde bir de emir yazısı gelmişti. Yani üzerimizdeki baskılar giderek artıyordu. Bir yandan da Ankara’da verilen idam cezaları Meclis’e intikal etti. Bizim davanın sonuçlanması tam da bu aşamaya denk geldi.
Kararımızda “Bunlar 146. maddeyi ihlal etmek istiyorlar ama elverişli vasıtaya sahip olmadıkları için yapamazlar. Bu maksatla silahlı çete kurmuşlardır" dedik ve ona göre 168. maddeden ceza verdik. “146 değil ama 146’yı ihlale yönelik silahlı çete.7 Bizim kararımız üzerine çok kıyamet koptu. Sağ basında aleyhimizde yayınlar oldu.
MİT de yakın takipte
Biz bu kararı verdikten sonra Milli İstihbarat Teşkilatı’ndan (MİT) birisi geldi. Dedi ki, “Verdiğiniz bu karar için sizden açıklama istiyorum."
Ben, “Böyle şey olmaz. Neden böyle karar verdiğimizi yazıyoruz. Her şey mahkeme kararının gerekçesinde görülecek. Bize niye böyle bir karar verdiniz diye soramazsınız," diye yanıtladım.
Remzi Bey de karşı çıktı ve MİT mensubunun sorularını yanıtlamadı. Ama rahmetli Saydam Erdok, "Bir dakika, otur" dedi ve ekledi: "Neden böyle karar verdiğimizi anlatıyorum. İyi dinle ve sen de amirlerine söylediklerimi aktarırsın.”
Saydam Erdok çok vasıflı birisiydi. Güzel bir şekilde, hukuki çerçevede verilen kararın yerinde olduğunu izah etti.
MİT’ten gelen kişi de aklı başında birisiydi. “Çok yanlış bilgilendirilmişiz. Bu söyledikleriniz çok mantıklı. Hukukçu değilim, ama hukukçu olmayan birisinin de anlayabileceği şekilde anlattınız. Kafam yattı. Üstlerime aktarayım" dedi. O zaman MİT Bölge Başkanı Nuri Gündeş idi.
O ara bizim karar Meclis’te de okundu. CHP milletvekilleri Deniz Gezmişlerin dosyasının onaylanması müzakerelerinde “İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesi 146. maddenin uygulanmasına yer olmadığını söylüyor" diyerek bizim kararı örnek olarak gösterdi. O dönemde sol basın zayıftı, ama onlar da bizim davanın verdiği karardan yola çıkarak Deniz Gezmişler’in idamına karşı yazılar yazdılar. Ama oylama sırasında Süleyman Demirel elini kaldırdı ve “Evet!" dedi. Diğer Adalet Partili milletvekilleri de onu izledi. Ve bu olay gerçekleşti. Aslında Denizlerin idam edilmesi korkunç bir adli hata idi. Kaderleri öyleymiş başka, ama yanlış bir karardı bu.
1 No’lu mahkeme lağvediliyor
Bizim kararımızı açıklamamızdan kısa bir süre sonra Ferit Melen imzalı bir yazı aldık. Ferit Melen o zaman Milli Savunma Bakanı. Başbakanlığa oynuyor. Yazıda mahkememizin lağvedildiği bildiriliyordu. Remzi Bey de Askeri Adalet İşleri Başkanı Hakim Amiral Numan Özdalga'ya “Ne yapıyorsunuz?" dedi: “Kışla kantini mi kapatıyorsunuz?" Bu keyfiyeti Askeri Adalet İşleri düzenliyor, Remzi Bey onun için telefonu ona açtı. O dönemde ben ve Saydam binbaşıydık. Remzi Bey ise albaydı.
Clemens’in söylediği gibi, “Askeri bando ne kadar müzikse, askeri yargı da o kadar yargıdır.” Kitaplarda hakimlerin bağımsızlığı ile ilgili hep bir şeyler yazar. Hakimin bağımsızlığı boş bırakılmış değildir ama mutlaka eksiktir. Bir hakimi tamamıyla bağımsız hale getiren bir düzenleme yoktur. Ama hakimi bağımsız hale getiren yüreğidir. Yürekli değilsen, kitaplarda yazılı olan bağımsızlık lalları bir işe yaramaz. Yüreksiz adam hakimlik yapamaz. İşte biz de mahkememiz lağvedilince farklı yerlere dağıldık. Saydam Çanakkale’ye gitti. Remzi Bey Erzurum’a, ben de gittim Sarıkamış’a.
1) 23 Aralık 1969'da ‘Devrim Dergisi’nde yayımlanan. 69 Deniz Harp Okulu öğrencisi ve deniz subayının imzaladığı bir bildiriyle ilgili olarak 12 Mart sonrasında 84 kişi hakkında dava açıldı. “Denizciler Davası" olarak bilinen bu davanın en tanınmış isimleri, o dönem Deniz Harp Okulu öğrencisi olan Sarp Kuray ve 27 Mayıs darbesine de katılan İrfan Solmazer’dir. Daha sonra ATV’de anchorman olan Ali Kırca da bu davada yargılanan isimler arasındaydı. 69 denizci, devrimci gençlikle el ele olduklarını, Mustafa Kemal’in devrimini devam ettirdiklerini belirttikleri bildiride şöyle diyordu: "Halkımıza bildiririz! Senden yana olanları bir bir vurmaya başladılar. Önce Vedat'ı öldürdüler Alacakaranlıkla Bağımsız Türkiye demişti Vedat. Sonra Mehmet'i vurdular Sonra Taylan’ı. ‘Türk halkı ezilmekten kurtulsun' demişti Taylan'la Mehmet. Sandılar ki durdururuz ihanet barikatlarıyla bu coşkun seli. Sandılar ki söndürebilirler salyalarıyla yanan ateşi. Oysa söner miydi bu kızgın ateş? Durur muydu Milli Kurtuluş Savaşımız? Bu savaş Mustafa Kemal'in savaşı Milli Kurtuluş Savaşımızın en büyük dayanağı yiğit halkımızsa onun yumruğu devrimci gençliktir. Onun yumruğu bizleriz... Yüce Türk halkı senden yana olanları vuranlara ‘Artık yeter, dur' diyoruz ve devrimci şarkımızı bir kere daha birlikle söylüyoruz: Ne değişir, isterse kesilsin devrimcilerin başları birer birer. Oysa bir yasadır bu. Mümkünü yok! Devrimciler ölür, devrimler sürer.”
2) Namık Kemal Boya, Dev-Genç İstanbul Bölge Yürütme Kurulu üyesiydi. THKO davasından yargılandı Avukatlık yapan Boya, aynı zamanda 68'liler Birliği Vakfı Yürütme Kurulu üyeliği görevinde de bulundu.
3) Nihat Erim, 19 Temmuz 1980de İstanbul Dragos’ta uğradığı bir suikast sonucu öldürüldü. Suikastı Devrimci Sol adlı örgüt üstlendi
4) Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun kurucularından Deniz Gezmiş. Yusuf Aslan ve Hüseyin inan. 6 Mayıs 1972'de idam edildi
5) Ankara'da Deniz Gezmiş ve arkadaşları hakkında açılan dava sonuçlanmadan kısa bir süre önce Ankara Sıkıyönetim Komutanlığının 49 numaralı bildirisi yayınlandı. Ankara Sıkıyönetim ve İkinci Ordu Komutanı Orgeneral Semih Sancar imzasıyla yayınlanan bu bildiride yer alan şu cümleler yargı bağımsızlığı tartışmalarına hayli katkı sunacak niteliktedir: “Sıkıyönetim Mahkemelerinde 22 dava dosyasının duruşmaları devam etmekte olup, bunlar arasında bulunan Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının davası savunma safhasına gelmiş, sanık ve müdafiler savunmalarını hazırlayabilmeleri için bir aydan az olmamak üzere mehil talebinde bulunmuşlarsa da, mahkeme bu talebi 18 güne indirerek, duruşma 27 Eylül 1971 gününe talik edilmiş, bugün de savunmalarına başlanılmıştır. (...) 10 askeri savcı ve 3 ayrı askeri mahkeme ile adlı işleri yürütmekte olan Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı, memleketimizin huzur ve sükûnunu bozan meşum emeller peşinde koşarak Anayasal düzeni ortadan kaldırıp, Marksist, Leninist ve Maoist bir düzen kurmak için örgütlenen maceraperestlerin kanunlarımızın tayin ettikleri cezalarla cezalandırılabilmeleri gayreti içerisinde bulunduklarını sayın Ankaralıların ve yüce ulusumuzun bilgilerine arz ederim" (THKO Davası / Akyüz Yayınları, s. 279-280)
6) Ali Elverdi. Ahmet Tetik ve Mehmet Turan'dan oluşan Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı 1 No'lu Askeri Mahkemesi heyeti Deniz Gezmiş ve arkadaşları hakkında 9.10.1971 tarihinde karar verdi. Daha sonra basılı hale getirilen 'Gerekçeli Hükmün 48. sayfasında 140 maddenin elverişli vasıta bakımından uygun olduğu tartışılırken şöyle deniliyor: “Silahları ve malzemeleri gerek yurtiçinden, gerekse de bir kısmı kaçakçılardan yabancı menşeli olmak üzere yurtdışından temin edilmiş ve bugün halen Türk Silahlı Kuvvetleri elinde bulunmayan 14’lü tabir edilen otomatik tabancalarla teçhiz edilmişlerdir."
7) TCK’nın 146. maddesi idam. 168. maddesi ise ağır hapis cezası öngörüyordu.
8) İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı 1 No’lu Mahkemesinin 22 Nisan 1972 de verdiği ancak daha sonra Askeri Yargıtay taralından bozulan kararda şöyle denildi: "Sanıklarda TCK’nın 146/1 maddesini ihlal etmek kastı cürmisi bulunmakla beraber, 1490 sayılı kanunun sevk ve kabul gerekçelerindeki sarahatle nazara alınarak bu hareketlerinin 146/1’inci maddesini icrai hareketlerini teşkil etmedikleri, bir an için teşkil ettiği farz olunsa dahi sanıkların bu icrai hareketlere neticeyi telide salih vasıta ve metotlarla girişmemiş oldukları, maksatları göz önüne alındıkta hareketlerinin daha ziyade TCK’nin 146/2’nci maddesindeki fiili fesat çıkararak 146/1’deki suçu işlemeğe teşvik fiiline uygunluk arz ettiiği ve fakat teşviklerinde kapılan bir asli maddi fail zuhur etmemiş olduğundan kendilerinin müşevvik olarak bu maddeyle de tecziyelerinin kabil olmadığı, fiillerinin doğrudan doğruya temas ettiği ceza kanunu maddeleriyle cezalandırmalarının gerekliği..." (HK)