“Kadın konuşsa ‘niye konuştun?’, sussa ‘niye sustun?’, yıllar sonra konuşsa ‘niye şimdi?’… Kadın ne yapsa makbul değildir, makbul mağdur bile olamaz.”
Psikiyatrist Arzu Erkan, cinsel istismar ve şiddet yaşayanların en sık karşılaştığı bu suçlayıcı dili böyle özetliyor. Ona göre utanç ve suçluluk kadına değil, faile aittir, fakat binlerce yıldır topluma bunun tam tersi ezberletilmiştir.
Kadınların %30’unun ısrarlı takibe, %15’inin mükerrer cinsel şiddetle karşılaşmasına rağmen %92’sinin yaşadıklarını resmi kurumlara bildirmediği bir ülkede, suskunluğun neden bu kadar yaygın olduğunu anlamak için yalnızca psikolojik değil, toplumsal ve hukuki engellere bakmak gerekiyor.
Erkan’a göre failler “canavar” ya da “marjinal” kişiler değil; çoğu kez “karıncayı incitmez” diye bilinen eşler, dostlar, aile üyeleri…
“Kadınlar seslerinin duyulacağına güvendiklerinde suskunluklarını bozabilir, kendi hikâyelerini yeniden yazabilir” diyen Erkan, ifşaların intikam değil, çoğunlukla yıllar süren bir toparlanma sürecinin ardından mecbur kalınan bir öz savunma olduğunu vurguluyor. Erkan ile sessizliğin nasıl öğretildiğini, ifşaların neden yıllar sonra geldiğini ve toplumsal dönüşüm için neden “kadının beyanı esastır” ilkesine sahip çıkmak gerektiğini konuştuk.
"Damgalanma korkusu kadınları sessizleştiriyor"
Cinsel istismar ve tecavüz yaşayanlara sıkça ‘neden zamanında açıklamadın?’ deniliyor. Sizce mağdurların olayı uzun süre sessiz kalıp ancak yıllar sonra anlatmalarının temel nedenleri nelerdir?
Cinsel şiddetin her türlüsü, özellikle cinsel istismar ve cinsel saldırı gibi ağır travmatik yaşantılar, hem çocuklar hem de yetişkinler için konuşulması son derece zor deneyimlerdir. Ülkemizde kadınların %30’u en az bir kez ısrarlı takibe, %15’i cinsel şiddete mükerrer kez maruz kalmakta ve %49’u bu deneyimleri kimseye anlatamamaktadır. Şiddete maruz kalanların %92’si resmi kurumlara bildirmemekte, çevresine anlatanların ise %39’u destek görememektedir. Bu veriler, suskunluğun ne kadar yaygın olduğunu gösteriyor. Peki, neden yıllar sonra konuşuluyor diye baktığımızda çok sayıda etmenin rol oynadığını görüyoruz.
Peki ilk sırada hangi faktör yer alıyor ve detaylandırır mısınız?
Ben birinci sıraya bir psikiyatrist olarak psikolojik nedenleri değil ataerkiyi yerleştiririm:
Ataerkil düzen, cinsel şiddeti konuşmayı zorlaştıran en büyük etkenlerden biridir. Toplumsal cinsiyet rolleri, ikili cinsiyet sistemini dayatarak çeşitliliği yok sayarak, kadınları edilgen ve itaatkâr bir konuma sıkıştırırken, erkeğin şiddet davranışlarını meşrulaştıran bir zihniyet üretir.
Şiddet faillerini genellikle yakın çevredeki erkekler oluştururken, maruz bırakılanlar sıklıkla çocuk, kadın, LGBTI+, yaşlı, engelliler ve hayvanlardır (Yazı boyunca şiddete maruz bırakılanlar için “kadın” ya da “hayatta kalan”, faillerden ise, “fail” ya da “erkek” olarak söz edeceğim.)
Her ne kadar faile yönelik tutum sergiliyor görünse de toplumun egemen bölümü bir şekilde maruz kalanı suçlayıcı bir tutum sergiler; “o zaten mimli, sen de onun yanına gitmeseydin”, “neden kendini korumadın, bağırmadın?”, “neden şimdiye kadar sustun” ‘’iftira atıyorsun” gibi yaklaşımlar, şiddete maruz bırakılanlarda utanç ve suçluluk duygusu yaratır. Destek görememe, zarar görme, yalnızlaşma, yeniden şiddet görme, damgalanma korkusuyla ve çaresizliğe itilerek konuşmalarını engeller ya da geciktirir.
Failin “canavar” ya da “marjinal” biri olmadığı, çoğu zaman yakınımızdaki kişiler olduğu söylüyorsunuz. Bu çelişkiyi biraz açar mısınız?
Toplum çocuk istismarları için -asla yeterince değil- ancak bir miktar bilinç kazandı. Yani çocuğa karşı yapılan cinsel istismarda faili suçlamak ve çocuğun hakkını teslim etmek konusunda kamuoyunda nispeten güçlü refleks oluştu. Fakat faillerin çocuk, kadın, yaşlı, hayvan dinlemeden “cinsel bir arzu ya da tatmin ya da kendi kontrol edemediği bir dürtü”den dolayı değil, üstünlük kurma, muktedir hissetme, aşağılama, küçük düşürme, eziyet etme, yönlendirme ve kötüye kullanma amaçlı bu cinsel şiddeti uyguladıkları öğrenilemedi.
“Pedofil” deyip, “sapık” değil geçemezsiniz. Failler, toplumun marjinal bir kesimi, canavar, cani diye ayırabileceğimiz kimseler değil. Çoğu pedofil değil, “hasta” değil. Çoğu eşimiz, dostumuz, bir aile üyemiz, “karıncayı incitmez” sandığımız insanlar. Makbul personalarının ardında bir yandan şiddet eylemlerine devam edegelen insanlar. Mesele sevişme sevişememe değil, tatmin edilemeyen cinsellik de değil; mesele meşrulaştırılan erkil şiddet döngüsü! Çocuklara “susma, başına bir şey gelirse hemen güvendiğin birine anlat” diyoruz. “Sözüne inanacağım, seni koruyacağım” diyoruz. Ve gerek hukuki süreç, gerekse kamuoyu desteği, imza, hastag gibi kampanyalarla onarıcı adaletin tesisine uğraşıyoruz. Dünün çocuğu, bugünün yetişkini.
Cinsel şiddete maruz bırakılan kadınlarının tıpkı çocuk istismarındaki gibi dikkate alınması gerekir. Duyulmayan, dinlenmeyen, susturulan, beyanı itibarsızlaştırılmaya çalışılan, silinmeye çalışılan, her şeye rağmen “hayatta kalan” kadınlar konuşmaya ve destek aramaya devam etmezse, bu toplumda çocuklar nasıl konuşacak? İfşacıları ya da onlara destek verenleri hedef gösteren söylemler, platformlar oldukça çocuklar, neyin şiddet olduğunu, konuşmayı, yardım almayı, nasıl bir yol izleyeceğini, nereden kimden öğrenecek? Nasıl cesaret edecek? Kimi kime şikayet edecek? İşte susmak böyle böyle öğretiliyor. Tersini, yani konuşmayı öğrenmesi ve sürdürmesi de işte insanın bazen senelerini alıyor.
Toplumun kadınların yönelik suçlayıcı dili nasıl bir etki yaratıyor? Bu dil kadınların sessizliğini nasıl pekiştiriyor?
Maruz bırakıldığı şiddetle baş başa bırakılmak, susturulmak bu toplumun failliğidir! Utanç ve suçluluğun faile değil kadına ait olduğu kaç bin yıldır kadına ve (fail zihniyet tarafından topluma) ezberletilmiş korkunç bir yalan. Kadın konuşsa “niye konuştun?”, sussa “niye sustun?, yıllar sonra konuşsa “niye şimdi?”… Kadın ne yapsa makbul değildir, makbul mağdur bile olamaz! Buna “mağdur suçlayıcılık” diyoruz.
Örneklerini sıcak gündemde sıklıkla görebildiğimiz üzere bir kadının cinsel şiddeti ifşa etmesi, özel hayatının didiklenmesi, dürüstlüğünün, saygınlığının sorgulanması riskini taşır. Şiddet beyanında bulunan kadınların “erkeğin itibarına” yönelik bir suikast düzenleme olduğu fantezisine sahip pek çok kişi var.
Oysa erkeklerin (o cürümlerine perde) itibarlarını ve iktidarlarını, eril dayanışmaya (bazı kadınlar da burada yerini alır) ve vaktiyle susturulmuş kadınlara borçlu olduğu aşikar. Dahası kadının da bir itibarı olduğu, onurlu bir yaşam peşinde olduğu mevzubahis bile değil!
Kadınlar failden ödünç alınarak kendilerine mal edilen utancı iade etmek ve itibarlarını geri almak için, şiddetin son bulması için konuşmaya devam etmeli. Kaç yüz bin yıllık bu utanç duvarını yıkmak cılız bir sesle mümkün değildir, kadınlar seslerini duyulacağı, güçlenerek çoğalacağı bir çığlık olacağına güvendiklerinde suskunluklarını daha rahat bozabilirler. Böylece kendi hikâyelerini yeniden yazabilirler.
Hukuki süreç ve ifşa mekanizması iyi işlemezse genelde fail hayatına kısa süre sonra kaldığı yerden devam ederken, ifşa eden olması gerektiği gibi desteklenmezse hayatı, geçim kaynağı, ilişkileri kesintiye uğratılabilir. İftiracı, öfkeli, sorunlu, uyumsuz damgası yer.
Üstelik failler cinsel taciz ve saldırılarını bulundukları ortamdaki tüm kadınlara uygulamadığından, bazı kadınlar kendi başlarına gelmediği ya da bir biçimde savuşturabildikleri için, kişinin tacizci olmadığını iddia ederler, “Bana yapmadı, sana yaptıysa sen de istemişsindir”… Bir de çoğunlukla kolayca ispatlanamayan bir el teması, bir öpücük, ısrarlı davranışlar şeklinde bizzat tanığı yoksa ispatı zor olan yöntemler seçer failler. Bu da kadınlara ispat sorulmasına ya da ispatı yoksa güvenilmemesine neden olabilir. O sebeple kadının beyanı esastır ilkesi önemli. Bu nedenlerle, maruz kalanlar yakın çevresi tarafından bile genellikle “konuyu kapatma” telkinleriyle karşılaşır ve susturulur.
Bunu fail ifşa edildiğinde faille yakın ilişki içinde olan, feminist olduğu iddia edilen kadınların dahi yapabildiğine tanıklık ediyoruz. Ama maruz bırakılana doğrudan sözlerle ama ürettikleri içeriklerle şiddeti meşrulaştırdıklarını, yeniden ürettiklerini görebiliyoruz.
Bu, fail aklayıcılık ve mağdur suçlayıcılık “ataerkil pazarlık” içindeki tüm bireylerde görülebiliyor. Güçlü olanla, agresörle özdeşim ne yazık ki farklı biçimlerde karşımıza çıkabiliyor. Bazı erkekler bulundukları iş ortamı ve sosyal çevrede “tacizci”, “sapık” olarak damgalanmıştır. “Sapıktır” ama “iyi insandır”; “iyi doktor”, “iyi öğretmen”, “iyi terapist”, “iyi hoca”, “iyi yazar”, “iyi yönetmen,” “iyi oyuncu”…
Taciz ettikleri kadınların susmaları ya da işten, o ortamdan uzaklaşmaları beklenir. Taciz etmediği kadınlarla işbirlikleri ve dostlukları sürer.
Olan bu ortamlarda arada dahil olup kişinin saldırılarından nasibini alan kadınlara olur. Şöyle bir örnek vereyim yıllar önce bir yemekte, kadın hocam beni bir erkek hoca ile ilgili uyarmıştı “o biraz sapıktır, onun yanına oturma.” Ancak onun “ biraz (!) sapıklığı” ile ilgili tek bir işlem yapmamışlardı.
Üstelik gayet samimi bir diyalog ve akademik işbirliği içindelerdi. Daha o yaşlarda çok yadırgamıştım. Ondan kaç ama bu durumu hepimiz gibi sakla! Hocamın bana öğretmeye çalıştığı buydu, hepsinin yaptığı… “Sapığın” dedikodusunu yapmak ama yüzüne gülmek ve saygı göstermek. İşlere, ahbaplığa devam etmek. Ve yeni gelenin de bu düzene uymasını sağlamak. Bu pek çok kadına tanıdık gelecektir.
Tek tek kadınları uyarmak ve uzak durmalarını söylemek nasıl bir çözüm olabilirdi. Hadi yanına oturmadın, hocan olarak odasına çağırsa, “gelmem, siz koridora çıkın herkesin içinde konuşalım” mı diyecekti kadın öğrenciler. Kaçarak kendini koruyamayan, ya da bir uyaran olmadığından yanına oturan kadınların başına bir şey gelseydi de kimse işlem yapmazdı.
Bu kişi mahalleye dadanan, hatta orada yaşayan bir hırsız olsaydı. Hırsız yakalandığında, kimse özür dileyince affedip yoluna devam etmek istemeyecekti, ya da hırsızı mazur görmeyecekti. Ya da mazur görmenizi beklemeyecekti. Ya çaldığını yerine koyması ya da yasadaki cezasını çekmesi istenecekti.
Hatta bırakın mahalleden uzaklaşmak zorunda bırakmayı, “yakaladığı anda cezasını kendi elleriyle vermek isteyenler” çıkacaktı. Ama çalınan kadınların hayatı olunca, hırsızın hiç suçu yokmuşçasına davrananlarla, suya sabuna dokunmadan ne yapması gerektiğini söyleyenlerle, ya da görmezden gelenlerle dolu ortalık.
"Şimdi ifşa etmek istesem sayısız isim sıralarım"

Siz kişisel olarak da çok sayıda deneyim yaşadığınızı belirtiyorsunuz. Bu tür örnekler suskunluğun nasıl öğretildiğini mi gösteriyor?
Yüzlerce kişisel örnek sayabilirim başıma gelen. Nitelikli istismara da, şiddetin çeşitli türlerine de, cinsel tacize ve saldırıya da çok kez maruz bırakıldım, sonlanmış da değil. Ancak tetikleyici olmaması için “basit” olanları seçeceğim: Öğrenciyken bir yarı zamanlı işte çalışmama vesile olan çok kıymet verdiğim bir erkek hocama, işverenin beni taciz ettiğini söylediğimde tek bir kelime etmedi. Ben işi bıraktım. O kişiyle işbirliğine devam etti. Ben işimden oldum. Korktum. Yapayalnız ve çaresiz hissettim. Aylarca başka bir işte çalışamadım, dış dünyaya ve geleceğe güvenimi yitirdim.
Sürekli tetikte olma halimse hiç değişmedi, malum fırsat vermiyorlar. Fail hayatına ve olasılıkla başka kadınları tacize devam etti. Benimse başka türlü mücadele edecek bilgim ya da gücüm yoktu. Bir başka seferde, dört haftalık bir stajda bir hocanın grubuna düşmüştüm.
Her gün poliklinik ya da vizit çıkışında denk getirip “yemeğe çıkalım” diyordu. Yaklaşık üç katım yaşta ve evliydi. Çok sessiz, sakin, “saygın”, “beyefendi” ve işinde çok iyi biriydi. Çeşitli bahanelerle reddediyordum ama sözlü sınavında o hocadan sınava gireceğim ve beni bırakabilir. Kafayı takıp üç dört kez staj tekrarı yaptırtabilir. Okulum uzayabilir. Reddetmenin yollarını da bilmiyordum. İnsan korkuyor, çekiniyor, ayıp olur sanıyor, konduramıyor. Utanç ve suçluluk içindeydim. Aileme söylesem üzülür diye düşündüm.
Başka arkadaşlara sorsam adım çıkar mı? Neyse birkaç erkek arkadaşından rica etmiştim beni yalnız bırakmayın diye. Başka poliklinikte de olsalar sık sık yanıma gelip yokluyorlardı.
Sekretere yalvararak sözlü hocamı değiştirtmiştim. O da biliyor olmalıydı onun nasıl biri olduğunu. Ama saygın biri!! İşte böyle herkes tarafından bilinir ama el yordamıyla kaçmaya çalışılır. Ben anabilim dalına, dekanlığa, rektörlüğe kadar çıksam, o zamanlar ne değişirdi? Seneler içinde yarıda bırakılan hobi kursları, spor dersleri, çeşitli eğitimler olarak devam etti belli yıllara kadar baş etme yöntemim, pek çok başka kadın gibi. Ama failler o kadar çoktular ve her yerdeydiler ki, nereye kadar kaçacaktık, nereye kadar hak ettiğimiz şeylerden vazgeçecektik.
Şimdi öyle olmaması, bir şeylerin değişmesi, suskunluğun bozulması içindir verdiğimiz mücadele. Şimdi ifşa etmek istesem sayısız isim sıralarım buraya. “Yıllar sonra konuştu” olur adım. Tuzu kuru olmak kolay “hayatta kalan” olmak zordur. Her şeyin bir sırası, bir önceliği, bir doğru zamanı, kişiye göre yolu yordamı var. Ona da kimse değil, hayatta kalanın kendisi karar verir! Kimse kimseye “makbul kurbanlık” borçlu değil.
Demem o ki tacizci olmayanlar da tacizcilerle “dostluklarını” sürdürerek bu değirmene, suskunluk tabusuna su taşımış olmuyorlar mı? Bu kişi(ler) belki mesleğin ilk yıllarında (ya da ilk ne zaman başladıysa tacizleri) hukuki işlemle ya da ifşa yoluyla durdurulabilseydi akademik/mesleki ortamlarda bu kadar güçlenemeyecek, sahte güvenilirlik elde edemeyecek, kararlarda söz sahibi olamayacak, seri saldırganlıklarını sürdüremeyecek, işte o “suikasta uğratıldığı itibarlarını” elde edemeyecekti. Yerine orada olmayı hak eden kadınlar, bu zihniyette olmayan başkaları gelebilecek bu yapılanma ortadan kaldırılabilecekti.
"Bu faillerden ve işbirlikçilerinden yüzbinlerce var"
Bugün sosyal medyadaki ifşaların yaygınlaşmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce bu, onarıcı adalet için bir fırsat mı?
Bugün ifşa edilenlerin iş ve sosyal çevrelerinde birtakım yaptırımların uygulanmasını beklemek, talep etmek bunun içindir. Sosyal medyada yapılan ifşalara keşke gerek kalmasa. Hepimize yeniden belirlenmiş sınırlar ve yeni etik kodlar gerekiyor. Bu bir devrim gibi düşünebilir. Topluma ve her iki tarafa zarar veren bu köhne iletişim biçimleri ortadan kalkarak her varoluştan insana özgür, onurlu ve eşitlikçi bir yaşam vadeden dünya için hepimiz emek vermek zorundayız. Başka seçenek kalmadığında, diğer yollar çıkmaza girdiğinde ifşalar kaçınılmaz.
Kişinin masumiyeti ispatlanana kadar, şiddet uygulama aracı olan pozisyonu askıya alınarak, ortam güvenliği sağlanır. Bu, faile şiddet uygulamak değil, failin de başkaca suçlar işlemesine engel olacak koruyucu bir yöntemdir. Yaptığı eylemin böylesi sonuçları olabileceğini her fail bilmeli ki bu suçu işlemekten kendini alıkoymalı.
Nasıl radar varken ceza almamak için yavaş sürüyor insanlar, bu toplumsal radarı kurmak zorundayız. Kaldı ki failler zaten yaptıklarının bir suç olduğunu ve bedelinin olduğunu biliyor. Sadece bu bedeli kaç bin yıldır ödememenin konforu ile hareket ediyorlar. Hukuki süreçte onarıcı adalete erişebilseydi kadınlar, ifşanın yüküne talip olmazlardı.
"Susmayalım ki bitsin!"
Bu faillerden ve işbirlikçilerinden yüzbinlerce var. Çoğu çok güçlü pozisyondalar. Politik kararlar dâhil her şeyi eril zihniyet yönlendiriyor.
Edebiyat, sanatın tüm dalları, medya, yeni medya bu egemen zihinsel yapının iradesinde. Şiddet görüp travmatize olan, güçten düşürülen, işten, sosyal çevreden uzaklaşarak kendini kurtarmak zorunda kalan kadınların fikirleri, üretecekleri; sesleri, sözleri, yapıtları imha edilmiş oluyor. Ya da bunlara devam edebilmek için birtakım tacizlere boyun eğmeleri bekleniyor. “Yüz vermediği” için, sessiz kalmadığı için, sınavdan geçirilmeyen, akademik kariyeri, işte yükselmesi engellenen, kitabı basılmayan, mobbinge maruz bırakılan, iş verilmeyen, rol verilmeyen, hatta networkü devreye sokarak başkalarının iş vermesine de engel olunan, dışlanan, hayatı kesintiye uğratılan milyonlarca kadın… Susmayalım ki bitsin!
Cinsel şiddet, derin ruhsal yaralar açar. Maruz bırakılanlar, yaşadıklarını zihinlerinde otomatik olarak bastırabilir ya da olayın ciddiyetini ancak yıllar sonra fark edebilir. Özellikle çocuklukta yaşanan istismarlarda daha belirgin olmak üzere, olayın anlamını ve sonuçlarını algılayamayabilir, bu da farkındalığın yıllar sonra oluşmasına neden olur. Ayrıca, failin tanıdık biri olması (ki cinsel şiddet vakalarının çoğunda böyledir), konuşmayı daha da zorlaştırır.
Maruz bırakılan, aile veya sosyal çevreden dışlanma, kendisine inanılmama ya da suçlanma korkusuyla susabilir. Örneğin, ev içi şiddet veya ensest vakalarında, maruz bırakılanlar yıllar sonra konuşabildiklerini, bunun da kadın hareketinin kazanımları ve güçlü bir dayanışmayla mümkün olabildiği görüyoruz. Cinsel travmaları atlatabilmek için onarıcı adalet ve iyi tanıklık gerekiyor.
Onarıcı Adalet
Cinsel travmalarda onarıcı adalet, cezalandırmadan ziyade maruz kalanın iyileşmesini ve toplumsal bağların yeniden inşasını hedefler; failin sorumluluk alması ve zararları telafi etmesi üzerine kurulu bir yaklaşımdır. Örnek işyerlerinde, derneklerde, meslek örgütleri, kurum ve kuruluşlarda cinsiyet eşitliği ile ilgili ve cinsel şiddetle ilgili birimlerin olması, tutum ve politikalarının belirlenmesi, hizmet içi eğitimler düzenlenmesi, cezai yaptırımlar uygulanması onarıcı adalete hizmet edebilir.
İyi tanıklık ise, hayatta kalanın beyanına inanarak, yargılamadan ve destekleyici bir şekilde dinlemeyi ifade eder; bu, travmanın yarattığı yalnızlık ve utanç duygularını azaltarak iyileşme sürecine katkı sağlar. Her iki kavram da, cinsel şiddetin toplumsal ve bireysel etkilerini onarmak için dayanışma ve güveni merkeze alır. Bizim psikoterapilerde yaptığımızda bu iyi tanıklık. Bunun yeri yalnızca terapiler değil elbette, hayatın içi de aynı zamanda. Ne yazık ki burada kat edilecek çok yolumuz var. O nedenle kadınlar konuşmakta zorlanıyorlar.
Yaptığımız bir şiddet araştırmasında* şiddet gördüğünü soru cevap yöntemi ile tespit ettiğimiz üst düzey eğitimli 3.232 kadının, sadece yüzde 7,8’si (273 kadın) “şiddet deneyimini adlandırmaya gelince” “şiddet gördüğünü” açıkça ifade edebilmiştir. Geriye kalanların %92.2’si “şiddet deneyimini adlandırmaya gelince” ya “şiddet görmedim” seçeneğini seçmiş, ya da bir önceki aşamadaki yanıtları ile “çelişkili/yetersiz/eksik/tutarsız” bir ifadede bulunmuştur. Yani bilimsel bilgilerimizle uyumlu bir biçimde şiddetin adını koyabilmek bile bir mesele. Çünkü şiddet insanın zihinsel yapısına ve ruh sağlığına da bir saldırıdır.
Kadınlar hayatta kalabilmek ve travmanın etkilerini geride bırakabilmek, şiddetin nesiller boyu tekrarlamasını engellemek için konuşuyor, kamusal alanda da sesini yükseltiyor, bu şiddet döngüsünü kırmaya çalışıyor. Bu psikolojik olarak sağaltıcı bir gereksinim.
Bazı kanıların aksine ifşa eden ve ona destek olan kadınlar bunu intikam ya da hınç duygusuyla, kolayca yapmıyor. Bu çoğunlukla yıllar süren bir toparlanma sürecinin ardından yapılabilen ve faturası yine kadına kesilse de, bedeli kadına ödetilmeye çalışılsa da, mecbur kalınan bir öz savunma girişimidir. İsyan, öfke buna pekâlâ eşlik edebilir. Üstelik toplumun egemen kesimi tarafından mağdurluğundan iktidar devşirmeye çalışmakla suçlanacağını bile bile…
Çünkü küçük bir çocukkenden beri faili değişse de süregelen ve farklı bir şey yapmadıkça bitmeyecek olan şiddete gücünün yettiği bir yerden “dur” demek istenir. Evet kayıplarının yasını yeni yeni tutabiliyordur. Yeni yeni yol yordam öğrenmiştir. Belki can güvenliğini yeni sağlamıştır.
Dayanışma ağına şimdi erişebilmiştir. Ya da canına tak etmiştir. Evet, failin uykuları kaçsın istenir ki, bir başka kimseye daha bu eziyetleri yapamasınlar. Başka kadınlar da bilsin, kendini korusun istenir. Failin gasp ettiği haklar iade edilsin istenir. Duyulmak, görülmek anlaşılmak istenir. Eşlik edilmek istenir. Dayanışmak istenir. Güvende olmak istenir. Fail ceza alsın istenir, ıslah olsunlar istenir, hakiki bir özür dilesin, bedel ödesin, onarıcı adalet sağlansın istenir. Bundan daha doğal ne olabilir? Faille kurulmuş kaç yüz bin yıllık dayanışmaya olan karşı dayanışmayı (ki bu dayanışma ağı da çoğunlukla hayatta kalanlardan oluşur) linç girişimi olarak addetmek bunca yıllık tarihi ve akademik birikimi hiçe saymaktır.
Daha yakınlarda cinsel ilişkiyi reddettiği için bir kadını öldüren erkeğin, eril yargı tarafından “hafifletici sebep”le ödüllendirildiği, kadına yönelik şiddetin organize bir suç örgütü gibi gerçekleştirildiği, her gün dört kadını katlettikleri, geri kalanların da bitmeksizin şiddet gördüğü bir gerçeklikte, tüm şiddet görenlere yönelik bir psikolojik şiddet, ikincil bir travmadır. “Susun” demektir. “Konuşacaklarınızı duymak ve ittifakımı bozmak istemiyorum”.
Suskun almayı tercih etmek de bir seçim sonuçta...
Adli süreçlerin uzunluğu, delil yetersizliği, haksız tahrik indirimleri veya faillerin güçlü konumda olması, maruz kalanların hak aramaktan çekinmesine yol açar. İstanbul Sözleşmesi gibi çok yönlü koruyucu mekanizmaların uygulanmaması, kadınları korunmasız bırakır. Failin tehditleri, şantajı veya baskısı da suskunluğu pekiştirir. Örneğin, gizlice çekilmiş görüntüler veya ölüm tehditleri, ya da itibar zedeleme davaları vb. tehditler maruz kalanı şikâyetten vazgeçirebilir.
Özetle, maruz bırakılanlar, travmanın etkisi, toplumsal baskılar, suçluluk ve utanç duyguları, yol yordam bilmeme, adli süreçlere güvensizlik ve failin baskısı nedeniyle yıllarca susabilir.
Ancak, “Me Too (benim de başıma geldi)” gibi hareketler veya başka maruz kalanların beyanları, bu sessizliği kırmaya cesaretlendirebilir. Yıllar sonra konuşmak, iyileşme isteği ve dayanışma arayışının, onatıcı adalet arayışının bir sonucudur.
Yıllar sonra konuşulabilenler yıllar sonra da olsa konuşabilenler sayesindedir. Şimdilik suskun kalanlara gelince. Bu kartopu etkisi ile, şimdi suskun kalan, dayanışma ile dalga dalga büyüyen bu onarıcı adalet mücadelesini gözlerken ruhsal ve donanımsal olarak güçlenen birçok “hayatta kalan” zamanı geldiğinde konuşabilecek.
Ama kendine ifade ederek, ama bir yakınına, ama terapistine, ama hukuk mücadelesinde, ama kamusal alanda ifşa ile. Kendi ritminde ve zamanında, kendisi için en iyisi olacak şekilde. Dinleyecek, itibar edecek, iyi tanıklık edecek birilerin olduğunu bilerek…
YARIN: Arzu Erkan yanıtlıyor: Yoğun utanç, suçluluk, kabuslar ve tetiklenmelerle yaşayan hayatta kalanlar için hangi psikolojik yöntemler ve terapiler en etkili oluyor?

Erkek Şiddeti Çetelesi
(EMK)












