12 Eylül’ün üzerinden bugün tam 40 yıl geçmiş olacak. Peki gerçekten geçmiş mi olacak? 12 Eylül’ün postalları belki eskidi ama hala sesi derinden gelmiyor mu? O derinden gelen sesler toplumun hafızasına nasıl kazandı, 12 Eylül’ün üzerinden 40 yıl geçtikten sonra nasıl bir topluma dönüştük? Nasıl bir insan yarattı 12 Eylül? Mutlaka bugün 12 Eylül'e dair bilançoları okuyacaksınız, acı hatıraları dinleyeceksiniz. Biz ise işin siyasal, felsefik ve toplumsal yönünü Barış Akademisyeni, siyaset felsefecisi Prof. Dr. Nilgün Toker’e sorduk. Toker, bianet’e başka bir 12 Eylül anlattı.
Bu yıl 12 Eylül’ün 40. Yılı. Yani başka bir deyişle 12 Eylül, 40 yılı geride bıraktı. Gerçekten geride kaldı mı 12 Eylül 1980 darbesi bu ülkede?
Nilgün Toker: Unutmak, geride bırakmak değildir. Yani unuttuğunu, toplumun hafızasında çok fazla yer etmediğini artık söyleyebiliriz.Yeni kuşaklar bilmiyor mesela. Ama birçok şey gibi bu da geçmiş değil, çünkü bizde hesaplaşmadan üzerini kapatma geleneği var. Geride bırakmak için o olayla hesaplaşmak, yüzleşmek, yargıda bulunmak gerekir. O olayın bir daha olmamasını garanti edecek şekilde bir başka yöne doğru hareket ettiğinizde geride bırakmış olursunuz. O yüzden şu kesin: Türkiye'de 12 Eylül geride bırakılmadı.
12 Eylül geride bırakılmadı
Ama mesela 2010 ve 2017’de anayasa referandumu yapıldı?
Toker: 2010’deki Anayasa referandumu, bu geride bırakma arzusunun iktidar tarafından istismar edildiği bir referandumdu. Kenan Evren'in yargılanmasının önünü açılması, karikatür bir şekilde yargılanması, hepsi bu arzunun istismar edilmesiydi. Oradan da bir hesaplaşma çıkmadı. Ayrıca 12 Eylül Anayasası sapasağlam dururken nasıl geride bırakılır ki? 12 Eylül'ün kurduğu hukuki çerçeve içerisinde yaşıyorsak, 12 Eylül’ü geride bırakmış olamayız. Toplum ve devlet yapısı, 12 Eylül’de tespit edildiği formuyla hala duruyorsa, 12 Eylül geride bırakılmamıştır. Tabii bu mevcut rejimin istibdatının ağırlaştığı koşullar altında çok fazla şunu söylemeye başladı insanlar: Bunu 12 Eylül'de bile görmedik! Ama hala bir istibdat rejiminde yaşıyor olmak, zaten 12 Eylül’ü geride bırakmadığımızı gösteriyor. Yani toplumda istibdata karşı bir direnç oluşturulmamış demek ki. Yani bir daha o zamanki zulmü yeniden yaşamamamız garanti altına alınamamış ki, zulmün başka formlarını yaşıyoruz şimdi. İktidarlar da zulüm yapma tarzlarında öğrenirler.
Esas mesele şu: Türkiye'de bu toplumun gerçekten hesaplaşarak geride bıraktığı herhangi bir kötülük olduğu kanaatinde değilim. 12 Eylül'de bunlardan biridir ve geride bırakılmamıştır.
"Toplum olma kapasitesini yok etti"
40 yıl önceden bugüne bakarak, 12 Eylül nasıl bir insan ve dolayısıyla nasıl bir Türkiye toplumu yarattı?
Toker: Ben İletişim Yayınları’ndan yeni çıkan “12 Eylül 40 Yıl” kitabındaki yazımda şu soruyu soruyorum: “Toplumun başına o gün gerçekten ne geldi?”. Ben aslında Hrant Dink öldürüldüğünde bu soruyu ilk kez çok ciddi sordum ve ilk kez o zaman şöyle bir cevap verdim: Türkiye'nin toplum olma kapasitesi felce uğratılmıştır. Çünkü Hrant Dink'i öldüren Ogün Samast'ın Türk bayraklarıyla fotoğraflarının çekilip alkışlanmasını ve stadyumlarda Ogün Samast bereli insanların doldurmasını gördük. Bu nasıl mümkün oldu? Hem Türkiye’de hem dünyada çok politik suikast oldu ama hiçbir zaman katilin beresi giyilip stadyumlar doldurulmadı. 12 Eylül bizim toplum olma kapasitemizi yok etti derken şunu kastediyorum: Toplum, bir ortaklık fikri üzerinden bir arada yaşayan insan topluluğudur. 12 Eylül işte bu ortaklık fikrini ortadan kaldırdı, farklı olanların birbirine düşmanlığı fikrini getirdi. Yani Türkiye devleti her zaman ortoriteryendi, her zaman devlete itiraz edeni düşman olarak tarif ederdi. Ama devlet düşman ilan ederdi, toplum değil. Ama toplumsal kesimler arasında farklılığın devlete karşıtlıkla özleştirildiği durum 12 Eylül'dür. Farklılık derken kastettiğim şey şu: Tarif edilmiş aynılık neyse onun dışında olan her şey. Yani bu aynılık Türklük olabilir, Müslümanlık olabilir vs.
Aslında önceden Türkiye devletinin kimlikleri görmez bir yapısı vardı. Ben 12 Eylül'le beraber kimlikler arası hiyerarşinin test edilmeye başladığı kanaatindeyim. Makbul kimlikler, makbul olmayan kimlikler arasında mesafeler tesis ederek, düşmanlaştırma siyasetinin kurulduğu kanaatindeyim. Asimilatif bir yurttaşlık kavramı dediğim ama gene de bunu bir ortaklık fikri olarak söylerdi devlet. Kimlikleri görmediğini, nötr olduğunu söylerdi. Gerçek olmadığını biliyoruz ama iddiası oydu. 12 Eylül bu iddiadan vazgeçti. Doğrudan kimliklere konuşmaya başladı. Yani Diyarbakır Hapishanesinde "özel bir muamele" yaptığınızda, o kimliğin özel bir muamele hak ettiğini söylüyorsunuz. Birbirinden farklı olanların ya da bir tür makbul ve makbul olmayan, değerli ve değersiz olan, dost ve düşman olan neyse, terimlerle tarif edilmeye 12 Eylül'de başlandı.
Nasıl yapıldı bu?
Toker: Düşmanlar (ki o dönem tutuklananlar vs.) televizyonlarda aşağılanarak, gösterilerek, hapishanelerde onlara yapılan zulüm hiç saklanmayarak yapıldı. Bence 12 Eylül Türkiye’nin otoriteryen devlet geleneğinde ilk kez ayrılar arası hiyerarşi tesis ederek toplumu yeniden düzenlemesinin adıdır. Yani gruplar ve kimlikler arasında bir tür damgalama, işaret etme ve o kimliğe kapatma yoluyla düşmanlaştırma, yok sayma, yok ediciliğe kadar varan bir süreç. Bu yok edici tavrın 12 Eylül’le beraber kurulmaya başladığını düşünüyorum. Anayasasıyla kurdu, toplumsal kurumlar erozyonuyla kurdu, topluma anlattığı şeyle kurdu, eğitim sistemindeki formasyonuyla kurdu. Ortaklık ilkesi yıkıldığı anda bir toplumun toplum olma kapasitesi iğdiş edilir. Hemen 12 Eylül'ün teşvik ettiği insan modelini düşünelim: Muhbir, devletin eylemlerini eleştirmenin, kendinin hakkını ve farkını söylemenin, toplumsal gerilimleri savunmanın kötü bir şey olduğunu düşünen bir insan. Bu durumda kendi farkınızı ancak nerede gösterebiliriz? Tüketme tarzlarımızda. Daha iyi giyinmek, daha iyi araba almak gibi. Özal ve neoliberal politikalarını hatırlayın.
12 Eylül'ün insan modeli
12 Eylül'le beraber oluşan insan tipine ilişkin en korkuncu şu bence: Genellikle “kimsin” sorusunu kendimizin ne yaptığından hareketle yanıt veririz. Yaptığımız faaliyet, iş neyse o. 12 Eylül'den sonra, "kimsin" sorusuna önce nereli ve hangi cemaate dâhil olduğunu söyleyerek başlayan nesiller yetişti. İçine doğduğu değerleri, yerleşik yapıları kutsayan bir insan modeli. Sosyal psikolojiye göre eğitim ve kentleşme, ahlaki değerleri yerelden evrensele yükseltir. Bir doktora tezinde okumuştum. Yapılan bir araştırmada gençlerin aile ahlaki değerleriyle aynı değerleri taşıdığı görülmüş, evrensele yükselememiş. Yani değişmemenin iyi olduğunu düşünüyor bu nesil. Öte yandan mesela ben 12 Eylül öncesi Ali'nin kılıcı takılarıyla gezen kimseyi hatırlamıyorum. Ya da o zaman da Kemalistler vardı ama kimsede Mustafa Kemal dövmesi yoktu. Kendimizi tarif edebileceğimiz her türlü ortak bağ koptuğunda, tikel bağlar bizi tarif etmeye başlıyor. Böyle olunca da bireyin diğerini görme kapasitesini ortadan kalkar. Şimdi sadede geleyim: Kendisine ve kendi değer grubuna odaklı, diğerini görmeyen ve bir ortaklık fikriyle düşünmeyen kuşaklar yaratıldı. O kuşaklara nereye aitsin diye sorulduğunda da hazır verili kalıpların yani muhafazakâr ve sağ ideolojiyi güçlendirecek kalıplarından başka elinde bir şey kalmadığı için, doğal olarak o ideolojiler güçlendi.
"Evren meydanlarda zulmünü onaylattı"
Bahsettiğiniz kitaptaki yazınızda 12 Eylül'ün “zulme taraf olan insanlar yarattığını”nı belirtiyorsunuz. Hakikaten zulme taraf olan, haksızlığa ses çıkarmayan, zalim, vurdumduymaz, kendinden olmayanın başına her türlü kötülüğün gelmesine sevinen bir kötücüllük taşıyan toplum mu yarattı 12 Eylül?
Toker: Tam da o. Toplumsal ortaklık ilkesini ortadan kaldırdığınızda, herkesi kendi tikel değerine kapattığınızda, kendi değerlerine sahip olmayanın kötü ve düşman olduğunu öğreten bir ideoloji altında yaşadığınızda, o kötücüllük tüm damarlara kadar siner. Ama 12 Eylül sadece kendi eylemlerine toplumun maruz bırakmadı. Evet, askeri darbeler toplumu bir zulme maruz bırakır, o yüzden toplum susar, korkar, çekilir falan. Ama 12 Eylül’de adam (Kenan Evren) insanları meydanlara topladı. Yani milyonlarca kişiyle kendi zulmünü onaylattı. Bir süre sonra Kürt meselesinin de yükselişiyle “şaki” diye bir kavram çıktı, her Allah’ın günü “şakiler öldürüldü” diye televizyonda seyrettirdi. Bir kötülüğü, toplum nezdinde sadece normalleştirmedi, doğallaştırmadı aynı zamanda “iyi bir şeymiş gibi” kabul ettirdi. HAnna Arendt’in kitabında söylediği şey: İyi ve kötü arasında ayrım yapma kapasitesi ortadan kalktığında o kötücüllük damarlardan akar. Kendileri kötü olduğu için değil. Yani bu insanlarla tek tek konuşsan, ahlaken iyi olabilirler, çoluğunu çocuğunu seviyordur, annesine babasına da çok iyi bakıyordur vs. Yani bu insanların hiçbiri acayip birer yaratık falan değil, normal insanlar. Tam Arendt’in söylediği gibi: Bu normal insanlar, birden her türlü kötülüğe iştirak edebilir hale geliyor ve zaten marifet de bu! Ve evet 12 Eylül’ün yaptığı şeyin bu olduğunu söylüyorum. İnsanın yargı kapasitesini yok ediyor. Tabii bunun arkasında korku var.
O durumda korku anlaşılır bir şey değil mi peki?
Toker: Evet bu çok anlaşılır gerçekten. Ama Arendt başka bir şey söylüyor: Faşizmin yarattığı korku tipinde bir zulüm göstermeyip, zulüm yaptıklarımızın aynı zamanda düşman olduğunu meşrulaştıran bir ideoloji eşlik ettiğinde, korku başka bir şeye dönüşüyor. Yapılan fiilin doğru ve yanlışlığını düşünmeksizin, düşmana yapılan bir şey olarak uygunluğunu ve yapılabilirliğini kabul etmeye dönüştüğünde ve sessiz kaldığımız anda hem ahlaken yıkılıyorsun ve o suça iştirak etmeye başlıyorsun. Mesela en son Sakarya’daki olaylar. O nasıl bir nefret? Adamın kucağında çocuğu olan bir kadına vurması! Oradaki nefret değil, düşmanlık nefreti o! Yani onu düşman, kötü, değersiz ve ayıklanması gereken bir zararlı olarak gören bir ideolojiyle biçimlenen bir insan türü görüyorsun orada.
İyiyi kötüden ayırt edemez olmak
Kötülüğün toplumun damarlarına yayılmasıyla her kesimin kötüye iştirak edilmesi normal mi?
Toker: Biraz önce anlatmaya çalıştığım o televizyonlarda göstererek, o mitinglere çıkartarak, kendilerinin makbul, cezalandırılanların ise “sözde” vatandaş olduğunu söyleyerek. Bunları hemen arkasından bir tür muhafazakâr, sağ ideolojilerle biçimlendirdiğimizde, Türklük, Kürtlük, Müslümanlık ne olursa olsun fark etmez, şöyle bir karakter çıkıyor: Diğerinin başına gelen şeye sadece sessiz kalmıyorsunuz, onun o başına gelen şeyin başına gelmesi gerektiğini de düşünmeye başlayan bir karakter oluyorsunuz. Ve buna başladığınız anda suç ortağı haline dönüşüyorsunuz. Ama zaten bu tür istibdat yapılarının en büyük başarısı, toplumu kendine suç ortağı yapabilmeleri. Devamlılıklarını böyle sağlıyorlar. Yoksa devam edemezlerdi. Yani 40 yıldır geride bırakamamamızın ve habire istibdat göremememizin nedeni, bir suç ortağı toplumun yaratılmış olması. Bu zalim rejimlerin başardığı, kendi zulümlerine yandaş ve ortak yapabilmeleriyle mümkün oluyor zaten. Ya da en azından sesiz kalan bir çoğunluk yaratarak. Her an başka bir kavram bularak suç ortaklıklarını genişletebiliyor. Şimdi Türklük kullanır, yarın Müslümanlık, yarın sınırlarımız kullanılır, öbür gün Kürt düşmanlığını ama işte biz de tüm bu düşmanlıklara teşne haldeyiz. Mesela geçen günler Datça Belediyesi’nin yaptığını hatırlayın. "Yunanı denize döktük" tweet’i. Yani sen sosyal demokrat bir belediyesin, daha bir hafta önce barış etkinliği yapmışsın, bu tweet’i nasıl atabiliyorsun? İşte yargı kapasitesi yokluğu derken tam da bunu kastediyoruz. Yani iyiyi kötüden ayırt edemez hale gelmek. İyiyi kötüden ayırt edebilir hale gelmek için kötüyle hesaplaşmak zorundayız, hiç başka yolu yok. Bunların üstünü kapatamayız. Kapattıkça zulmün ortakları haline geliyoruz.
12 Eylül, insan hakları ve dayanışma
Genel konuşuyoruz ama tüm bu toplumun içinde 12 Eylül’ü çok ağır yaşamış, bedel ödemiş ve hala bununla hesaplaşmak için uğraşan insanlar da var.
Toker: Buna dair genel kaba kategoriler yapabilirim. Mesela bir grup arkadaşımızın büyük bir bedel ödediği meseleye sadakatte kaldığını söyleyebilirim. Bu önemli bir şey, sadakat aynı zamanda kendisini onaylamaktır. Bazen insanları yargılıyoruz, buzdolabında kalmış gibi bu, değişmemiş diye. Ama o anlaşılır bir şey, hesap soramadığımızda, uğradığımız o haksızlıkta kendi haklılığımızı gösterebilmek için o ilkeye sadakat gösterirsiniz. Başka bir grup, -darbeler travmatiktir- o travmanın aktarıldığı, miras bırakıldığı yeni kuşaktır, çocuklar.
Burada önemli bir şey daha var. Biz 12 Eylül darbesinden sonra daha önce hiç bilmediğimiz iki kavram keşfettik. Birincisi “insan hakları”. 85’lerden itibaren ağır işkence öğretti onu bize. İkincisi de dayanışma. Biz daha önce örgüt bilirdik, dayanışma bilmezdik. Ama örgütler dağıldığında da yapayalnız kalırsınız. 90'lara doğru son derece önemli bir kavramı, dayanışmayı öğrendik. 12 Eylül kuşağının çok önemli bir kısmının insan hakları mücadelesine büyük katkı verdiğini ve en azından kendi siyasetlerinin bir yerine insan haklarını yerleştirdiği biliyorum. 12 Eylül mağduru olan büyük kuşağın politikadan tümüyle çekildiği kanaatinde değilim. Bu çok önemli. Yenildik ama ezilmedik gibi çok arabesk bir şey söyleyeceğim ama tüm o zulüm ve toplumsal dışlanmaya karşı yok edilememek, çok önemli.
Bir grup daha var tabii. Kendisini reddeden ve dışlayan topluma kendisini kabul ettirmek için, Arendt’in sözüyle “sonradan görme” tavırda olanlar. Bu sadece zengin olmak değil, işte başarılı olmak, kabul edilmek vs. için de uğraştılar. Bu da anlaşılır ama bu onları siyaset dışı bıraktı.
Başka bir gözlemim daha var. 12 Eylül'den çok sonra, 90'larda arkadaşlarım hapisten çıkmaya başladı. O zaman değişim denen şeyin çok da kolay olmadığını anladım. Aynı zamanda hazır kimliklere gömülmenin de kolay olduğunu.12 Eylül'de örgütler darmadağın olduğu için yapayalnız kalan insanların sarıp sarmalanacağı tek yer aileydi. Yani o süreçte ailenin değer kazanmasında bizim de bir katkımız olduğu kanaatindeyim. İkili yanı var bunun. Hazin olarak hatırladığım bir şey var. (Söylemekte imtina ediyordum ama bir kadınla konuşmanın avantajını kullanayım.) 90'lardan sonra arkadaşlarım evlenmeye başladıklarına evlerini anneleri gibi döşediğini görünce dehşete kapılmıştım. Devrimci olmak, siyaseten başka bir dünyayı istemek arzusu güçlü ve iyi bir şey ama kendini gerçekten o başka bir dünyayı isteyen insana dönüştürmek de gerekli. O zaman nedir? O yerleşik olana rıza göstermemek. Bu yerleşik olana koltuk takımlarıyla rıza gösteriyorsun. Ama bunlar gündelik dediğimiz şeyin aslında insan biçimlendirmede ne kadar güçlü olduğunu öğretti bizlere. Bütün o sözümona itiraz ettiğin her şeyin aynısını yaparak güvende kalıyorsun.
Son zamanlarda birçok insanın çokça tekrarladığı bir cümle var: “Halimiz 12 Eylül’den beter.” Tamam karşılaştırma yapmayalım dediniz ama bu doğru olamaz mı?
Toker: Siyaset bilimci olarak dönemler arası karşılaştırma tabii ki yaparsınız. Benim itirazım ona değil. İtirazım iki faşizan zulüm arasında karşılaştırma yaptığımızda, birisinin daha iyi olduğunu söylemeye. Yani kötüler arasında kötülük hiyerarşisi kuramayız. Tıpkı acılar arasında hiyerarşi kuramayacağımız gibi. O zaman işte 12 Eylül'ü meşrulaştırmış oluyoruz.
Bu mukayeseler yanlış. O zaman bile yapılmadı deniyor, o zamanın yapması normaldi de şimdi mi normal değil? Ama şunu söyleyebilirim, bu karşılaştırmada esas fark şurada: Belki insanlar 12 Eylül'ün geçeceğini, sonrasında sivil rejime geçileceğini düşünüyordu. Korkunç olan şu: Şimdi sivil olsa bile bu geçecek, bitecek duygularını kaybettiler. 12 Eylül bitti ve sivile geçtik ya, sivilin de öyle sürüyor olması insanları dehşete düşürüyor. Ama ben de diyorum ki sivilin böyle sürüyor olması, 12 Eylül sayesinde oldu.
"AKP 12 Eylül'den istibdatı öğrendi"
12 Eylül’ün devam ettiğini söylüyorsunuz, bitmediğine göre AKP, 12 Eylül rejiminden ne öğrendi?
Toker: AKP ,12 Eylül’e karşı olduğunu tarif etti. Çünkü 12 Eylül'ün yarattığı mağduriyetlerinin önemli bir kısmını Müslümanlar da yaşadı, bunda kuşku yok. MHP de öyle. 12 Eylül'ün mağdur etmediği kesim yok. Ama mağdur ettiği halde kıymetlendirdiği kesimler bunlar, unutmayalım. Yani failleri mağdur etmiş olabilir ama fikirleri mağdur etmedi. AKP’nin 12 Eylül’den istibdat nedir diye öğrendiğini biliyorum. Yani işkence yaparak değil, korku salarak yapıyor. Sonra mesela sokakta bir polis ve jandarma bir şeye müdahale ettiğinde kimse şaşırmıyor değil mi? Normal yine polis gelmiştir diyoruz, 12 Eylül'den öğrendiler bunu da. Bence AKP şunu da öğrendi: Ortaklık ilkesinin devlet olmanın karakteri olmak zorunda olmadığını. Böylece otoriteryen bir rejimle hesaplaşarak, çok daha ağırını tesisi etme becerisini öğrendi. En önemli şey de yurttaşın yok edilmesini öğrendi. Bir tür teba yani sadakat ve biat üzerinden topluluklar arasında ayrım yapmayı öğrendi ve son derece başarılı sürdürdüğü kanaatindeyim.
Şuna söyleyebilir miyiz peki? AKP, sözüm ona siyaseten “düşman”u olduğunu söylediği 12 Eylül rejiminin kopyası oldu.
Toker: Zaten mağduriyet böyle bir şey. Siyasal teori bize şunu söyler; bir mağdur kendi mağduriyetini kendisi gidermeye kalktığında oradaki motif intikamdır. Buradan da zaten şiddet çıkar. Kendi mağduriyetini odaklanmış bir grubun, kendi mağduriyetini ve (Müslümanlık vs. gibi) kendi değerini de yücelterek bir tür hegonomik bir kimlik haline getirmesi hali var burada. Gizli tehlikeye taşıyan intikam arzusunu, siyasete dönüştüğünde hegomomanya da dönüşür. Yani bugünkü İsrailliler kollarına damga vurulmuş Yahudi soykırım çocukları değil mi? Arapların kollarına damga vuruyorlar şimdi. Tam da şu: Kendisinin bir daha mağdur olmaması için zalime dönüşmek hali bu.
Nilgün Toker kimdir? |
Ege Üniversitesi Felsefe Bölümü öğretim üyesiyken 7 Ocak 2017'de ihraç edilen Barış Akademisyeni. Siyaset felsefecisi. TİHV Kurucular Kurulu ve Etik Kurulu üyesi. TİHV-Akademi'de çalışmalarını sürdürüyor. Toplum ve Bilim Dergisi eş-editörü. |