Bu kitabı ilk duyduğumda, yeni bir ulus inşası çalışmasıyla karşı karşıya olduğumuzu, hikâyenin bu sefer de radyo yayıncılığı üzerinden anlatılacağını düşündüm.
Daha ilk sayfalardan, bunun böyle olmadığı ortaya çıktı. Radyonun Sihirli Kapısı, yepyeni bir kavramsal ve kuramsal çerçeve sunuyor. Bu çerçeveye geçmeden, diğer çalışmalarda neyi sorunsallaştırdığınızı anlatabilir misiniz, özettikle de Kemalist "proje" kavrayışıyla ilgili olarak?
Bu meseleyi gerçekten önemsiyorum, hem yöntemsel olarak hem de politik açılımları bakımından. En genelde "inşa" ve daha somut olarak "ulusun inşası" kavramlaştırmaları, toplumsal analizde önemli bir dönüm noktası oldu.
Çok büyük açılımlar getirdi. Politik olarak çeşitli mitleri sorgulamamızı sağladı. Çünkü böyle bir yaklaşım, bize çeşitli kimliklerin ve özellikle de insanları uğruna ölmeye, öldürmeye sevk eden milli kimlik gibi mitleşmiş aidiyetlerin doğal ve özsel olmadığını, belirli toplumsal söylemler içinde nasıl kurgulandığını, Türkçe'de söyleyince biraz tuhaf oluyor ama, inşa edildiğini göstermeye olanak tanıdı.
Ancak, "inşa" kavramının kullanımında gözden kaçırılan çok önemli yanlar olabiliyor. Bunlardan biri benim bu kitapta kullandığım terimle "tarihin yükü"...
Yapılmış, kurgulanmış olmak sadece belirli bir anda ve yerde yapılmış olmak değil, tarihsel süreç içinde kişileri, toplulukları çağıran, şekillendiren, kıstıran ve aynı zamanda hayallerini kışkırtan çok daha geniş bir ilişkililik alanı var.
Ben bunu, kapitalizmin, sömürgeciliğin, milliyetçiliğin gelişimiyle beslenen Şarkiyatçılık - Garbiyatçılık ilişkisi çerçevesinde ele almaya çalıştım. Bu tarihsel evrenin toplumsal süreçlerine ve politik anlamlarına duyarlı olmadan yapılan bir "milli kimlik" analizinin güdük kalacağını düşünüyorum.
Öte yandan, "milli proje," özellikle modernliğe "geç kalmış" toplumlar için kullanılan bir sözcük. Bu yanıyla da, bu toplumların tarihselliğini inkâr ederek, esas aktörün hep "Batı" olduğunu varsayıyor. Çünkü projenin dayandığı "model" Batıdan geliyor. "Proje" son derece hafifletilmiş bir terim.
Son zamanlarda iş hayatında, sivil toplum kuruluşlarının etkinliklerinde de sıklıkla kullanılan "proje" sözcüğünde vurgulanan, kişilerin o anda somutlanan iradeleri, teknikleri, hedefleri ve tabii ki hırsla Benzer bir şekilde, Kemalist proje deyince, belki fazlasıyla homojenleştirdiğimiz bir grup insanın iradelerini ve niyetlerini vurgulamış oluyoruz.
Niyetlerini yorumlamakta farklılaşabiliriz; kimine göre modernleşmeyi sağlamak, kimine göre topluma tepeden inme, baskıcı bir modernlik, Batıcılık dayatmak. Sonuçlar nasıl yorumlarsak yorumlayalım, sınırlamalarıyla ama kendi içinde çeşitli anlarda belirmiş imkânlarıyla, çalışmalarıyla çok karmaşık ve parçalı bir toplumsal süreci bir grup insanın iradesine indirgemiş oluyoruz.
Aslına bakarsanız bu bakışa göre proje sahiplerinin de çok fazla bir iradesi yok, çünkü bir "model"i uyguluyorlar, taklit ediyorlar. Böyle bir bakış açısının birçok politik sonucundan söz edilebilir.
En başta Doğu-Batı ikileminin yeniden üretilmesi geliyor, çünkü modernliği Batı'da bütün görkemli altüst oluşlarıyla, bunalımları ve krizleriyle bir süreç olarak görüp bir yandan da "burada" yaşananların tarihselliğini yadsıyoruz ve buna çok araçsal bir şekilde "proje" diyoruz.
İkincisi belki de daha önemlisi, toplumsal iktidar ilişkilerinin çok katmanlı dinamiklerini hafife almış oluyoruz. Ben sonuçta Türkiye'deki uluslaşma sürecinin aşırı merkeziyetçi ve baskıcı olduğunu, farklılığı, çoğulluğu ve kendi içinde beliren imkânları inkâr ettiğini düşünüyorum.
Ama bu yine de, bu rejimin sadece tepeden aşağı direktiflerle işlediği, bir proje olarak hayata geçirildiği anlamına gelmiyor. Barındırdığı çatışmaları, mücadeleleri bir yana bırakalım, bir de kendi içinde kırılmalar var. Radyoyla ilgili bir örnek vereyim. Programların, 1960 başlarında kurulan il radyolarına merkeziyetçilik saplantısı nedeniyle Ankara'dan yollandığı, ama teknik aksaklıklar nedeniyle gecikerek gittiğinden söz etmiştim kitapta.
Örneğin Cumhuriyet Bayramı ile ilgili bir program, Gaziantep'te bir hafta sonra yayınlanıyor; bugün 29 Ekim diye başlayan yayını, insanlar kasım ayı içinde dinliyorlardı.
Bu zamansal kaydırmaca, iktidarın nasıl işlediği ve etkileri açısından mutlaka hesaba katılmalı. Bir başka örnek, malum Ankara planı. Ankara'yı modern bir şehir olarak, "sıfırdan" kurmaya yönelik planların, başta yerel yöneticiler olmak üzere yaşayanların tepkileri ve taktikleriyle nasıl "bozulduğunu" biliyoruz.
Dolayısıyla "proje" ve "inşa" kavramları bize yaşananların karmaşıklığını ve tarihsel dinamiklerini vermiyor.
Bana göre proje kavrayışıyla ilgili sorunlardan biri, uluslaştırılmak istenen imanları, sürece hiçbir müdahalesi olmayan edilgin bireyler olarak alması. Neyse ki yeni tarih-yazımı yaklaşımlarının (Feminist Tarihyazımı, İngiliz Marksist Tarihçiliği, Sözlü Tarih ve Maduniyet Okulu) etkisiyle, tek tek insanların da bunları ne şekilde deneyimlediğine bakılır oldu.
Bence Türkiye tarihi üzerine bundan sonra yapılacak çalışmalar, "özne'yi göz ardı edemeyecek. Sizin kitabınız, bu noktada da farklı bir yerde duruyor sanki, insanların radyo yayınını nasıl algıladığına, evin mahrem alanında nasıl bir yer açtığına bakmayı seçmemişiniz. Her ne kadar onlardan politik özneler olarak bahsetseniz de...
Çok önemli bir noktaya değiniyorsunuz. Gerçekten de proje kavramı öznellik alanını dışlıyor, projeyi yapanlara kendinden menkul bir güç verirken projenin hedef kitlesini de nesneleştiriyor.
Ben bu kitapta "politik öznellik" kavramıyla, topluma konuşması uygun görülen, yani toplumu eğitme iddiası ve konumundaki, sonuçta iktidar konumundaki belirli kişilerin öznellik alanına bakmaya çalıştım.
Bu da, kişilerin varsayılan iradelerini paranteze almayı ve onların birer politik özne olarak davranabilmelerinin koşullarına ve tarihsel evrenine bakmayı gerektiriyordu.
Bu öznellik alanındaki bölünmeleri, hevesleri ve korkuları, bunlara bütünlük ve meşruluk kazandırmaya yarayan fantezileri kavramlaştırmak için de Garbiyatçılık tanımlamasını kullandım. Ama sizin de belirttiğiniz gibi, bu öznellik alanını sadece seçkinler diye adlandırabileceğimiz bir kesimle sınırlamak zorunda kaldım.
Onların dinleyiciyi -ki o süreçte bu, "millet"le eşanlamlıydı- kendi hitaplarında nasıl tasarladıklarına baktım. Radyo yayınlarının değişik yerlerde, çeşitli insanlar tarafından nasıl dinlendiğine, nasıl yorumlandığına, onların tepkileriyle nasıl yeni anlamlar kazandığına bakmadım.
Bu bir seçim olduğu kadar, biraz da zorunluluktu. Ulaşılabilen kaynaklarda belirli kesimden insanların deneyimleri yer alıyor. Belki proje yanılsamasını yaratan unsurlardan biri de uluslaşma süreciyle ilgili bilgimizin büyük ölçüde belirli bir kesimin deneyimleri ve de bu kişilerin kendileriyle ilgili fikirleriyle sınırlı olması.
Bu da başlı başına politik bir sorun. Burada devletin merkeziliği ve bununla ilişkili iktidar konumları ayırt edici etmenler. Ancak politik öznellik, seçkinlerin öznelliğiyle sınırlı değil elbette.
Benim ele aldığım dönemde ülke içinde sınıf odaklı, etnik kimlik odaklı, din odaklı çok çeşitli çatışmaların yaşandığını biliyoruz. O dönemde radyoyu dinleyenlerle ilgili bir araştırma yapmak eldeki kaynaklarla çok zor görünüyor, ama imkânsız değil tabii ki.
Demin verdiğim örneğe dönersek, milli günlerle ilgili programları hep bir hafta gecikerek dinlemek zorunda kalmış kişilerin, radyodaki programları nasıl yorumladığını, ya da örneğin anadili Kürtçe olanların "doğru Türkçe" konuşmaya bu denli önem veren bu programlarla nasıl ilişkilendiğini araştırmanın önemli açılımlar getireceğini düşünüyorum.
Ya da sizin dediğiniz gibi radyonun, evin mahrem alanını nasıl dönüştürdüğünü araştırmak, uluslaşma süreciyle ilgili görünmez kalan deneyimleri ortaya koyabilir. Bütün bunlar başka araştırmaların işi, ama bir yönelim olarak altını çizmek önemli.
Kitapta da bir yerde söylediğim gibi, susturulmuş, yok sayılmış anlatıların ve deneyimlerin, bunların varlığına duyarlı yöntemlerle araştırılması gerektiğini düşünüyorum.
Modernliği, Batı dışı sayılan bir alanda tarihsel olarak belirli bir şekilde temsil etme anlamında "Garbiyatçılık"tan söz ediyorsunuz. Şarkiyatçılıktan farklı bir bilgi üretimi ve tarih-yazımı pratiği içinde; ama o da bir iktidar söylemi. Belirli teknikleri, imgeleri ve ezilmişlikten gelen "bilinç yaralarını" sadece direnç ya da savunma amacıyla değil, toplumu idare etmek, toplum içindeki eşitsizlikleri, çatışmaları yok. saymak için kullanan bir iktidar söylemi... Kendini sürekli hayali bir "Batılılığa" ve "Batılı" göze göre şekillendiren bu iktidar söyleminin, yine de "Türke özgülüğü/Doğululuğu" inkâr etmediğinden söz ediyor ve bunun izlerini -mesela arşiv hikâyelerinin saçmalığında duyulan hazda- sürüyorsunuz. Bence kitabınızın diğer bir orijinal katkısı da bu: Doğululukla ilişkimiz, basitçe "inkâr'la ya da Şarkiyatçı bakışın içselleştirilmesiyle açıklanamaz. Doğru anlıyorum, değil mi?
Kesinlikle. Türkiye'de kültür ve politika alanında sürekli olarak Doğu-Batı ikilemi yeniden üretiliyor. Bunun en belirgin örneği herhalde "laikçiler"le "İslamcı"lar arasındaki çatışmada görülebilir.
Ya da başka bir şekilde, "küreselleşmeciler"le "milliyetçiler" arasında. Bu ikilemlerin kıstırıcı olması, Doğu-Batı karşıtlığının kullandığımız politik ve kültürel dil içinde işaretlenmesiyle ilgili.
"İleri" Batı karşısında "geri" Doğu ya da tam tersine "zalim" Batı karşısında "mazlum" Doğu kıskacından çıkmak için, bu karşıtlığın nasıl sürekli olarak yeniden üretildiğini incelemek gerek diye düşünüyorum. Politik imgelemi son derece daraltan bir kıskaç bu. Bunun için de, Batı dışı sayılan ya da Doğu denilen alanda iktidarın nasıl kurulduğunu ve Doğu-Batı ikilemiyle nasıl meşrulaştırıldığını anlamak gerek.
Yani, iktidarı analiz etmek için sadece devlete, milliyetçiliğe, kapitalizmin işleyişine bakmak yetmiyor. Bu alanlardaki yaptırımlar, çağrılar ve tehditler hep bir üst dile tercüme oluyor: Doğululuk ve Batılılık. Ve bu üst dil birçok kritik ve acil meseleyi gözden uzaklaştırmayı başarıyor.
Ben Garbiyatçılık çerçevesini tanımlarken tam da buna bakmaya çalıştım. Elbette radyo yayıncılığı alanındaki verilerden yola çıktığı için bir bakıma politikanın alanını genişletse de, sınırlı bir analiz bu.
Disiplinlerarası bir çerçevede bu analizin alanının genişletilmesi çok daha zengin bir tartışma ortaya koyabilir. Ama tekrar altını çizersem, iktidar ilişkilerine bakmak önemli çünkü kanımca, Türkiye'de kurulan hegemonik iktidar dili, sadece Batılı olma hevesine değil, aynı zamanda Batı'ya karşı dirence, bunun çağrıştırdığı mazlumluğa da yatırım yapıyor, ikisini aynı anda dolaşıma sokarak meşruiyet arıyor.
Batılı olmayı kışkırtırken kendi Doğulu ve "aşağı" ötekilerini kurguluyor; Batıya karşı dirençten medet umarken de yeni bir Doğulu "öz" tanımlıyor. Sonuçta Türkiye Batı ile Doğu arasındaki köprüyü bir türlü geçemiyor, belki de kimliğini zaten bu köprüde kuruyor.
Örnekleri çok klişe görünse de, "Batılı medeniyet seviyesine erişmek", "çağdaşlaşmak" ya da "bize özgü geleneklerimizi, kültürümüzü Batı'ya karşı korumak" gibi aynı laflar dönüp dönüp tekrar edilse de, aslında çok karmaşık bir dinamik bu. Yarattığı girdaptan kurtulmak hiç de kolay değil.
Sömürü, yoksulluk, insan hakları ihlalleri, şiddet gibi en hayati sorunlarımızı bu dil içinde düşünmek zorunda kalıyoruz çoğu zaman. "Bize özgü" olanın bu şekilde tanımlanmasını üstlenmek, aslında en eleştirel analizin bile kolay kolay yakasını kurtaramadığı bir sorunu ortaya koyuyor.
Radyo araştırmasında karşıma çıkan arşiv hikâyeleri bana bu açıdan çok çarpıcı geldi. Araştırmaya ilk başladığımda arşivlerin nasıl yok edildiğini öğrenmek büyük bir hüsran kaynağı olmuştu. Ama bir yandan da komik. Sürekli Aziz Nesin hikâyeleri dinliyormuşsunuz gibi...
Neler anlattılar; eski taş plaklar sandığa sığsın diye ikiye kırılarak saklanmış, saat yapılıp evlerin duvarlarına asılmış... Bir yandan da gülüyorsunuz tabii, en başta anlatanların kendisi, yani radyocular, basın yayıncılar bu hikâyeleri anlatırken gülüyor.
Hep aynı mesaj "bizde işler böyle," hatta örtük olarak bana ima edilen, "senin o Batılı kitabi bilgilerin burada işlemez, burası Türkiye!" Bu hikâyeler, tarihselliğin nasıl algılandığı, tarih ve bellek ilişkisine dair de bir kapı açıyor.
Bundan sonra bu konuda daha kapsamlı bir çalışmaya başlamak istiyorum. Şimdilik bu konuyu bir kenara bırakırsak, "bize özgü" olanın Doğu-Batı kıskacında tanımlanması belirleyici geliyor bana. "Biz Batılılar gibi değiliz" lafının hem negatif ama bir yandan da pozitif anlamları var.
Yani sizin de dediğiniz gibi, sadece Şarkiyatçılığın içselleştirilmesi değil, bundan çıkarak belirli bir anlamlandırma haritasının kurulması, tam da bunun üzerine bir iktidar alanının yaratılması Garbiyatçılığın nasıl işlediğine dair ipuçlarını veriyor.
Temel tezlerinizden biri de Garbiyatçı fantezinin sadece Türkiyeli seçkinlerin bir fantezisi olmadığı. BBC Türkçe Servisine ilişkin gözlemleriniz, orada da ötekinin öznelliğine, yani Garbiyatçı fanteziye yer açan bir "sabitlenemeyen farklılık" olduğunu ortaya koyuyor. Sizin ifadenizle "model"in "esas" sahipleri de modelin doğruluğunu ortaya koyabilmek için neyin Batılı, neyin Doğulu olduğuna dair bir sınır idaresi içinde. BBC Türkçe Servisi, bu sınır idaresinde nerelerde bocalıyor?
Garbiyatçı fantezinin Türkiyeli seçkinlerin bir fantezisi olmadığını, buraya özgü bir "saçmalık" olmadığını özellikle vurgulamak istedim.
Çünkü demin sözünü ettiğim hikâyeleri dinleyince en genel tepki, bunu gayet iyi anlamak -çünkü aslında bilmediğimiz bir şey değil- ve aynı önermeyi tekrarlamak olabilir: Burası Türkiye. Hatta birkaç hafta önce Radyonun Sihirli Kapısı'yla ilgili bir yazı çıktı Aktüel dergisinde, başlığı "Türkiye'm, cinnetim." Yani bütün yaşananlar hem büyük bir komedi hem de büyük bir cinnet gibi görünüyor.
Bu kitapta bunun dışına çıkmayı, Garbiyatçılığın nasıl "öteki"nin yerinden konuşmak olduğunu, bu anlamda Şarkiyatçılığa nasıl bir cevap verme, tepki verme pratiği içinde şekillendiğini anlamayı öneriyorum.
Elimdeki kaynaklar yeterli olmayınca, Türkiye'deki radyoyla ilgili bir iki belge bulurum belki diye İngiltere'de Reading'deki BBC yazılı arşivine gitmiştim. Önüme Türkçe servisi ile ilgili dosyalar yığdılar, sonuçta birkaç hafta sabahtan akşama bu dosyaları okudum. Birkaç açıdan çok ilginç geldi bu malzeme.
Bir kere bu kadar çok belgenin saklanmış olması şaşırtıcı geldi, belki Türkiye'deki deneyimlerimden sonra, ikincisi de yazışma belgeleri düşündüğümden çok başka bir dünya çıkarttı karşıma.
Belki de ben kendi Garbiyatçılığımla, İngilizlerden çok daha "rasyonel" ve teknik bir dil bekliyordum, İngilizler, İstihbarat Bakanlığı, Savunma Bakanlığı, Dış İşleri, BBC, hepsi birlikte en başından itibaren Türkçe servisiyle ilgili ne yapacaklarını bir türlü bilememişler.
Bir türlü tatmin edici cevaplar bulunamayan sorular, "Türkleri, Araplarla aynı bölüme mi koysak"tan başlıyor. "Britanya ile yakınlıkları daha az olan" bir ülke Türkiye, çünkü sömürge olmanın tanıdıklığını içermiyor.
Bu yüzden de stratejilerin belirlenmesinde en güçlük çekilen servislerden biri olmuş, BBC'dekilerin de açık olarak söylediği gibi, en çok dalgalanmanın yaşandığı servis olmuş.
İngilizlerin savaş sırasında radyo yoluyla yaptıkları propagandanın en temel unsuru, haberler. "Doğru haber" vererek, tarafsız, nesnel ve bilimsel bir hakikat söylemi yaratmaya çalışmışlar.
Bu arada, bir "hakikat" söylemi oluşturmanın yöntemlerinin bu kadar açık bir şekilde tartışılmış olması da şaşırtıcı geldi. Biz hakikatin bir kurgu olduğunu Foucault'dan yola çıkarak düşünmeye çalışıyoruz, ama bu belgelerde bu kurgunun aşamaları net bir şekilde görülüyor.
Bir belgede "kendimizi 'insancıl' bir ulus olarak öne çıkarmalıyız" cümlesin okuyunca çok heyecanlandığımı hatırlıyorum, üstelik "insancıl" tırnak içinde. Am sonuçta İngilizler Türkiye'ye yönelik propaganda stratejilerini saptarken çok büyük zorluklar yaşamışlar.
Bunun Türkiye'ni savaş sırasındaki "denge politikası"yla ilgili konjonktürel nedenleri var elbette. Ama sadece bu değil. Türkiye'de neyin etkili olacağını bulmak hiç kolay olmamış İngilizler için. "Modern" Türkler kimdir, nelerden etkilenirler, hep bununla ilgili bir bilgi edinmek için uğraşmışlar.
Sonuçta çözüm bilginin, "nesnel hakikat"in alanından çıkıp duyguların alanında bulunuyor, 1941'ten itibaren "iltifat" stratejisi adını verdikleri bir strateji geliştiriyorlar. Türklerin, kendileriyle ilgili duymak isteyecekleri haberleri, kültürel olayları İngiliz bakış açısından vermek.
Bunun açıkça Türkiye'deki Garbiyatçı fanteziye yatırım yaptığını söylemek yanlış olmaz sanırım. Bunu savaştan sonra çok daha açık ifade ediyorlar. Örneğin bir belgede, "Türklerin modern olarak görülme konusundaki şiddetli arzusu"na değiniliyor. Garbiyatçılığa ve ona İngilizlerden gelen onaya verilecek bir başka örnek, Londra'da açılan halkevi.
Türkiye'de halkevlerinin işleyişi bu denli sorunluyken, Londra'da bir halkevi açılması, BBC Türkçe Servisinin de buna yayınında, Türkiye'dekilerin duymak isteyeceği övgülerle yer vermesi bu diyalojik ilişkiyi çok açık gösteriyor. Ancak diyalojizmi mükemmel bir iletişim olarak düşünmek yanlış olur.
Türkiye'deki seçkinler, iltifatlarla yansıtılan Türklük imajından görünürde memnun olsalar da bir türlü yayınları beğenmiyorlar, BBC yayınlarındaki Türkçe'nin doğru bir Türkçe olmadığını iddia ediyorlar vs.
BBC tarafından "Türklerin tipik direnişi" olarak adlandırılan bu tavır, tam da tercüme edilemeyen, İngilizleri hüsrana uğratan, ama bir yandan da Türkiye'deki iktidarın zeminini oluşturan "farklılığın," yani Garbiyatçı öznelliğin alanı.
Milliyetçiliği anlayabilmek için toplumsal cinsiyet ilişkilerine de bakmanın şart olduğu ne zamandır dile getirilen bir şey. Türkçe'de de bu konuda epey şey yazıldı.
Cinsiyet meselesine radyo konuşmaları ve radyo oyunları üzerinden bakıyorsunuz. Radyo konuşmalarında, bedenlerle ve bütün "önemsiz" konularla ilgilenen "anaç" bir otoritenin varlığından, radyo oyunlarında da öznellikleri yok sayılan, "yok kadınlar" dan söz ediyorsunuz. Radyo örneği üzerinden, kadınların milletin hayal edilmesindeki yeri nedir?
Benim ele aldığım dönemde, radyo yayınlarında oldukça naif bir imgelem var, "halk"la, köylülerle ve de özellikle kadınlarla ilgili. Sözünü ettiğim radyo oyunlarında görülebilir bu.
Örneğin Tarihin Kaybettiği Kız oyunu, ki ne yazık ki kaydını bulamadım, naif imgelerle dolu. Radyo dergisinde bu oyunun nasıl görselleştirildiğine bakmak da ilginç, biraz ilkokul rondu gibi.
Bu da radyoda dile gelen Garbiyatçı fantezinin içindeki "ben yaptım oldu" türünden bir çocuksuluğu gösteriyor. Görmek istemediğini gözden uzaklaştırma, çatışmaları, farklılıkları inkâr etme, hayali saf kadınlar kurgulama, her şey var. Bugün radyo ya da televizyondaki kadınlarla ilgili çok daha karmaşık temsillerle kıyaslandığında o dönem temsillerinin gerçekten "yok kadınlar" üzerine kurulmuş olduğunu, yani kadınların öznelliğini yok sayarak kurulmuş olduğunu düşündürüyor.
Ama bu da tesadüfi bir şey değil. Tekrarlanan, belirgin bir özellik. Milletin nasıl hayal edildiğinin içinde bu naifliğin, bu çocuksu "iyimserliğin" ne işe yaradığını, neyi kurduğunu görmek gerekiyor. Milliyetçilik ve kadınlık, hatta modernlik ve kadınlıkla ilgili soruların sadece önemli olduğunu değil, bundan da öte, çok temel, tanımlayıcı meseleler olduğunu düşünüyorum.
Sadece Türkiye'de değil, "Batılı" toplumlar da dahil olmak üzere birçok başka toplumda, modernlik ve milliyetçilik temsillerinin kesişme noktasında, bu temsillerin nasıl cinsiyetlendirilmiş olduğunu görebiliriz.
Kadın/erkek ilişkisinin tasarımından ilham alan bir dizi ikilikle meşrulaştırılıyor bu cinsiyetlendirme, kamusal/özel, doğa/kültür, akıl/beden, gelenek/modernlik vb. Ve kadınsılık sadece kadınlara değil, başka öteki'lere de atfediliyor, yani çeşitli durumlarda işçilere, aşağılanan "ırk" ve etnik kimliklere...
Bunun temelinde, iktidar olan ve kadınları ikincilleştirmeye, ev işlerine, anne rolüne hapsetmeye, yani kadınlığı yeniden düzenlemeye çalışan modern bir cinsiyet rejimi yatıyor. Erkekliğe de yeni bir düzen veriyor bu rejim, ama erkekleri iktidar söyleminin özneleri olarak kuruyor, kadınların edilgin rolüne karşıt olarak.
Tam bu noktada Türkiye'ye baktığımızda, seçkinler kategorisindeki erkeklerin genel hatlarıyla benimsenen yeni cinsiyet rejimi içerisindeki aktif konumu üstlenmekte zorlandığını, örneğin aile babası olmak için nasıl ikna edilmeleri gerektiğini görüyoruz.
Erkeklere yönelik olarak çocuklarla ilgilenmenin, akşam eve gitmenin, hatta evlilik içinde kadınların da, aşkla olmasa bile, "sevilebileceğini" anlatan radyo konuşmaları var.
Tabii çok şey beklememeleri, "lüzumundan fazla büyütülmüş hülyalar" beslememeleri gerektiği söyleniyor: "Mütevazı, temiz, fakat mukaddes yuvalar isteyiniz," deniyor bir konuşmada.
Bu da, tarihsel olarak iktidar ve cinsiyet rejimi ile ilgili burada giremeyeceğim çok uzun tartışmalara yol açıyor bence. Kadınlar ise şöyle tanımlanıyor: "Tam manasıyla kadın olan kadın, tüm duygularını evinin kutsallığından sonraya bırakan kadın "dır, yani cinselliği, istekleri, arzuları olmayan, özne olmayan "yok kadındır."
Ama kadınlar birer özne olarak görülmese de, "bize özgü" olanın hayali bekçileri olarak görülüyorlar, en başta da "milletin anneleri" rolünde. Sonuçta bir yandan "yok kadınları" radyonun kurduğu modernlik sahnesine çıkarmaya çalışırken, bir yandan da kapsayıcı, yol gösterici "anne" figürünün "doğal" ve "içkin" gücüne yaslanan seçkin erkeklerin bölünmüş politik öznelliğini izliyoruz bu örneklerde. Kolayca yoldan çıkabilecek erkeklerin milli terbiyesi "anne"ye bırakılıyor, ama iş kadınlara gelince iki ucu da keskin medeniyet bıçağından söz ediliyor, Batı'yı taklit etmenin kadınlar için çok tehlikeli olduğu söyleniyor, tabii cinsel özgürlük talepleri ve feminizm alanında. Bu açık bir gönderme radyo konuşmalarında.
Radyonun da ilginç bir şekilde anaç bir otorite özelliği kazandığı sonucuna vardım bu örnekleri analiz ederken. Konuşanların çoğu erkek ama radyo kadınsılaşıyor. Bunun bir nedeni herhalde "kitle"ye konuşma fantezisi; sıradanlığın, gündelikliğin, ortalamanın hâkim olduğu kitle kültürüne, seçkinlerin kültürüne karşıt olarak kadınsı bir özellik atfediliyor. Bunu modernizm ve kitle kültürü ilişkisinden de biliyoruz. Ama Türkiye'deki örneklerini edebiyattan bildiğimiz bu temayı, radyo yayıncılığı gibi teknik bir alanda izlemek ilginç.
O döneme ilişkin olarak ifade edilen şeylerden biri de, "Batılılaşma" çabası içindeki diğer ülkelerden farklı olarak sinemanın pek kullanılmadığı. Radyonun da memleketin her köşesine ulaşması için çok çaba harcanmamış belli ki. Hegemonya kurmanın en önemli aracı olan "iletişim," sizce neden hu kadar ihmal edilmiş? Bu bize iktidarla ilgili olarak ne söylüyor?
İletişim ve iktidar temasını tartışırken, kendini hegemonik ve bu anlamda gerçek kılmayı başarmış Batılı bir iletişim fantezisinden söz etmek gerek önce. Birçok "Batılı" düşünür, gerçek iletişimin mümkün olduğu tezinden hareketle yazmış diye düşünüyorum.
Aslında toplumsal sözleşme kuramlarından Habermas'ın iletişim kuramına kadar, bunun izini sürmek mümkün. Bu da kanımca, toplumsal hegemonyanın en önemli unsurlarından biri olarak iş görüyor.
İfade özgürlüğü, bilgi edinme, haber alma gibi haklar temel sayılıyor ve çeşitli ihlaller bu haklar çerçevesinde sorun-sallaştırılıyor. Fantezi diyorum, çünkü toplumun içinde çoğunluk bu haklara sahip gibi görünse de aslında görünürdeki iletişim ağından yapısal olarak dışlanan kesimler yok sayılıyor, bu anlamda haklar ve hukuk temelinde yürüdüğü düşünülen iktidarın işleyişindeki şiddet görünmez kılınıyor.
Medyada ise, BBC örneğinde gördüğümüz "doğru habercilik" anlayışı gibi, izleyici araştırmaları gibi yöntemler bu fanteziyi ayakta tutuyor, ona "gerçeklik" kazandırıyor.
Türkiye'de ise bu anlamıyla bir iletişim fantezisi yok bence, hatta bütün "konuşan Türkiye" laflarına rağmen. Türkiye'deki, hayali bir Batılı göze göre tasarlanmış bir vitrin iletişim.
Sinema örneğini çok iyi bilmiyorum ama radyonun esas olarak dünyaya milletimizin sesini duyuracak bir araç olarak hayal edildiğini söyleyebiliriz. Amaç, dinleyicilere dahil edildikleri, içerildikleri izlenimini vererek onları hegemonyanın içine çekmekten çok, olmayan bir şeyi olmuş gibi göstermek.
Bu yüzden de dinleyici araştırmaları yapılmamış; yayınlar, dinleyicilerin farklılıklarını, isteklerini hesaba katarak tasarlanmamış. Yani insanları iletişime çekmeye, onları bu alanda etkin kılmaya yatırım yapan bir iktidar rejim değil bu.
Yine Türk radyosunda haberciliğin geliştirilmesine önem verilmediğini, haberlerin BBC'dekine benzer bir etkileme aracı olarak kullanılmadığını görüyoruz.
Kitapta Şerif Mardin'e atıfla sözünü ettiğim, 1940'larda öğrencilerin de öğret menlerin de okudukları Türkçeleştirilmiş kitabı anlamadan eğitime devam etmeleri örneği ise, iletişimin vitrin olmasının her halde en çarpıcı, bir o kadar da buruk örneklerinden biridir.
Ama vitrinin hemen yanı başında bir başka yorumlama dizgesi sürüp gidiyor. Buna modern anlamıyla ile iletişim demek mümkün değil. Ama esas mesajlar bu yorumlama pratiğiyle alınıp veriliyor.
Yine kitapta tartıştığım "alaturka müziğin yasaklanması meselesine bakılabilir bir örnek olarak. Hiçbir zaman açık olarak konuşulmuş ve gerekçeleri verilmiş bir yasak değil bu.
"Alaturka," Mustafa Kemal'in bir konuşmasından "ilham" alınarak radyoda yasaklanıyor, yine bir o kadar belirsiz bir süreç içinde radyoya başka bir isim altında geri dönüyor.
Bu yorumlamaların varsaydığı ve ima ettiği, açıkça konuşulmayan başka bir anlamlandırma dizge söz konusu. Türkiye'de konuşulanları sözlük anlamlarıyla anlarsanız başınız belaya girebilir, ama söylenenlerin örtük anlamlarını yorumlamakta ustalaştığımız ölçüde, başka bir hegemoninin ağına takılı kalıyoruz. (AG/BA)
* Radyonun Sihirli Kapısı: Garbiyatçılık ve Politik Öznellik, Metis Yayınları, 2005, 374 s.
** Asena Günal'ın Meltem Ahıska ile yeni çıkan kitabı "Radyonun Sihirli Kapısı" üzerine konuştuğu söyleşiyi aylık kitap ve eleştiri dergisi Virgül 'ün Temmuz-Ağustos 2005, 86. sayısından aldık.
Dergide, Gerçeğin konservesi, Divanü Lugati't-Türk, Okumanın harcıalemleşmesi, yeni polisiyeler başlıklı yazıların yanı sıra son ayda çıkan pek çok kitabın tanıtımı yer alıyor.