Türkiye Cumhuriyeti, 100 yaşında. Asırlık cumhuriyetin Anayasa'sı ve ona ilişkin değişiklik tartışmaları neredeyse her yıl kamuoyunun en temel gündem maddelerinin başında geliyor.
En son 1 Eylül'de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, "Bir hayalim var. Bu hayal, Türkiye’yi darbe anayasası ayıbından kurtararak yeni, sivil, dili ve içeriği ile bugünü ve yarını kucaklayan Türkiye Yüzyılı’na yakışır bir anayasaya kavuşturmaktır" diyerek yine "yeni Anayasa" mesajı verdi.
Peki ne mevcut Anayasa'ya ne de Anayasa Mahkemesi'nin kararlarına uyulduğu siyasi bir iklimde, yeni Anayasa tartışmasına girmek ne kadar sağlıklı? Cumhuriyetin ilk anayasalarından darbe anayasasına kadar Anayasa tartışmalarını Anayasa Hukuku Araştırmaları Derneği (Anayasa-Der) Başkanı Prof. Dr. İbrahim Özden Kaboğlu ile konuştuk.
Erkler ayrılığı yoksa hak ve özgürlükler kâğıt üstünde kalır
Cumhuriyet'in 100. yılına vardık ve Anayasa tartışmaları yine başladı. En başta mevcut Anayasa'nın nasıl bir fotoğrafını çekersiniz? Cumhuriyetin anayasaları hakkında ne söylersiniz?
Bunun için Anayasa'da ne var ne yok ona bakmamız gerekiyor. Anayasalar, daha doğrusu özgürlükçü anayasalar bireyin, insanların sahip olduğu hak ve özgürlükleri güvencelemek için hazırlanır. Onun için tıpkı bizde olduğu gibi önce hak ve özgürlükler yazılır, sonra bu hak ve özgürlükleri güvencelemeye elverişli bir devlet aygıtı şekillendirilir. İşte buna da erkler ayrılığı diyoruz.
Bizde aslında Anayasa'da hak ve özgürlükler var. Madde 12’den 75’e kadar çok geniş bir yelpazeye yayılan hak ve özgürlükler var. Öyle ki bazı maddeler Avrupa devletlerinin anayasalarının çok ilerisinde. Hak ve özgürlüklerin güvencelerine ilişkin 13. madde buna örnek teşkil ediyor.
O zaman sorun ne? Bu yüzyıllık sürecin büyük çoğunluğu darbe anayasalarıyla geçti. Darbesiz bir Anayasa yapamadı mı bu ülke?
Sorun şu ki buna elverişli bir devlet yapısı, örgütlenmesi var mı yok mu, buna bakmamız gerekir. Erkler ayrılığı yoksa hak ve özgürlükler kâğıt üstünde kalır. Biz 1982 Anayasası'nı çok eleştirdik. Hatta 1961 Anayasası özgürlükçü bir anayasa dedik ki 1971’de yapılan değişikliklerin özgürlükleri sınırladığını öne sürdük. 1982’ye ise tamamen karşı çıktık. Fakat şunu belirtmek gerekir ki, 1982 Anayasası'nda 1987’den başlayarak 2004’e kadar yapılan değişiklikler belli ve büyük ölçüde hak ve özgürlükler ile devlet erkleri arasındaki özgürlükler aleyhine olan dengeyi özgürlükler lehine değiştirdi. Bunun tipik örneği 13. maddedir. Ben buna hukuk devletinin restorasyonu diyorum. Yani hukuk devletini onarımı diyorum.
İtici güçler var
Özgürlük ve iktidar arasında, iktidar lehine bozulan dengeyi ben düzenleme/düzeltme olarak alıyorum. Fakat 1987’yle 2004 arasındaki değişiklikler içerikle kayıtlı değil sadece. Toplumsal dinamikler var. Yani itici güçler var. Nedir itici güçler? Mesela Kürtler… “Ana dilimizi nasıl yasaklarsınız?” dediler. Mesela emekliler, memurlar, işçiler, “Sendika hakkımızı, grev hakkımızı, toplu sözleşme hakkımızı nasıl yasaklarsınız?” dediler. Mesela kadınlar, “Daha çok istiyoruz” dediler. Demek ki burada cinsiyet temelinde, etnik temelde sınıfsal temelde talepler de rol oynadı. Evet, doğru Kopenhag Kriterleri ulusal üstü etkenler, Anayasa değişikliğinde rol oynadı ama ulusal dinamikleri de görmezlikten gelmememiz gerekir. Bu süreçte alt dinamikler de birçok Anayasa raporu hazırladı.
Anayasa değişikliğinde yeni eksen: İktidar
Bu değişiklikler yani 1987 ve 2004 eksenindeki değişiklikler, Meclis'te uzlaşma sağlanarak yapılan değişiklikler oldu. Bu bakımdan aslında 2004 Türkiye'sine baktığımız zaman belli bir anayasacılık çerçevesinde özgürlük-otorite, özgürlük-iktidar dengesine ulaşılmıştı. Fakat 2007’de başlayan karşı dalga önce cumhurbaşkanını halka seçtirme, sonra 2010’da FETÖ’ye yüklenilen değişiklik, daha sonra 2017’de darbe girişimine yüklenen değişik derken, bu kez yeni bir eksen çıktı, Anayasa değişikliklerinde. O eksene ben iktidar ekseni diyorum, iktidarın kişiselleştirilmesi diyorum ve bütün devlet erklerinin tek kişiye tevdi edildiği, verildiği bir anayasa değişikliği diyorum. Bu saptama önemli çünkü bu on yıllık eksen, yani 2007 ile 2017 ekseni, asimetrik bir anayasal gidişi gösteriyor.
"Asimetrik bir anayasal gidiş" derken neyi kastediyorsunuz?
1987 ve 2004’e göre asimetrik, şöyle ki 1980 ile 2004 içerik bakımından özgürlükleri yukarı çıkarıyordu. 2007 ve 2017 ise iktidara yukarı çıkarıyor. 1987 ve 2004 Meclis'te uzlaşmayı öne çıkarıyordu, 2007 ile 2017 ise sandığı araçsallaştırarak, sandık bir tür referandum/halkoyu meşruluk unsuru kullanarak bir tür popülizm, bir tür halk avcılığı öne çıkarıldı. Üçüncü asimetrik özellik şu, 1987 ve 2004 ekseninde itici güçler toplumsal dinamiklerdi. Ama etnik, ama cinsiyet, ama sınıfsal. 2007 ile 2017 ekseninde bu tür dinamikler yok. Çünkü esasen o dönemde yapılan Anayasa çalışmalarının hiçbiri de zaten böyle bir öneriyi ortaya koymamıştı. Yani en muhafazakâr Anayasa tasarıları bile hiçbir zaman böyle bir anayasal kurguyu öngörmemişti, önermemişti.
Bütün anayasal dengeler altüst ediliyor
Demek ki o 1987-2004 arasındaki dinamikler, 2007-2017’de yok artık. Peki, ne var 2007-2017’de? Daha çok iktidarın kişiselleşmesi söz konusu ve 2017’de zirveye taşınıyor. Tanzimat’tan, Kânûn-ı Esâsî’den bu yana oluşan bütün anayasal dengeler altüst ediliyor. Hükümet kaldırılıyor. Hükümet ilga ediliyor. Denge ve denetim mekanizmaları sonlandırılıyor. Siyasal sorumluluk ilkesi kaldırıyor. Bunlar Anayasa ve hukuk tarihimizde ilktir.
O nedenle 2017’ye odaklanmadan bir Anayasa söylemini ortaya koymak aslında anayasal bilgi kirliliği yaratmak demektir. Anayasal dezenformasyon yaratmak demektir. O bakımdan bunun iyi vurgulanması gerekiyor. Bunu vurgulamayan sözler, söylemler ve yazılar, ya Anayasa cehaleti içerisinde dile getirilen sözlerdir ya da kasıtlı olarak dile getirilen sözlerdir. İşte bugünkü anayasal manzara-i umumiye budur. Dolayısıyla bir darbe anayasasından mutlaka söz edilecekse darbe anayasası, 2017’de yapılan Anayasa değişikliği, Anayasa hukuksuzluğudur.
Yeni Anayasa tartışmaları için ön koşul
Peki o zaman yeni Anayasa tartışmalarının şu anda zemini veya zamanı var mı?
Bu bakımdan 2017 için ben bir kurgu diyorum çünkü anayasal sistemi ortadan kaldırdı. Eğer biz bugün 2023’te Cumhuriyet'imizin yüzüncü yılında Anayasa'dan söz edeceksek o zaman ön koşul 2017’de kaldırılmış olan ‘anayasal düzenin’ ön görülmesidir. Ön koşul, hükümetin kurulması, anayasal denge ve denetimi düzeninin öngörülmesi ve siyasal sorumluluk ilkesinin getirilmesi.
Hesap verebilir bir hükümetin olmadığı bir yerde, bir anayasadan da söz etmek mümkün değildir. Bu açıdan bugün Anayasa'yı Türkiye’nin gündemine getirenler, eğer samimilerse, o durumda “Biz 2017’de olağanüstü ortam ve koşulların etkisiyle hata yaptık, gelin bunu olağan bir ortamda el birliğiyle düzeltelim” demeleri gerekir. Eğer onu diyorlarsa biz anayasal tartışmaya girebiliriz. Hayır, onu demedikleri sürece hiçbir biçimde anayasal tartışma yapılmamalı. Zaten yapılamaz da.
Şimdiye kadar yapılan Anayasa tartışmaları özellikle son 5-6 yılda 2017’den bu yana ya da işte 2013’ten, Gezi'den bu yana tepeden yapılan anayasa dayatmaları oldu. Oysa bizler 1982 Anayasası'nı aşmak amacıyla 1990’lı yıllarda başlattığımız sivil inisiyatiflerle [sivil toplum emeği diyorum buna] yaklaşık 20 yıl boyunca Türkiye’de önemli birikimler sağladık. Bu da önemli katkılar sağladı. Dolayısıyla biz eğer Anayasa tartışması yapacaksak, bu kesinlikle siyasilere bırakılmayacak derecede ciddi bir konudur.
Önce yürürlükteki Anayasa'ya uyun
Şu anda Türkiye’de yeni bir Anayasa yapmanın koşulları yok. Önce bir tamirat gerekiyor, bir restorasyon gerekiyor. O da 2017 koşullarının ortadan kaldırdığı, sildiği, yani tamamen yok ettiği [hesap verebilir] hükümet, anayasal denge denetim düzenekleri ve siyasal sorumluluk kurallarının getirilmesi gerekiyor. Bunlar getirildikten sonra ifade ve düşünce özgürlüğüne saygı, örgütlenme özgürlüğüne ve toplu özgürlüklerin kullanılmasına saygı ortamının yaratılması gerekiyor. Çünkü düşünce ve ifade özgürlüğü yaptırımları, anayasada veya yasalarda olmadığı için değil, esasen 2017’de yıktığımız anayasal düzenin yöneticilere vermiş olduğu keyfi yetkiler sonucu tanık olduğumuz uygulamalardır.
O nedenle eğer onlar kabul ederse, anayasanın öncüllerini anayasaya getirip işte "Biz hükümeti kuracağız, yeniden kurmak istiyoruz" derlerse, o zaman ikinci aşamada bunları tartışabiliriz. Ama o zamana kadar şunu da tartışabiliriz, siz önce bir yürürlükteki Anayasa'ya bir uyun bakalım. Yani yürürlükteki Anayasa’nın hükümleri ne diyor? Amir hükümlerine bir uyun bakalım, ondan sonra ancak Anayasa'yı tartışabiliriz. Demek ki iki koşul var: Birincisi şu anda yürürlükte olan Anayasa'ya uymak, ikincisi ise yıkılan hükümeti ayakta tutmak, geri getirmek. Ondan sonra da tartışma ortam ve koşullarını yaratmak.
Avukatlar Atalay için eylemde: İktidar Anayasa'yı ve AYM'yi tanımıyor
Meclis kompozisyonundaki tehlike
Bakın işte siz 2017’de istediğiniz hükümleri koydunuz ama örneğin Cumhurbaşkanlığı kararnameleri konusunda şu sınırlamaları koydunuz, ona uyun şimdi. Kendi Anayasa'nıza uyun. 2017 değişikliklerini sahiplendiğim, onu meşru kabul ettiğim için değil, Anayasa bütününe ve ikinci madde gibi insan haklarına dayanan demokratik hukuk devletini öngören hükümler doğrultusunda yorumu sağlamak amacıyla istiyorum.
Bir de Anayasa'da geleceğe bakmak çok önemli. Şu bakımdan mesela 2004-2005’te Anayasa konusunda hayli mesafe almıştık ama daha iyisini istemiştik. Ama var olanı da kaybettik. Şimdi mesela böyle bir tehlike bizi bekliyor. Yani şu anda biz "Anayasa'da darbe hükümleri var" derken, "Anayasa'da ırkçı hükümler var" derken bu Meclis kompozisyonunda gündeme alındığı zaman aslında bugünkü anayasal statükoyu bile arayabilecek eşiğe düşebiliriz, bir mecraya kayabiliriz.
1971'de hançer, 1980'de tank
Cumhuriyet'in ilk anayasasından mevcut Anayasa'ya kadar anayasalarımızı nasıl değerlendirirsiniz?
1921 Anayasası, bir geçiş dönemi anayasasıydı ama Kurucu Meclis’in, aynı zamanda devleti kuran bir meclisin yapmış olması bakımından son derece özgün bir metindir. 1924 Anayasası ise yine tek parti yönetimine ve çok parti yönetimine aynı zamanda yanıt veren esnek nitelikte bir metindi.
İkinci Meclis tarafından ve Avrupa standartlarında yapılan bir metin ama 1961 Anayasası’nın talihsizliği veya çelişkisi şu oldu: Esasen metin olarak çağdaşlarının hemen hemen en ilerisinde olan bir metindi. Ama iki talihsizliği veya olumsuzluğu var. Birincisi "darbe ürünü" olarak nitelenmesi, ikincisi ise Demokrat Parti'yi dışlamış olması. Demek ki birincisi ortam ve koşullar, ikincisi usul bakımından olmak üzere iki zaafı vardı. İki zaafı olduğu için her ne kadar Türkiye’ye on yıllık bir ferahlık getirip önemli kazanımlar sağlasa da [toplu sözleşme, grev vs. o zamanın ürünüdür], Anayasa'yı yapan siyasal iktidar rengindeki gruplar, uzun süre iktidarda kalamadığı için Anayasa'ya uyum yasaları yerine Anayasa'nın kendisinin ortadan kaldırılmasına yönelik çalışmalar yaptı. Siyasal çevrelerce de ilk hançer 1971’de hesaplandı, ikincisinde ise 1980’de üzerinden tank geçti ve öylece kaldırıldı.
Sıkıyönetim dönemindeki 1982 Anayasası’nı az önce betimledim. O, 1961 Anayasası’na göre tabii ki çok daha güvenlikçi bir anayasaydı; otoriteye-iktidara ağırlık veren, özgürlükleri sınırlayan ama 1987’den sonra tanık olunan gelişmeler, açılımlar hiçbir zaman göz ardı edilmemeli, edilemez.
66’ncı maddenin değiştirilmesi çok zorlaştı
Sizce Anayasa’nın değişmez maddeleri bulunmalı mıdır? Özelde Anayasa'nın 66’ncı maddesi çokça tartışılıyor.
Anayasa'nın 66’ncı maddesi, “Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür”. Aslında değişmez maddelerde büyük bir sorun yok. Çünkü orada kapsayıcı, kucaklayıcı kavramlar kullanılıyor. Türkiye Cumhuriyeti ve Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlığı oradan çıkıyor zaten.
Sorun şu, Madde 66’daki tanım ile ilk üç madde arasında dil bilgisi yönünden bir çelişki var. Çünkü benim nüfus cüzdanımda Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı yazıyor, senin cüzdanında da öyle yazıyor. Öyle olunca ne oluyor? Herkes Türkiye Cumhuriyeti yurttaşıdır ama onlar içerisinde bir kısmı diyor ki “Ben Türk’üm”, öbürü “Ben Kürt’üm” diyor. Öbürü “Ben Çerkez’im” diyor. Bu, Anayasa şemsiyesinin sağladığı özgürlüktür. Yurttaşlık şemsiyedir, bir çatı kavramdır. Onun için de eşit yurttaşlık diyoruz. Son yıllarda siyasal tartışmalara malzeme yapıldığı için 66’ncı maddenin değiştirilmesi de artık çok zorlaştı.
Bu nedenle yapmamız gereken husus, 66’ncı maddenin Anayasa'nın ilk üç maddesine göre yorumlanması, yani kapsayıcı geniş anlamda Türkiye devleti, ülkenin adı Türkiye’dir. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlığı da bu Türkiye devletinde ya da Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan insanlara verilen bir statüdür. Bu çok iyi sahiplenilmeli. 66'ncı madde indirgeyici anlamda değil, ırkçı anlamda değil, bu yönde yorumlanmalı. Bu yönde yorumlama çabalarımızı ilerlettiğimiz ölçüde 66'ncı maddenin sınırlandırıcı etkisini azaltabiliriz.
Cumhuriyet'in anayasaları arasından birini seçmeniz istenseydi, bu hangisi olurdu? Neden?
Tüm anayasalarımız arasında en özgürlükçü olanı 1961 Anayasası’dır. 1921 ve 1924 anayasalarını öne çıkaranlar var ama 1921 Anayasası, teknik olarak bir anayasadan çok bir geçiş belgesidir. Bir kurucu belgedir. 1961 Anayasası ise hem en özgürlükçü anayasa hem de teknik biçimde iktidar dengesini sağlamaya çalışan anayasadır.
Fakat 1961 Anayasası’nın tartışmaya açık tarafı şu ki pekâlâ yurttaşlığı daha geniş tutabilirdi ama orada bir yurttaşlık ve bir tür etnisite çağrışımlı bir yaklaşım söz konusu olduğu için 1982 yazıcıları da bunu daha ileriye götürdüler. 1982 yazıcıları Anayasa'yı bir miktar Türk-İslam sentezi mecrasına yönlendirdiler.
KAYYIM ATAMALARININ YIL DÖNÜMÜ
Selçuk Mızraklı: Kayyımlar geleceğe müdahalenin garnizonudur
Özyönetim ve kayyım
Özyönetim konusunda ise en geniş hakkı sağlayan 1921 Anayasası’ydı. Fakat zaafı şu oldu, çok kısa dönem, sadece üç yıl kaldı ve o hükümler de uygulamaya konulamadı zaten. Yerel özerklikler geniş biçimde yer alıyordu. Oldukça geniş bir âdem-i merkeziyet söz konusu idi. Fakat tabii şimdi 1921 Anayasası’nı bu açıdan okurken, [sonuç olarak anayasal mirasımız] şu yanılgıya düşmemek gerekir. Mesela biz 1982 Anayasası’nda 127’nci maddeyi, 1961 Anayasası’nın yerel yönetimlerine göre daraltıcı olduğu gerekçesiyle eleştirmiştik ama gelin görün ki 40’ıncı, 41’inci yılında bu maddenin uygulanmasını talep ediyoruz.
Mesela kayyım 127’nci maddeye açıkça aykırı. O nedenle şimdi biz bunları tartışırken anayasal sorun olarak yerinden yönetimleri, âdem-i merkeziyetçiliği tartışırken, birkaç hususu çok iyi vurgulamamız gerekir. Birincisi Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı. İkincisi bizim Anayasa’nın 127’nci maddesinin 2’nci madde ışığında okunması. Çünkü Anayasa’nın 2’nci maddesi, insan haklarına dayanan demokratik hukuk devleti derken, oradaki demokrasi yalnızca Meclis’in seçilmesi, hükümetin, yasamanın seçilmesi değil, yerel yönetimleri de kapsamına alır. Bu açıdan baktığımız zaman demek ki bir anayasanın bütüncül olarak yorumlanması, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı ışığında yorumlanması ve uygulanması bile bize soluk aldıracak anayasal kazanımlardır.
Anayasa'da ana dilde eğitime engel bir durum yok
Buradan anayasalarımızda azınlıkların yerine geçelim. Anayasa’ya onların penceresinden nasıl yorumlarsınız?
Mevcut Anayasa azınlıkları yasaklamıyor. Azınlıkları ürküp öngörmemiş olsa da Anayasa'da 2001’de üçüncü uyum paketinden itibaren mahalli dil ve lehçelerin öğrenilmesi olanağını tanıyan uyum yasasından bu yana yapılan yasal düzenlemeler, esasen dil bakımından karşı karşıya bulunduğumuz sorunları belli ölçüde çözdü.
Demek ki Anayasa kapalı değil, neye kapalı değil. Üç önemli husus var. Birincisi, yurttaşlığın geniş anlamda yorumlanmasına, eşit yurttaşlık yorumuna kapalı değil. İkincisi Anayasa, yerel yönetimlerin dar olarak yorumlanmasına kapalı değil. Kaldı ki şimdi mesela büyük şehirler yasası 10 yıldır çok daha geniş yorumlanıyor.
Üçüncüsü, dil konusuna kapalı değil ama tabii ki dil konusunda esasen ana sorun dilin öğrenilmesi mi, ana dilde eğitim mi? Bireysel bir hak mı, kolektif bir hak mı işte o konu esasen bu konuları tartışabilme ortam ve koşullarıyla kapasitemize bağlı bir husus. Anayasa’da nasıl ki dilin öğrenmesine engel bir durum yoksa ana dilde eğitime de engel bir durum yok. Bu konuda belki insan hakları açısından ikinci maddeyi insan haklarına dayanan devlet olarak okuduğumuz zaman dayatma olmadan tercihli ders olarak pekâlâ ana dilde eğitim de mümkün olabilir.
Batman’da 10 Eylül'de “Ana Dilde Eğitim İstiyoruz” Mitingi
Muhalefetin Anayasa karnesine üç ana eleştiri
"Anayasasızlaştırma" diye bir tabiriniz var. Buna nasıl geldik, başta ana muhalefet partisi CHP olmak üzere muhalefetin bundaki rolü ne oldu?
2017’deki kırılma ve dökülme aslında muhalefete rağmen oldu. Esasen onu AKP-MHP kotardı. Fakat muhalefetin Anayasa karnesine baktığımız zaman, üç ana eleştiri yöneltebiliriz. Birincisi Anayasa konusunda inisiyatif almamış olması. İkincisi “Anayasa’ya aykırı ama” biçiminde bir ifadenin muhalefetten geliyor olması. Üçüncüsü ise demokratik bir anayasal muhalefet doku oluşturamamış olması.
Bunlar, muhalefet partilerinin zaafıdır ve bu zaaf bugün de devam ediyor. O nedenle bunları 100. yılda tartışacaksak, siyasal partilerle sınırlı tartışmalar değil, siyasal partiler eksenini aşan tartışma olarak yürütmemiz gerekiyor.
Bu üç temel eleştirim, CHP için de geçerlidir, hatta en önce CHP için geçerlidir. CHP ana muhalefet olduğu için ilkin onun için geçerli. Ama CHP için şu açıdan da geçerli: Meclis’te dinci dersek bir dinci parti vardı, ırkçı-milliyetçi dersek bir ırkçı parti vardı. Hadi etnik-milliyetçi diyelim öyle bir parti de vardı. Eksik olan demokratik hukuk devletinin savunan partiydi çünkü din var, ırk var, etnisite var. Bizim elimizde kalan bir hukuktu. O da demokratik hukuk devleti, insan haklarına dayanan laik ve demokratik hukuk devleti işte onu yapabilecek olan yegâne ve başlıca parti CHP’ydi ama yapamadı. Yapamadığı için de bugünlere geldik.
Anayasa'nın toplumsallaşması şart
Yeni bir Anayasa için ne yapmalı, nereden başlamalı?
Bugün demokratik cumhuriyeti kurmak için bu konuları korkmadan, çekinmeden saydam bir biçimde birbirimizi aldatmadan, bilgi kirliliği yaratmadan, özgür biçimde tartışmamız gerekiyor. Birinci koşul bu. Özeleştiri yapmamız gerekiyor. Anayasa konusu siyasilere bırakmamamız gerekiyor. Bunu medya, sivil toplum örgütleri, demokratik kitle örgütleri, meslek kuruluşları olmak üzere toplumun bütün zinde dinamiklerinin tartışması gerekiyor.
Ama hani sivil toplum örgütü değil diyoruz da burada birileri tutar “Biz kadın haklarını savunuyoruz” diyebilir, öbürleri tutar “Biz çevre hakkını savunuyoruz” diyebilir. Daha öbürleri son bir ayda tanık olduğumuz gibi laiklik meclisi diye bir meclis kurar. "Biz bunu savunuyoruz” diyebilir, bir kesim çıkar “Biz ana dilimizi savunuyoruz” diyebilir. İşte burada ben buna Anayasa'nın toplumsallaşması diyorum. Hatta Anayasa seferberliği olarak da adlandırılabilir.
Eğer biz cumhuriyetin 100. yılı vesilesiyle bir tür Anayasa'nın toplumsallaşmasını sağlayabilirsek o zaman hani cumhurun o halk kısmını biz alırız ve iktidar kısmına da el koyma şansımız olur. Ama yine biz birinci döneminde yaptığımız gibi kısır döngülere devam edersek o zaman ikinci yüzyılında bugün yaptığımız konuşmaları bile yapma şansını bulamayız.
İbrahim Ö. Kaboğlu hakkında
Artvin'de 10 Nisan 1950'de doğan Anayasa hukukçusu, akademisyen ve siyasetçi. Anayasa Hukuku Araştırmaları Derneği Başkanı.
1974'te Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. 1981'de Limoges Üniversitesi ve Ankara Üniversitesi'nde doktorasını yaptı. 1987'de doçent, 1994'te Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde profesör oldu.
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 27'nci döneminde Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) İstanbul Milletvekili olarak görev aldı.
(NT)