Sakıp Sabancı Müzesi'nin film gösterimleri ve panellerden oluşan “Atilla Dorsay ile Usta Yönetmenler” etkinliğinin ilki 29 Ocak Çarşamba akşamı Reha Erdem'in Kosmos filmi ile başladı.
Film gösteriminin ardından Atilla Dorsay ve Burak Göral moderatörlüğünde gerçekleşen panelde, konu sadece Kosmos değildi; sinemaya nasıl başladığından tutun da gerçekçilik akımına getirdiği eleştirilere, Jin filmi üzerine gerçekleşen politik tartışma ortamından savaş karşıtı filmlerin sıkıntılarına, sinemadaki gerçeklik algısına ve Yeni Türk Sineması'na kadar birçok konuya değindi. İşte söyleşiden satırbaşları:
“Reha Erdem pek konuşmaz”
Konuşarak anlatabilsem zaten film yapmazdım. Yönetmenler genel olarak filmleri hakkında konuşunca ya prospektüs gibi oluyor ve filmin yanında yalan yanlış duruyor ya da bir takım sözler aforizma gibi çıkıyor ve hep onlar kalıyor, Bunların çok rahatsız edici olduğunu düşünüyorum yoksa bu konuşmak/konuşmamak kendini saklamak gibi bir şey değil.
“Fransızlık” ve akımlar üzerine
Fransızlık çok uzakta kaldı. Fransa'da okudum ama o yıllarda sinema istediğimden ve dilini bildiğimden en iyi seçenek orasıydı, ayrıca dünyanın en büyük sinemateki de Fransa'daydı.
“Godard ile Truffaut'yu yan yana hissetmedim”
Yeni Dalga tek başına bir şey değil, ben zaten bir takım akımlar adlandırıp elmalarla armutları aynı kefeye koymaktan hoşlanmıyorum. Godard ile Truffaut'yu hiçbir zaman yanyana hissetmedim, Herkes ayrı ve o farklılıklar beni çekiyor. Kategorize etmek indirgemeci oluyor.
“Yeni Türk Sineması’nde kim yeni…”
Yeni Türk Sineması anlamlı da olsa, o bile karıştı artık, bize (Nuri, Zeki gibi arkadaşlarım) hala yeni diyorlar, bir yandan yepyeni sinemacılar çıkıyor. Kim yeni kim eski karıştı.
“Çok seyrediyorum ama çok film birikti”
Ben çok film seyrediyordum hala haftada en az 3-4 film izlerim. Belki güncel filmleri takip edemiyorum her zaman ama dünyada neler yapıldığını ve yeni yol arayan insanları merakla izliyorum. 17 yaşımdan beri film çekmeye çalışıyorum ve film izliyorum, yaşım da baya oldu, çok film birikti.
Sinefilleri çok seviyorum ama bir nevi korkunç koleksiyonculuk gibi geliyor, ben pek öyle değilim.
Sinema okuyan genç arkadaşlarıma da hep şunu söylüyorum; en şahane şey çok fazla film seyredip sinemanın o şahane geçmişini bilip sonra yelkenleri doldurup öyle gitmek.
Ödüller üzerine
“Başarı bir sanat kriteri değil, siz (Atilla Dorsay başlarken, Reha Erdem'in kendi sinema krallığını yarattığını söylemişti) krallıklardan filan söz ettiniz ama bu değil bence kriter ve bu olmamalı. Mesela burada bir sanatçı var; Anish Kapoor, bence bu yılın en şahane kültürel olayıydı, görmediyseniz mutlaka görün, ne yazık ki fazla yazılıp çizilmedi. Yurtdışındaki arkadaşlarımsa filmlerimden öte bana hep Kapoor'u sordular.
“İlla akması gerekmez”
Normal, seyirlik filmlere göre benim filmlerim hep aşırıda kalıyor. Aşırı derken ya bir eksik ya bir fazla. Geçen gün twitter'da çok hoşuma giden bir şey okudum, bir arkadaş şöyle demiş Galatasaray için: "Her şey tamam, şekil tamam, ama Reha Erdem filmleri gibi akmıyor GS."
Mazoşist olduğum için değil ama akmıyor deyince, belki o da başka türlü duruyordur, belki uçuyordur.
“Keşke müzik yapabilseydim”
Ses zaten sinemanın yarısı, kullanmıyor olmak eksiklik. Bundan bir anlam yaratma imkanımız varken, sinemayı sadece basit bir hikaye anlatımına indirgemek sinemanın imkanları açısından küçültücü bir şey. Müzik sanatların en üstü, keşke müzik yapabilseydim de filmle filan çok uğraşmasaydım. Müzik bambaşka, orada akıyor/akmıyor da yok, kodlaması çok daha zor
“O geyik bir şeyi simgelemiyor, her şey olduğu kadar”
Filmlerim üzerine anlatılacak, saklı hiçbir şey yok, her şey olduğu ve göründüğü kadar, ben öyle filmleri seviyorum. Açık filmler bunlar, neresinden girerseniz girin, yarısında izlemeyin fark etmez, tamamen açık. Zorluk ise hep belli algılarımızın olmasıyla alakalı. Son filmim Şarkı Söyleyen Kadınlar için de soruldu 'geyik neyi simgeliyor?' o geyik sadece bir geyik.
Filmlerim üzerine, Kosmos da dahil, birtakım yerli yabancı şeyler okudum, o kadar hoşuma gitti ki. Ama hiçbiri benim aklıma gelen şeyler değil. Hatta bazılarını aklımda tutayım da bir yerde söylerim diyorum ama onlar benim kelimelerim değil, yine de çok güzel uyuyorlar.
“Kosmos kahramanım, onu bulsam peşinden giderdim”
Kosmos da o anlamda çok basit; bir tane adam; ister meczup diyin ister demeyin, 'çalışmak istemiyorum, aşk istiyorum' diyor; bundan daha basit bir şey yok. O benim kahramanım, keşke öyle olabilseydim. Ne yazık ki hayat bize o imkanı vermiyor. Kosmos biriktirmeyen bir insan, parçaları topluyor ama tutmuyor.
Kötülük üzerine
Kötü insan diye bir şeye inanmıyorum. Kötülük hepimizde, herkeste var. Mesele bu zaten; filmler, müzikler, camiler, kiliseler ve başka birçok şey kötülükleri biraz olsun terbiye etmek için, kötü olmayan tarafın biraz öne çıkması için var. Kötülüğün en basiti kıskançlık mesela; hepimiz çocukluktan başlayıp kıskanıyoruz. İnsanlık tarihi bunlarla dolu. Dolayısıyla birine kötü demek bir filme sanat filmi demek gibi bir şey.
Senaryo ve çekime dair
Senaryoyu çok ayrıntılı yazıyorum fakat çekerken mekanda yepyeni şeyler dönüyor. Çekim yönetmenliği böyle bir şey, anlık bir şeyi o dönen şeye aktarmak. Film böylece yaşayan bir şey oluyor. Beş Vakit'ten örnek vereyim: Güneş tutulması oldu çekimde, zaten zamanını biliyorduk ama çekilmesi imkansız bir şeydi bizim için. Hiç beklenmedik bir mevsimde, tam o an bulutlar geldi ve çekilme imkanı oldu, bulutlar filtre yaptı. Anında bütün programı değiştirip tutulmayı çektik ve sonra çekime göre filmi seyredip tutulmayı senaryonun içine soktuk.
“Doğa, bize empoze edilenin dışında bir zaman veriyor”
Aslında zamanla ilgili bir meselem var. Bu dünyanın bize empoze ettiği, fonksiyonel para kazanma zamanını, bütün hayatımızı etkileyen zamanı kastediyorum; kaçamaklarımızı, tembelliklerimizi bile iş saatlerimize göre düzenliyoruz. Doğa ise benim için bu zamanın tam tersini öneriyor; hepimize empoze edilenin dışında yürüdüğümüz bir zamanı.
Doğa dediğimiz şey nedir aslında? Ağaç, çiçek, böcek... Sırf bunlardan bile milyon tane var. Biraz daha yakından baksak hepsinin ritminin ayrı olduğunu görüyoruz.
Teknoloji, Gezi, doğa
Günümüze baktığımda, çok karanlık gibi konuşsam da, durumu pek öyle görmüyorum. Yeni bir dijital devrin içindeyiz, müthiş bir çağdayız, çok heyecan veriyor aslında bu bana. Bu çağın çocukları artık teknolojiyi protest haliyle yaşıyorlar. Gezi'ye dair en umut verici taraf da buydu bence, isyan meselesinden öte tabi; yeni teknolojinin insanla birleşmesi umudu.
Doğa derken hepimiz gidelim kırlara yatalım, şehirleri terk edelim demiyorum, kırları buraya getirelim, burayı kır yapalım.
“Sinemada gerçekçiliğin sonu pornografidir”
Gerçekçiliğin sanatı öldürdüğünü düşünüyorum açıkçası. Sinemada gerçekçilik dediğimiz şeyi televizyon yapıyor zaten; olaylar yaşanmış gibi ekranda. Filmlerin bir kısmına 'hiç hayattanmış gibi değil' deniyor. Halbuki hayat başka, sinema başka. Sinemadaki kuş, sinemadaki kuş, yani filmin kuşu, öyle bir kuş hayatta yok. O nedenle her şey fantastik, gerçekçi gibi geçinenler daha büyük yalan söylüyor. Sinemada gerçekçiliğin sonu pornografidir. En gerçek, bir tek pornografide var. Halbuki sinema, sanat dediğimiz şey zihin açıcı olmalı; kendine bir dünya yaratacak, hayal kurdurtacak ve ufuk açacak.
“Jin sinemadan çok politik anlamda konuşuldu”
Bu 30 yıllık savaşta kaç bin tane hayvan öldü bilemiyoruz. Onu bırakın, birçok yerde iklim değişti, ormanlar yakıldı, dağlar delindi. Savaş sadece hayvanları öldürmedi; bizim terminolojimizi değiştirdi. Bu ülkedeki şiddet hala bu savaşın izlerinden geliyor bence. Binlerce kilometre uzağında da olsa savaş olan bir ülkede evlerde de barış olmuyor.“
Jin çok tartışıldı. Belki benim de Jin'den sonra biraz çenem düştü, çok konuşmak zorunda kaldım, sinemadan çok politik tarafı tartışıldı Türkiye'de.
“Başka bir 'savaş karşıtı film' mümkün”
Açıkçası savaş karşıtı filmlerin çoğunun tamamen savaş fetişizmi yapan, içinde silah olan ve lanet de etse silahları özendiren filmler olduğunu düşünüyorum.
Bu filmlerin kahramanları var. Biz kahramanlara doyduk, artık kahraman istemiyoruz, eli silahlı kahramanlı bir film dünyayı da kurtarsa bence bir işe yaramıyor. Kahraman derken; kahraman bir asker ya da kahraman bir gerilladan bahsediyorum.
“Jin bir gerilla belgeseli değil”
Jin filminde de en çok onu tartıştık; filmden hoşlanmayan Kürt arkadaşlar haklı olarak "bizi niye bir çürük elmayla anlattın?" diye eleştirdiler. Tabii ki bu bir gerilla belgeseli değil ama gerilla da zaten zaafları olan bir insan. Kürt gerillası Türkiye'de özgürlüğün amblemi gibi bir şey. Çok uzun süredir acı çekerek yaşıyorlar ve 30 yıldır uğraşıyorlar, birçoğu hayatlarını yok saydı, çoğu zaten pek çok acıyla gitti oraya ama insan zaaflarıyla insan oluyor, dolayısıyla Jin figürü de zaaflarıyla var. (PÇ