Dünya barışına dair süregelen tartışmalar, çatışmaların derinleştiği ve çözüm yollarının karmaşıklaştığı günümüzde her zamankinden daha büyük bir önem taşıyor.
Ancak barışa giden yol, yalnızca silahların susmasıyla değil, toplumsal iyileşme ve adaletin sağlanmasıyla mümkün. Bu noktada, kadınların barış süreçlerindeki rolü giderek daha çok dikkat çekiyor, önem kazanıyor.
Birleşmiş Milletler'in kadınlara yönelik şiddet konusunda eski özel raportörü emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Yakın Ertürk ile 1 Eylül Dünya Barış Günü vesilesi ile bir araya geldik.
2009-2013 yılları arasında Avrupa Konseyi İşkenceyi Önleme Komitesi'nde görev yapan Prof. Dr. Ertürk, dünyadaki çatışma ve barış süreçlerini yakından takip eden alanındaki en önemli isimlerden.
Söyleşimiz boyunca, Guatemala’dan El Salvador’a, Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nden (DKC), Afganistan, Gana ve hatta Türkiye’deki barış-çözüm süreçlerinden örnekler veren Prof. Ertürk, "Barış, silahlı çatışmanın sona ermesinden ibaret değil” diyor.
“Asıl kritik olan mesele, eşitsizlik ve kutuplaşmaların giderilmesi, yaraların sarılması ve adaletin sağlanmasıdır” diye vurguluyor.
Prof. Dr. Ertürk’e göre, kadınların savaşta oynadığı aktif roller, barış sürecinde yeterince değerlendirilmese de Türkiye’deki çözüm süreci, kadın hareketine geri dönüşü olmayan kazanımlar sağladı.
Kalıcı bir barış için bir eğitim modeli önerir misiniz sorumuza da yanıtı net:
“Barış kültürünün yerleşmesi, eğitimin politik ve katılımcı bir süreç olarak ele alınmasını gerektirir.”
Prof. Dr. Ertürk’ün, bunun için de bir de kitap önerisi var: Ezilerin Pedagojisi
“Asıl mesele adaletin sağlanması”
Barış süreçleri genellikle karmaşık ve uzun soluklu olur. Sizce, barış sürecinin en kritik aşamaları nelerdir? Bu aşamalarda en sık karşılaşılan zorluklar neler oluyor?
Barış süreçlerinin karmaşık ve uzun soluklu oluşu günümüz çatışmalarının karmaşıklığından kaynaklanmaktadır, zira artık savaşlar cephede değil arka bahçemizde yaşanıyor.
Her barış sürecinin hikayesi farklı olmakla birlikte, yabancı ülke hegemonyası, kemikleşen suç şebekeleri, silahlanma, genelleşen şiddet, işlevsizleşen kurumlar, ekonomik alt yapının tahribatı gibi birbiriyle iç içe geçmiş sorunlar çatışma bölgelerini karakterize eder.
Bu sorunlar, savaşan grupların silahsızlandırılmasından siyasi, ekonomik, adli ve sivil toplum kurumlarının yeniden inşasına kadar çeşitli aşamaları kapsar ki bunlar barış sürecinin göreli olarak daha teknik ve kolay boyutları olarak düşünülebilir.
Asıl kritik olan mesele toplumun farklı kademelerini farklı biçimlerde etkileyen siyasi ve silahlı çatışmanın derinleştirdiği eşitsizlik ve kutuplaşmaların giderilmesi, yaraların sarılması ve insanlar arası güvenin ve adaletin sağlanmasıdır.
Uzmanlar barış süreçlerini genelde diplomasi dilinden alınan “aşama” (track) yaklaşımıyla ele alırlar.
Bugün yaygınca baş vurulan “çok yönlü aşama” yaklaşımı (multitrack system) toplumun farklı düzeylerinde diyalog, müzakere ve arabuluculuk girişimleriyle mutabakat sağlamayı amaçlar.
Her ne kadar kuramsal anlamda oldukça etkili yöntemler geliştirilmiş olsa da pratikte, ne yazık ki, çoğu barış süreci egemen güçlerin de etkisiyle öncelikle silahların susması ve tarafların masaya oturmasını önceleyen teknik bir meseleye indirgenmektedir. Göreli olarak başarılı olan barış anlaşmaları dahi yeterince uygulanamamaktadır.
Bir örnek verir misiniz?
Literatürde başarılı bir barış süreci olarak gösterilen Guatemala’da 1996 yılında imzalanan barış anlaşması yasadışı silahlı grupları, suç şebekeleri, egemen sınıf çıkarları ve zayıf siyasi irade nedeniyle gerek savaş öncesi sorunlar gerekse savaş suçları açısından adaleti tam olarak sağlayamamıştır.
Şiddet kültürü özellikle kadınların karşılaştığı çoklu şiddet biçimlerini daha da ağırlaştırmıştır. Guatemala El Salvador’dan sonra dünyada en yüksek kadın cinayeti oranlarına sahip.
“Barış, silahlı çatışmanın sona ermesinden ibaret değil”
Toplumsal barış, sadece çatışmanın sona erdirilmesi anlamına mı gelir? Yoksa toplumsal barışın daha derin anlamları ve işlevleri var mı?
Az önce örnek verdiğim Guatemala örneğinin açıkça gösterdiği gibi barış silahlı çatışmanın sona ermesinden ibaret değil.
Galtung (1964) negatif ve pozitif barış ayrımını yaparak savaşın ya da şiddetli çatışmanın yok olmasından ötede doğrudan sistematik şiddetin olmaması durumuna işaret eder.
1990’lara gelindiğinde Galtung güç kavramını kuramına dahil etmiş ve olumlu ve olumsuz barışı etkileyen gücün kültürel, ekonomik, askeri ve siyasi olmak üzere dört boyutunu tanımlamıştır. Bu ayrım özellikle kadınların savaş/barış deneyimleri açısından çok önemli.
Sadece savaşın olmaması olarak görülen barış, kadına yönelik şiddetin sona ermesi anlamına gelmemekte, bu da kadınlar için barışa geçiş sürecini özellikle karmaşık ve zorlu hale getirmektedir.
Ancak, ana akım yaklaşımlarda barış ve savaş konularını birbirinden kopuk ikili karşıt (binary opposites) olgular olarak ele alma eğilimi vardır.
Hatta, kadın barış hareketinin önemli bir zaferi olan BM Güvenlik Konseyi 1325’nolu (ve diğerleri) Kadın, Barış ve Güvenlik (KBG) kararı büyük ölçüde savaş / barış ikililiğini yansıtır. Barışın basitçe savaşın yokluğu olarak görülmesine karşı çıkan feminist bakış açısı ise bu yaklaşımın özellikle barış süreçlerinde kadına yönelik şiddetin seçici bir biçimde ele alınmasına yol açacağına dikkat çeker.
Ana akım literatürde, yaygın olan savaşta seçici bir şekilde kadına yönelik cinsel şiddete odaklanma eğilimi GK’nin KBG kararlarında da görülmektedir.
Özellikle 1325 nol'u karar sonrasındaki kararlar ağırlıklı olarak cinsel suçlara odaklanarak şiddetin akışkanlığı ve kesişimselliğini göz ardı etmiştir ve KBG gündemi açısından bölücü / parçalayıcı bir etki yaratmıştır. Oysa, kadın hakları bağlamında herhangi bir özel baskı / şiddet biçimine karşı mücadele diğer hak / adalet mücadelelerinden bağımsız düşünülemez.
Dışlanmış sınıf ve etnik gruplar için de benzer durumlar geçerli olsa da bir kategori olarak toplumsal cinsiyet bunlardan farklı olarak toplumsal ilişkileri tümüyle keser ve toplumun her alanına nüfuz eder.
Ataerkil cinsiyet yapılanmasında tabi kılınan kadının gündelik yaşamda maruz kaldığı şiddet barış / savaş durumları arasında akışkanlık ve süreklilik (continuum) gösterirr. Kadınların farklı durumlarda yaşadıkları baskı ve şiddet esasında birbiriyle ilişkilidir ve benzer dinamiklerden beslenir, güç ilişkileri içinde oluşur ve temsil edilir.
Savaş sırasında olağanlaşan ve hiçbir sınır tanımayan tecavüzler, gerek kamusal gerekse özel alanda kadın-erkek eşitsizliğini ve kadına yönelik zulmün boyutlarını tam anlamıyla çarpıtır ve derinleştirir. Dolayısıyla, barış / savaş ikililiği kadınların yaşam pratiği açısından çok da anlamlı ve açıklayıcı değildir.
"Kadınlar sadece mağdur değil barışın destekleyicisi"
Kadınların farklı rolleri barış süreçlerinde yeterince değerlendiriliyor mu?
Ayrıca, şunu da vurgulamak gerekir ki, barış süreçlerinde kadınları savaşın mağdurları olarak tanımlayarak koruyucu yöntemlere başvurmak da toplumsal cinsiyet adaletini kökünden zedeleyen bir etki yaratmaktadır.
Bu yaklaşımlar, toplumsal cinsiyeti özcü bir anlayış içinde algılar ve yalnızca bir değişken olarak ele alır. Kadın olma halinin ya da kimliğinin karmaşık, çoklu ve ilişkisel kuruluşu ve savaş zamanı yaşanan şiddetin savaş öncesi mevcut cinsiyet rejimiyle ilişkisi göz ardı edilir.
Ataerkil cinsiyet rejimlerinin farklı zaman ve mekanlarda başka eşitsizlik sistemleriyle kesişmesi kadınları farklı şiddet türlerine maruz bırakacağı gibi savaş sürecine de farklı biçimlerde mobilize olmalarına da neden olmaktadır.
Böylece, kadınlar savaşın mağduru, destekleyicisi ve aktif katılımcısı olabilmektedirler. Kadınların bu farklı rolleri barış sürecinde yeterince değerlendirilmemektedir.
Örnek verir misiniz?
Örneğin, El Salvador çatışmasında, sol muhalif grubun (FMLN) lojistik desteğinin yüzde atmışı, savaşçıların yüzde otuzu ve askeri liderliğin yüzde yirmisi kadınlardan oluşmaktaydı. Ancak, FMLN'de aktif rol oynayan kadınlar barış sürecinin büyük ölçüde dışında kaldılar.
Birkaç üst düzey kadın FMLN üyesi müzakerelerin tüm aşamalarına katılmış olsa da bu kadınların toplumsal cinsiyet eşitliğini savunmaları FMLN'nin Marksist/sınıf çıkarlarına bir tehdit olarak görüldü ve susturuldular.
O dönemde, kadın hareketi toplumsal cinsiyet eşitliği için etkili bir baskı yapabilecek konum ve yapıda değildi. Ancak, savaşta oynadıkları aktif role karşın barış sürecinde dışlanmaları kadınları feminist bir bilinçlenmeyle farklı bir cephede yeni bir savaşın içine sokmuştur.
Teknik anlamda barış içinde olan Gana aksi yönde bir örnek oluşturuyor. “Barış” içinde olan Gana’da kadınların yaşam pratiğini ancak savaş sözcüğü karakterize edebilir.
Bazı olumlu yasal düzenlemelere rağmen kadın ve kız çocuklarına yönelik çok yönlü şiddet toplum genelinde yaygın. Kız çocukları aile ortamında cinsel tacize uğramakta ve çocuk yaşta evlilik, emek sömürüsü, ritüel kölelik, kadın sünneti gibi uygulamalara maruz kalmaktalar.
Dul kadınlar mirastan yoksun bırakılmakta ve büyücülükle suçlanan kadınlar ailelerinden ve evlerinden vahşice uzaklaştırılarak özel kamplarda sürgün hayatı yaşamaya terk edilerek yokluk ve onur kırıcı bir hayata mahkûm olmaktadırlar.
Gana’da kadınlar açısından barış söz konusu değil, silahlı çatışmayı tetikleyebilecek tüm veriler mevcut olsa da “barış” içinde olan Gana uluslararası gündemin dışında kaldığı için kadınlara yönelik savaş da gölgede kalmıştır.
Burada örnek olarak verdiğim El Salvador ve Guatemala barış süreçleri GK 1325 nolu karardan önce gerçekleşmiştir.
Bu karar kadının karar süreçlerine katılımını ve toplumsal cinsiyet bakış açısının barış süreçlerine entegre edilmesini ön görse uygulama oldukça çelişkili. Uluslararası normların önemi yadsınamaz.
Ancak, kadın hakları meselesi -savaşta ya da barışta- normatif olmaktan ziyade siyasidir. 2000 öncesi konjonktürde kadın hakların uluslararası düzeyde siyasi desteğe sahip öncelikli bir gündem olması Guatemala barış sürecine olumlu bir biçimde yansımıştır.
Afganistan ve Demokratik Kongo Cumhuriyeti barış süreçleri ise 1325’den sonra gerçekleşmiş olmalarına rağmen bu dönemde insan hakları ikliminin tersine dönmüş olması KBG ilkelerini zora sokmuştur.
2020’de kaleme aldığım bir makalem, 1325 öncesi (El Salvador ve Guatemala) ve sonrası (Afganistan ve Demokratik Kongo Cumhuriyeti) gerçekleşen barış süreçlerini karşılaştırarak siyasi ve güç dinamiklerinin etkilerini irdelemektedir (Bakınız: “The Political Economy of Peace Processes and the Women, Peace and Security Agenda”. Conflict, Security & Development Journal. 20/4: 419-439. (DOI: 10.1080/14678802.2020.1790211)
Sonuç itibariyle, barış / savaş ikililiğini kadın pratiği açısından anlamsız bulan feminist barış anlayışı ulusal güvenliğin sağlanması ve silahların susmasının ötesinde insan hakları, yaşam güvenliği ve şiddetin engellemesinin önemini vurgular.
Bu bağlamda, barış savunuculuğu, şiddete bir alternatif olduğu ve şiddeti ve yıkımı besleyen ana akım söylem ve kurumların, şiddet içermeyen alternatiflerin benimsenmesiyle kademeli olarak değiştirilebileceği inancına dayanır. Tabii, böyle bir anlayışı besleyecek toplumsal eğilim ve siyasi irade varsa!
"BM'nin kuruluş ilkelerinden biridir barış"
Geçmişteki barış süreçlerine baktığınızda, genellikle neden başarısız olduklarını gözlemliyorsunuz? Bu süreçlerin başarısız olmasının temel sebepleri nelerdir?
Bilindiği üzere, büyük yıkımlara neden olan iki dünya savaşından sonra kurulan BM’nin üç kuruluş ilkesinden birisidir “barış”.
Soğuk savaş ortamında büyük ölçüde raflarda kalan bu ve 1948 İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi hedefleri 1992 Barış Gündemi (An Agenda for Peace) ve 1990'ların BM Küresel Konferansların yarattığı sinerji dünyanın dört bir köşesinde insanları harekete geçirerek ulusötesi insan hakları hareketlerine ve bireysel egemenliğe saygı duyma kültürüne ivme kazandırdı.
Ancak, bu dönem, aynı zamanda, kimlik çatışmaları ve iç savaşlara da sahne olmuştur ve 1990’ların sihri uzun sürmedi.
9 Eylül 2001’de ABD’de İkiz Kuleler’e yapılan saldırılarla yeni bir döneme girildi. Bu saldırılarda görüldüğü gibi devlet-dışı odaklar artık kitle imha silahlarına rahatça erişebilecek güce kavuştular ve şiddet devlet tekelinden çıktı.
Soğuk savaşın devlet güdümündeki ideolojik kutuplaşmaları yerini çatışmaların niteliğinin değiştiği ve süreklilik kazandığı yeni bir evreye bıraktı.
Birleşmiş Milletler kaynaklarına göre, iç savaşların doruk noktaya eriştiği 1993 yılında 42 ülkeyi içeren 55 silahlı çatışma yaşanmış, bunların en şiddetli olanları Doğu Avrupa, Orta Asya ve Afrika’da olmuştur.
Bugün dünyanın çeşitli yerlerinde farklı büyüklükte ve yoğunlukta sürmekte olan silahlı çatışmalar bir “üçüncü dünya savaşı” ihtimali üzerine tezleri de kızıştırmıştır. Kanaatimce zaten zaman zaman içine farklı aktörleri çeken uzun soluklu bir üçüncü dünya savaşı içindeyiz, sadece niteliği ve teknikleri farklı.
İşte, bu karmaşık çatışma ortamında çözüm üretmek için geliştirilen barış süreçleri çok taraflı aktör ve çok yönlü sorunlarla baş etmek zorunda.
Bu denli iddialı bir uğraş, barış süreçlerini teknik bir mesele olarak gören bürokratik anlayışa bırakıldığı sürece sonuç beklentilerin gerisinde kalacaktır.
Kalıcı bir barış için yaşam güvenliğinin müzakerelerin merkezine alan ve insanın ve doğanın gelişimine özen gösteren bir anlayış gerekir.
Barış süreçlerinin istenilen sonucu verememesinde ön plana çıkan birkaç faktöre fazla detaya girmeden değinmek isterim.
Her ne kadar bunlar benim kendi çalışmalarımdaki gözlemlerime dayansa da sanırım tüm barış süreçleri için geçerlidir. Az önce referansını verdiğim makalede bu konu daha etraflıca ele alınmaktadır.
“Dış güçlerin müdahalesi, barış süreçlerini olumsuz etkileyebilir”
Barış süreçlerinde taraflar arasındaki güven nasıl inşa edilir? Güven eksikliği, süreçleri nasıl sekteye uğratır?
Barışın toplumsallaşabilmesi ve çatışmanın taraflarının acı ve kuşkularının giderilebilmesi tüm toplumun katılım ve desteğini sağlayan şeffaf bir barış süreciyle ancak mümkün.
Bunun için, çatışmanın öznelerinin seslerini duyurabildikleri, konuyla ilgili bilgi ve tecrübe sahibi kişilerin yeterli kaynakla donatılarak katkı yapmalarını mümkün kılacak bir barış planı gerekmektedir. En az bunun kadar önemli olan barış hedeflerinin uygulamada feda edilmemesidir.
Buna karşılık, resmi barış süreçlerinin çoğu kapalı kapılar ardında, güç odakları ve teknokratlar tarafından gerçekleşme ve gerek çatışmanın özneleri gerekse çatışma çözümü konusundaki birikimler sürecin dışında kalmaktadır.
Yıllardır barış ve savaş konularında örgütlenen küresel ve ulusal düzeydeki kadın hareketlerinin deneyimine başvurma yönünde çok başarılı örneklerin olduğu söylenemez.
1990’larda kadının insan hakları paradigmasının yükselen değer haline gelmesiyle kadınların barış süreçlerine katılımları konusunda bazı farkındalıklar oluştu. Örneğin, daha önce de değindiğim 1990 ortalarında gerçekleşen Guatemala barış süreci sivil toplumun katılımı için alan açtı ve kadınların konumu ve rolü konusunda ilerici bir yaklaşım izledi.
Özellikle yerli kadınların toplumsal konumlarının ve yaşam koşullarının yeniden düzenlenmesine ilişkin önemli önlemler barış anlaşmasında yer aldı.
Daha önce de vurguladığım gibi, çoğu barış sürecinde uzun vadeli kalkınma, adalet ve insan haklarına ilişkin hedefler uygulama sırasında kısa vadeli siyasi hedeflere feda edilmektedir. Guatemala’da da masadaki dinamizme, anlaşmaların ilerici niteliklerine ve sivil toplumun özellikle kadın hareketinin barış sürecini sahiplenmiş olmasına rağmen, hedefler birer vaat olmanın ötesine gidemedi.
Bununla birlikte, barış sürecinin getirdiği olumlu ortam yerli nüfusun ve kadınların güçlenmesine katkı yaptı ve mücadele kapasitelerini olumlu yönde etkiledi. Bugün, Guatemala’da güven ortamının sürekliliği ve adaletin sağlanması yönünde küçük adımlarla da olsa kayda değer gelişmeler gerçekleşiyor.
Diğer taraftan, Afganistan ve Demokratik Kongo Cumhuriyeti örneklerinde çatışmanın önemli tarafları müzakere süreçlerinden dışlanmış olması şiddetin tekrar tekrar nüksetmesine zemin hazırlamıştır.
Bölünmüşlük ve güvensizlikle karakterize olan her iki ülkede de ilk barış anlaşmasının imzalanmasını yeni müzakereler ve anlaşmalar ve Güvenlik Konseyi’nin bir biri ardına aldığı kararlar devam etmiştir.
Dış güçlerin ve uluslararası kuruluşların barış süreçlerine müdahalesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu müdahaleler süreci olumlu mu olumsuz mu etkiliyor?
Genelde günümüz çatışmaları yerel iç savaşlar ya ada ikili çatışma şeklinde cereyan etse de savaşlar nedenleri ve sonuçları bakımından coğrafi olarak sınırlı değildir.
Mekânsal ve yapısal olarak birbirine kenetlenmiş ekonomik ve siyasi çıkarlar savaşları tetiklemekte, bu da savaşı yaşayanlarla kışkırtanların çoğu durumda aynı olmadığını gösteriyor. Savaşın sınırlarının ve suç ortaklarının bulanıklaşması, dikkatleri ülke dışı yükümlülük ve hesap verebilirlik konularına çekmektedir.
Çatışmaların ülke dışı boyutları, sivillerin ve radikal grupların katılımı, terörizmin ve terörle mücadelenin varlığı, diyalog ve hesap verebilirliği sekteye uğratma eğiliminde olup, çatışmaların çözümünü ve barışın inşasını izlemekle görevli olan BM gibi çok taraflı sistemi etkisiz hale getirmektedir. Benim incelediğim çatışma bölgelerinde dış güçlerin müdahalesi gerek savaşlarda gerekse barış süreçlerinde ortak özellik taşıyor.
Örneğin, çok aktörün yer aldığı DKC’deki savaş –sadece dahil olan devletlere vurgu yapmak amacıyla– “yedi-ülkeli savaş” olarak kaynaklara geçmiştir. Benzer örüntüler gösteren Afganistan’da jeopolitik unsurlar süper güçlerin müdahalesi açısından daha da karmaşık bir yapıya sahip.
Ülkenin yakın tarihine damgasını vuran 1979 Sovyet işgaliyle başlayan dış müdahale, 2001’de ABD öncülüğündeki işgalle devam etmiştir.
Keza El Salvador ve Guatemala iç savaşlarında doğrudan ABD müdahalesi söz konusudur. İroniktir ki, savaşları tetikleyen dış güçler, kendi çıkarları doğrultusunda barış süreçlerine de müdahil olmaktadırlar.
Barış süreçlerinde müzakerelerin ilerleyebilmesi için genelde BM gibi çok taraflı örgütlerin desteğine ihtiyaç vardır.
Ancak, süper güçlerin “görünmeyen” elleri çok taraflı diplomasinin tarafsızlık potansiyelini olumsuz etkilemekte ve bu örgütlere olan güveni de zedelemektedir.
Dış güçlerin müdahalesi, iç siyasette barış ve uzun vadeli kalkınma için ortak vizyonun sağlanamaması gibi faktörler barış süreçlerini etkisiz kılabiliyor. Bunlar kuşkusuz ciddi sorunlardır.
Ancak çatışan tarafları ortak bir diyalog ve müzakere ortamına getirebilen barış süreçlerinden vazgeçmek için bir neden olmamalıdır.
Barış süreçlerinin siyasi sürece dahil olmak için sağladığı ortam olmadan, ilgili tarafların, özellikle de kadınların ve haklarından mahrum bırakılmış diğer grupların başvurabilecekleri bir merci bulunmamaktadır.
Daha öncede ifade ettiğim gibi bu bir mücadele alanıdır. Ekonomi politik dinamikler nedeniyle barış süreçlerinin doğasında var olan çelişkilerle yüzleşilmesi ve bunların iyi bir şekilde yönetilmesi gerekiyor. Bunun için, ise ilgili tüm aktörlerin (sivil toplum, savaşın mağdurları, kadınlar vs) sürecin tüm aşamalarında yer almaları için sınırların zorlanması gerekiyor.
Kadınların barış süreçlerindeki rolü ve barışa katkıları üzerine ne düşünüyorsunuz? Bu konuda ne gibi bir uluslararası normatif çerçeve bulunuyor?
Kadınların barış süreçlerine katılımları yönündeki gündem genelde iki alternatif paradigmadan türemiştir: özcü (essentialist) paradigma ve toplumsal inşacı (constructıonist) paradigma.
Birinci yaklaşım kadınların doğaları gereği barışçıl olduğu tezine dayanır ve bu nedenle barış sürecini olumlu etkileme potansiyeline sahip oldukları savunulur.
Toplumsal inşa paradigması ise kadın ve erkek kimliklerinin toplumsal olarak kurulduğu sayıltısından (assumption) hareket eder ve kadınların genel olarak iktidar ve güvenlik sektörüne olan mesafelerinin onlara olaylar karşısında egemen değerler dışında tepki geliştirebilme olanağı sağladığını ileri sürer.
Benim bakış açım toplumsal inşa paradigmasına daha yakındır. Kadınlar, farklılıklarından ve bastırılmış toplumsal konumlarından kaynaklanan hassasiyetleriyle barış sürecine yeni açılım getirebilirler. Bunun da ötesinde kadınların adil bir barışta kişisel çıkarları olduğu kanaatindeyim.
Gerek Türkiye’de gerekse dünyada artan şiddet ve çatışma ortamı düşünüldüğünde küresel kadın hareketinin en can alıcı gündem maddelerinden birisinin barış, savaş ve güvenlik olması şaşırtıcı değil.
Esasında barış konusu kadınlar için her zaman öncelikli olmuştur ve uzun bir tarihe sahip olan kadınların barış hareketi hem uluslararası hem de ulusal düzeyde kalıcı ya da geçici (ad hoc) örgütlenmelere sahne olmuştur.
Bunlar içinde, bugün hala aktif olarak faaliyet gösteren Kadınların Uluslararası Barış ve Özgürlük Birliği (WILPF), 1915 yılında baskı ve sömürüye karşı dünya çapında kadınları bir araya getiren bir sivil toplum örgütüdür.
Küresel kadın hareketinin yıllardır kadınların savaş ve barış süreçlerine ilişkin görüş ve taleplerini uluslararası düzeye taşımalarının bir sonucu olarak BM bünyesinde iki önemli normatif gelişme oluşmuştur: 1998 Uluslararası Ceza Mahkemesini (UCM) Kuran Roma Statüsü çatışmalarda kadına şiddet ve tecavüzleri insanlık suçu olarak tanımladı ve UCM’de yargı kapsamına aldı; 2000 BM GK 1325 nolu Kadın, Barış ve Güvenlik kararı (toplam 10 KBG kararı bulunmaktadır, sonuncusu 2019 tarihli). Bu gelişmelerle BM’nin barış konusundaki işbirliği ağı genişlemiş oldu.
BM sisteminin en etkili kurumları olan GK ve UCM’nin kadın bakış açısına açık hale gelmesi, BM’nin kuruşundan bu yana cinsiyet eşitliği konusundaki kurumsal ağı epey genişlemiştir.
1990’lı yıllarda tecavüzün kasıtlı bir savaş stratejisi olarak kullanıldığı Yugoslavya ve Ruanda savaşlarının yarattığı infial bu gelişmeler açin itici bir güç olmuştur.
Feminist araştırmacılar ve aktivistlerin gittikçe daha fazla odaklandığı çatışma ve cinsler arası ilişki konusu tarihsel olarak üstü kapalı kalan, savaş analizlerinde ve barış girişimlerinde gözardı edilen bir konuyu görünür kıldı ve tarih boyunca savaşın görünmeyen ve kaçınılmaz ‘enkazı’ olarak düşünülen kadınlara yönelik şiddet vakalarının gündem konusu olması, uluslararası kadın hakları rejiminin kapsamını genişletti.
GK KBG kararlarının iki aşamalı amacı bulunur: karar verme sürecinin her evresinde ve güvenlik kurumlarında kadınların temsil oranını arttırmak ve toplumsal cinsiyet bakış açısını barış süreçlerine entegre etmek.
24 yıllık tecrübe ikinci amaç konusunda istenilen sonuca ulaşılamadığını, KBG kararlarının daha çok kadın temsili konusunda başarı sağladığını gösteriyor.
GK kararları bazı haklı eleştiriye maruz kalsa da kabul etmek gerekir ki, GK gibi BM’nin asli ve “yüksek siyaset”le özdeş bir organının kadın, barış ve güvenlik konularında bir dizi karar almış olması küresel kadın hareketi açısından küçümsenmeyecek bir zaferdir. Bu kararların güvenlik sektörüyle BM kadın hakları gündemi arasında daha sistematik bir ilişkinin kurulmasını mümkün kıldığı ve cinsiyet eşitliği mücadele alanını genişlettiği muhakkak.
GK KBG kararının uygulanmada etkisini arttırıcı ve yol gösterici bir husus, barış süreçlerinde feminist gündemi ve kadınların barış deneyimlerini göz önünde bulundurarak barışın her evresinde ataerkiyi zayıflatacak ve kadınları güçlendirecek düzenlemeleri devreye sokmak olmalıdır.
Kadınların barış sürecine dahil edilmeleri doğrultusundaki talepler bu çerçevede anlam kazanır. Aksi taktirde kadın temsilini arttırmak gibi sınırlı bir düzeyin ötesine gidilemez.
Yaşanan barış süreçlerine baktığınızda hangi dersler çıkarılabilir? Türkiye özelinde, barış sürecinin daha başarılı olabilmesi için neler yapılmalı?
Türkiye’de 2013’te ilan edilen “çözüm” süreci silahlı bir dönemin bittiği ve barış için tarihi bir fırsatın yakalandığı ümitlerini yeşertti, ancak, bu iyimserlik kısa sürdü.
Resmi düzeyde başlatılan barış süreci tıkanmış olsa da bu girişim özellikle kadın barış hareketinin güçlenmesine ve bu alanda çalışan akademisyen ve sivil toplum kuruluşlarının kayda değer deneyimler kazanmalarına meşru bir ortam yarattı.
Bunlar geriye dönüşü olmayan, geri alınamayan kazanımlardır. Gerçi, barış bildirgesi davasını düşünecek olursak ironik bir durum ortaya çıkıyor. Sistemin çözüm süreciyle cesaretlendirdiği barış talepleri döndü dolaştı sistem tarafından terör yasaları çarptırılarak bir suça dönüştürüldü. Bu da Türkiye’deki günümüz resmi siyasetinin bir zaafı ya da cilvesi olsa gerek.
Kısa süren çözüm sürecini kadınlar etkili bir biçimde kullandılar. Geniş katılım sağlayacak toplantılar düzenledi, barış sürecini izlemek amacıyla gözlem heyetleri ve taraflarla görüşmek ve kadınların taleplerini akil insanlar heyetine iletmek amacıyla temas heyetleri kuruldu ve medya yoluyla kamuoyu bilgilendirildi vs. Boğaziçi Üniversitesinde “Barış Süreci ve Kadın” toplantısı düzenlendi, BM raportörü sıfatımla ben ve BM Kadın Barış Güvenlik danışmanı bu toplantıya davet edildik ve ilk kez Türkiye’de kadın hareketi GK 1325 nolu kararla ilgili çalışma başlattı.
Çözüm sürecinde görünürlük kazanan kadınların barış hareketleri genel olarak 1990’lı yıllarda Kürt kadınların çatışma sürecindeki deneyimleriyle yakından ilişkili. Kürtlerin taleplerinin Türkiye’nin politik ve kamu gündemini işgal etmesiyle Kürt kadınlar yerel yönetim ve siyasi parti kadrolarında ülkedeki diğer hemcinslerine oranla daha fazla temsil oranı kazandı ve söz sahibi oldular.
Çatışma ortamında politize olan bu kadınlar, artan bir biçimde gerek siyasi arenada gerekse kadın hareketinde yeni sorumluluklar üstlendiler.
Birden fazla ataerkil yapının baskısı altında yaşayan Kürt kadınlar güneydoğu bölgesinde önemli bir dayanışma ağı başlattılar ve Türkiye genelinde diğer kadın örgütleriyle iş birliği içinde çatışma ve barış konularında alternatif yaklaşım ve tecrübe birikimine katkıda bulunmaktalar.
Bugün, egemenliğin yeniden paylaşımı ve toplumsal barışın inşası gibi barışın iki temel hedefinden gittikçe uzaklaşan iktidar karşısında en etkili sivil inisiyatifin kadın hareketi olduğunu düşünüyorum.
Ancak, barışın inşasını sadece kadınların omuzlarına yüklememek gerekir. Erkeklerin de bu süreçte nerede durduklarını sorgulamaları gerekiyor. Ataerkil erkeklik her ne kadar iktidarı sembolize etse ve erkekler baskı ve şiddet içeren sektörlerde yoğun olarak konuşlanmış olsalar da savaşmanın doğal bir erkeklik özeliği olmadığını düşünüyorum.
Milliyetçi ve militarist ideolojilerin pompaladığı ‘ideal’ savaşçı erkek imajı ile erkekleri iyi birer savaşçı yapmak başka şeyler.
İyi haber şu ki her erkek savaşmaya hazır ve razı değil. İyi bir savaşçı imajındaki erkekliğin yaratılması, milliyetçi söylem ve militarist stratejilerle desteklenmesi ve denetim altında tutulması gerekiyor. Bu bağlamda, dünyanın çeşitli yerlerinde zorunlu askerlik, askerler üzerinde ağır disiplin müeyyideleri, savaş dönemlerinde askerlere cinsel ödüller gibi yollara başvurulduğunu biliyoruz.
Toplumların hiç olmadığı kadar kutuplaşmış ve hakların sınırlandırılmış olduğu günümüz dünyasında yaşam alanı daralmış olan pek çok erkek baskıya karşı bir arayış içinde. Onlar için pro-feminist söylem cazip platform sunabilir.
Bu bağlamda, Asaf Bayat ‘ın Iran’daki protestolarla ilgili verdiği bir röportajda çok anlamlı bulduğum görüşlerine yer vererek bu konuyu sonlandırayım.
Bayat’a göre, “……dönüşüm amaçlayan toplumsal mücadelelerin fitilini farklı taleplerin, umutların ve hayallerin ifade edilmesi yakar. Muhalif halk ile rejim arasındaki güç dengesini hiçbir sosyal grup – işçiler, yoksullar, orta sınıf, kadınlar veya gençler – tek başına değiştiremez. Gerçek siyasi dönüşüm çabaları daima toplumun dışlanmış, hor görülmüş, umutları çalınmış ve baskı gören farklı sosyal grup ve sınıflarının iş ve eylem birliği ile başarıya ulaşmıştır. Sorulması gereken, bu taleplerin ortak, kapsamlı, yalın ve anlaşılabilir bir çerçeveye nasıl oturtulacağı; talep sahiplerinin kendilerini nasıl tanımlayıp, hangi dili kullanacaklarıdır. Bu bağlamda “Kadın, Yaşam, Özgürlük” sloganının tüm toplumsal grupların damarlarında hissedip içselleştirecekleri bir şekilde ifade edilmesi; köklü siyasi, sosyal ve ekonomik değişimlerin ancak bu tür kolektif bir söylemle gerçekleşebileceğinin vurgulanması gerekir.”
Türkiye’de de kadınların barış hareketinin olgun bir düzeye ulaştığı kanısındayım, mücadele tabanlarını diğer ilerici hareketlerle ve ulus ötesi benzer kadın hareketleriyle güçlü ağlar kurarak genişletmeleri dönüştürücü potansiyellerini güçlendirecektir. Bundan sonraki çabalarımız bu amaca destek sağlama yönünde olmalıdır.
Toplumda barış kültürünün yerleşmesi için eğitimin rolü nedir? Barış eğitimi, barışın sürdürülebilirliğinde ne kadar etkili olabilir?
Bu konuda fazla bilgiye sahip değilim ve üzerinde uzun uzadıya da düşünmedim. Ama böyle bir soruya ilk tepkim “hangi eğitim ve nasıl bir eğitim” olur.
Paulo Freiri’nin Ezilmişlerin Pedagojisi kuramının bu doğrultuda bir rehber olabileceğini düşünüyorum.
Öğrenciyi bilgi deposu ve eğitimi de bir siyasi manipülasyon aracı olarak gören modern eğitim anlayışına karşı Freiri’nin eşitlikçi bir yaklaşımı sunuyor, buna göre, öğrenci bir özne, eğitim de politik bir eylemdir. Barış kültürü için daha anlamlı bir temel düşünemiyorum!
(EMK)