AKP, seçimlerden sonra oluşan geleneksel iktidar bloku içindeki "zoraki uzlaşma" sınırlarını zorladıkça bu gerilim artıyor. Uzlaşma, aynı zamanda bir sınırlanma ve sınırlama da demek. Ancak, AKP ısrarlı ve sürekli olarak kendi iktidar alanını genişletmeye çalışan bir strateji izliyor.
Her aşamada rejimi zorlayan AKP, muhtaç olduğu kudreti ise seçmen desteğinden çok, dışarıda, Avrupa Birliği (AB) ve Amerika Birleşik Devletleri'nde (ABD) arıyor. Bu durum, gerilimi daha da arttırıyor ve giderek bir çatışmaya dönüşüyor.
AKP, başlangıçta ileriye doğru yaptığı her hamlede, önce yayılma sınırlarını görmek istiyor, tepkileri ölçüyor ve direnişin şiddetine göre ya ger çekiliyor ya da elde ettiği mevzii tahkim ediyordu. Bütün "değişim" edebiyatına ve bu doğrultuda atılan kimi adımlara karşın AKP'ye karşı duyulan güvensizliğin temelinde de bu politika yatıyor. Bir "gizli gündem" kuşkusu, çekirdek devletten bütün topluma doğru yayılıyor.
Oyun bitiyor mu?
Ancak, iktidarın mehter yürüyüşünün daha fazla devam edemeyeceği görülüyor. Eğer AKP köklü bir tutum değişikliğine yönelmez ise egemen blok içi ilişkiler bir kırılma noktasına doğru ilerliyor. Çünkü AKP, ABD ve AB'nin desteğini sürdürebilmek için en az iki sorunu Batıyı tatmin edecek şekilde çözmek zorunda. Bunlardan birincisi -ki bir takvim sınırı da var- Kıbrıs, diğeri de Kuzey Irak'taki federe Kürt devleti sorunu.
Bu iki sorundan birincisinin çözümü AB'nin kapılarını açmasa da aralayacak ve dolayısıyla desteğinin devamını sağlayacak; ikincisinde alınacak tavır ise ABD ile sürdürülen ilişkilerin yönünü tayin edecek.
Cephede yeni karakol; ılımlı İslam ülkesi
Hatırlanacağı gibi; İstanbul'daki bombalı saldırılardan (15-20 Kasım 2003) sonra ABD ve İngiltere "Türkiye'nin teröre karşı savaşta cephe ülkesi" olduğunu ilan ettiler. Ardından da ABD politikalarını oluşturan kuruluşlarca üst üste yayımlanan makale ve raporlarda radikal İslama karşı mücadelede ılımlı İslamın güçlendirilmesi talep edilmeye başlandı.
Ilımlı İslam için örnek ülkenin ise Türkiye olabileceği belirtildi. Böylece Türkiye, "laik demokratik ve modern" bir İslam ülkesi olarak daha önce Doğuya model olarak önerilirken, artık ılımlı bir İslam ülkesi olarak takdim edilmek isteniyordu. Hal böyle olunca, Türkiye için kısmi bir İslamizasyon talebi, hiç beklenmedik bir anda ülke elitinin önüne düştü.
Bu tam da AKP'nin istediği bir şeydi. ABD desteğiyle, hem çekirdek tabanını tatmin edecek hem iktidar alanını genişletecek ve hem de en az iki dönem iktidarda kalmayı gerçekleştirecekti. AKP'nin tarihsel referanslarıyla örtüşen kısmi İslamizasyon projesi, ABD ve AB'nin desteğini aldığı sürece bu konuda İstanbul burjuvazisi ile de bir uzlaşma sağlanabilirdi. Nitekim, gerek Kıbrıs ve Kuzey Irak sorunu gerekse diğer çatışma alanlarına ilişkin tutum alışlarda, TÜSİAD'ın AKP'ye yakın bir tutum aldığı gözden kaçmıyordu.
Ancak, sorun tam da burada başlıyor. Böylece, "irtica" konusu yeniden ve daha sert şekilde bir çatışma alanı olarak Türkiye'nin gündemine geliyor.
Ilımlı İslam ve AB üyeliği; olmayacak duaya amin!
Diğer taraftan, Türkiye'nin dünyadaki yerinin yeniden tanımlanması, bu ülkeyi AB'ye yaklaştırmak yerine onun kapısına bağlamayı gerektiriyor. Ilımlı da olsa giderek İslami bir renk kazanacak bir ülkeyi AB'ye almayacakları kesin. Ancak, Türkiye gibi Avrasya'nın merkezinde, bölgedeki bütün hegemonya mücadelelerinde etkin rol oynayabilecek görece güçlü bir ülkenin gözden çıkarılması da mümkün değil. Bu nedenle, AB ülkelerinde Türkiye için yeni ilişki biçimleri önerilmeye ve "Özel Statü" ve "Yakın Komşuluk" gibi başka bir ülke için dile getirilmemiş kavramlar ortaya atılmaya başladı bile.
Unutmamak gerekir ki, Türkiye'de geleneksel iktidar bloku ile AKP arasında oluşan zoraki uzlaşma, 3 Kasım seçimlerinde eski siyaset sınıfının tasfiyesi sonucu gerçekleşti. Bu bir mecburiyetti. Ancak, hiçbir mecburiyet uzlaşmanın ilkesel gerekleri çiğnendiği taktirde vazgeçilmez değildir.
Ve öyle görünüyor ki, AB üyeliği için bütün düzenlemeleri yapıp 2004 sonunda müzakere tarihi alınmaması halinde tablo tersine dönecektir. Bu durumda AKP'nin Batının desteğiyle içeride oluşturduğu kuşatmanın yarılması kaçınılmazdır. Top atışları çoktan başladı bile.
AKP hükümetinin zor virajı
Öte yandan, zoraki uzlaşma bozulmaya başladığı gibi, geleneksel sistem güçleri arasındaki bölünme de büyüyor. Örneğin; Merkez sağdan Türk-İslam sentezciliğine, liberalizmden ırkçılığa kadar uzanan bir alanda Türk sağının fikir kulübü işlevini gören Aydınlar Ocağı bile ikiye ayrıldı.
Aydınlar Ocağı'nın en büyük örgütü durumundaki İstanbul Şubesi, birçok taşra şubesini de yanına alarak (toplam 33 şubesi var) açık şekilde ulusalcı bir çizgi izlemeye başladı. Aydınlar Ocağı İstanbul Şube Başkanı Prof. Mustafa Erkal, işi Türk Solu dergisinde yazı yazmaya kadar götürdü.
Geçen hafta Aydınlar Ocağı'ndaki bir toplantıya katılan AKP'li milletvekili -ki kendisi Ocak üyesi- Alaattin Büyükkaya yuhalanarak konuşturulmadı. Bunun üzerine Zaman gazetesi (31 Aralık 2003) İşçi Partisi'ne gönderme yaparak, birinci sayfadan "Aydınlık Ocağı" başlıklı bir haber yaptı.
Çatışma sertleşmeye başladı. Özellikle ordunun 28 Şubat günlerinde olduğu gibi hareket etmeye başladığına ilişkin çok sayıda işaret var. Bu konuda Kara Kuvvetleri komutanı Orgeneral Aytaç Yalman'ın inisiyatif aldığı gözleniyor.
Yalman, üç gazeteyi arayarak (Hürriyet, Milliyet, Cumhuriyet) irtica konusundaki kaygılarını "sert" şekilde açıklıyor. Genelkurmay Başkanı Özkök'ün, ancak iki gün sonra bu açıklamaları desteklediğini ilan ediyor.
Kıbrıs konusunda Dışişleri Bakanlığı'nda gizlice hazırlanan planın basına sızması üzerine, yine Genelkurmay Başkanı Özkök, Başbakan Erdoğan ile görüşüyor. Kuzey Irak nedeniyle orduda kuşkuların artığı ise, herkes tarafından bilinen bir sır.
Hesap çarşıya uyacak mı?
Bütün hesabını Batıya yaslanmak üzerine kuran AKP hükümetinin sıkıştığı görülüyor. Tedirginlik artıyor. AKP hükümeti, ülke içindeki iktidar alanını her genişletme hamlesinde, artık daha şiddetli bir direnişle karşılaşıyor. Ordudan arka arkaya açıklamalar gelmeye başlıyor. Ve birdenbire rejim tartışmaları büyüyor.
Örneğin, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, partisinin Ankara'da yapılan il başkanları toplantısında (28 Aralık 2003) durduk yerde, "Türkiye'nin anayasasında belirtilen rejimini korumaya kararlı" olduklarını söylüyor. İslamcı gazeteler, bilinmedik mahfillere seslenerek hükümetin acımasız bir saldırı ve kuşatmayla karşı karşıya kaldığını yazıyor.
Şimdi, tabloyu biraz daha netleştirmek için iki alıntıyla konuyu bağlayalım. Yeni Şafak gazetesi başyazarı Ahmet Taşgetiren, yine "durduk yerde" şunları yazıyor:
"Ruşen Çakır, Vatan için yaptığı AKP ile ilgili mülakatında, 'Bundan sonra askeri müdahale olur mu?' diye sormuştu. Ben de 'olmamalı' demiştim. Çünkü, Türkiye için bir cinayet olur. O da cevabımdaki nüanstan dolayı gülmüştü.
'Olmaz' demenin güçlüğü! Çünkü, birileri dünyadaki gerçeklikle alay edercesine o alanla oynuyor. Sorunun odaklaştığı nokta AKP'ye muhalefet. (...) İşte, o 'birileri' dediğim çevre, bu alanda yapılanları asla yeterli görmüyor." ( Yeni Şafak, 26 Aralık 2003)
Yine aynı gazetenin yazarlarından Fehmi Koru benzer bir tespit yapıyor:
"Yeni Şafak'ın dün manşete taşıdığı 'Gerilim oyunları 3 Kasımla birlikte vizyondan kalkmıştır' cümlesinin de işaret ettiği gibi, Başbakan Tayyip Erdoğan, havaya sinen nem kokusunun farkında.
Gazeteleri okuyan, gününün bir bölümünü ekran karşısında haber ve tartışma programlarını izleyerek geçiren herkes, bir süreden beri, siyasi ortamın gerilmek istendiğini görebiliyor. Hem de, ekonomide düze çıkılma sinyalleri alındığı, dışarıdan bakanlarca ülke 'istikrarlı' göründüğü halde.." (Yeni Şafak, 26 Aralık 2003) (MY/NM)