Ahmet Davutoğlu ve Binali Yıldırım hükümetlerinin Maliye Bakanı Naci Ağbal, AKP’nin önerdiği Başkanlık sistemini alanı itibariyle şöyle savunuyor:
“Ekonomide en kritik konulardan biri hızlı karar alınması. Anayasada yapılacak değişiklik güçlü bir başkanlık sistemini getirirse ekonomide ciddi karar alma yeteneği ortaya çıkacak.”
Türkiye’de Aralık 2016 döneminde işsizlik oranı yüzde 12,7, Ocak ayı enflasyon oranı yüzde 9,22; 2017 Ocak sonu itibarıyla, kısa vadeli dış borç stoku, 2016 yıl sonuna göre yüzde 1,9 oranında artışla 99,8 milyar ABD doları olarak gerçekleşti; 2015 yılında ise 23,5 milyar TL açık veren Türkiye bütçesi, 2016 yılı genelinde 29,3 milyar TL açık verdi.
Özetle ekonomik göstergeler Türkiye için iyi sinyaller vermiyor.
Naci Ağbal’ın açıklamasını doğru kabul edecek olursak; “tek adam” yönetimi olmadığından hızlı karar alınamıyor, bu nedenle ekonomide kötü gidişat var, açıklamasını kabul edebiliriz. Ancak son yıllarda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın açıklamalarını ve ekonomiye müdahalelerini gözönüne aldığımızda durum biraz karışıyor.
Bir kaçını hatırlayalım:
"Başta kamu bankaları olarak faiz düşürün" (4 Ocak 2017).
"Kimse yastığının altında döviz biriktirmesin" (13 Ocak 2017).
"Dediler ki 'Merkez Bankası bağımsızdır, şudur, budur...' Tamam o yine bağımsızlığını oynasın ama ben siyasetçiyim, benim ona resmen müdahale etme yetkim var mı? Yok. Ama böyle bir şey yapılıyorsa ben de kalkacağım, eleştirimi yapacağım. Çünkü halkımın karşısında tokadı yiyen benim başındaki bürokrat değil. Öyleyse uyarımı yapacağım, o da çözüm yollarını bulsun. Tokadı ben yiyeyim, sefayı o sürsün, yok böyle bir şey." (23 Kasım 2016)
2015’in ilk aylarında Erdoğan Merkez Bankası ile giriştiği “faizi düşürme” mücadelesinde başkan Erdem Başçı, baskılara Nisan ayına kadar dayanabilmişti. Yerine halen Merkez Bankası Başkanı olan Murat Çetinkaya atanmıştı.
Özellikle OHAL ilanından sonra Türkiye bilfiil Cumhurbaşkanı tarafından yönetiliyor. Türkiye devlet ve siyasi teamüllerin hiçbirine uymayan, Anayasa’daki görev tanımını kale almayan bir isimle karşı karşıya.
Hatırlanacağı üzere dövizin değer kazanmasına karşı 2016 sonlarında "seferberlik" çağrısı yapmıştı Erdoğan, art arda "Turkcell dış ticarette Türk lirasına geçti", "Diyanet, hac ve umre ücretlerinde Türk lirasına geçti", "THY Türk Lirası'na geçti" gibi haberler yapılmaya başlanmıştı, esnaf toplanıp dolar yakma eylemleri düzenler olmuştu. Erdoğan'ın emri bir kesim tarafından sorgusuz sualsiz uygulanıyordu.
Zaten referanduma giden Anayasa değişikliği teklifinin önünü açan Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Devlet Bahçeli, “bu fiili durumu kanunlara uydurma” gibi bir savla ortaya çıkmıştı.
Peki, ekonomi açısından “tek adam yönetimi”, “hızlı karar alma” gibi savlar gerçekçi mi?
İngiltere York Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Gülçin Özkan, Türkiye’nin geçmiş dönemlerindeki ekonomik krizleri ve ayrıca Başkanlık sistemlerinin ekonomik performansları üzerine çalışan bir makroekonomist.
AKP’nin “Ekonomide evet Türkiye’yi bir üst lige çıkaracak” savını bianet için değerlendirdi:
Daha önce 2009 Küresel krizinin Türkiye'ye etkilerini çalışmıştınız. Türkiye için ya da dünyanın geneli için 2017 krizinden bahsedebilir miyiz? "Adı konulmamış ekonomik kriz" gibi bir tanım var. Böyle bir durum mu yaşıyoruz?
2017 hala ciddi riskler barındırsa da, birçok gözlemcinin kriz riski beklentilerini dile getirdikleri 2016 yılından farklı. 2008-09 küresel finansal krizinin ardından birçok ekonomide düşük veya negatif büyüme ile birlikte gözlenen düşük veya negatif enflasyon ‘kronik durgunluk’ ihtimalini tartışmaya açmıştı. Hem gelişmiş ülkelerden hem de yükselen ekonomilerin bir kısmından gelen en son veriler, bu riskin ortadan kalktığını göstermese bile küresel ekonomik görünümün tahmin edildiğinden daha iyi olabileceğinin işaretlerini veriyor.
Bununla birlikte 2017 için hala ciddi riskler var. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki başkanlık seçimleri ve Brexit referandumu gibi konularda belirsizlik 2016 yılında çözülmesine rağmen her iki gelişme de yeni ve büyük belirsizlikleri beraberinde getirdi. ABD için hem iyi hem kötü ekonomik senaryolardan sözetmek mümkün. Trump yönetimi büyük bir altyapı yatırım hamlesi yaparak ekonomiyi canlandırabilir ve bu yolla diğer ülkelerin potansiyel büyümelerine ivme kazandırabilir. Veya korumacı bir ekonomi politikası izleyebilir ki bu durumda Çin ve Meksika başta olmak üzere küresel ekonomiyi içe kapanan bir sürece sürükleyebilir. Her iki durumda da yükselen ekonomiler için riskler var. İyimser senaryo gerçekleşse bile ABD’de artan faizler yükselen ülkelerden ABD’ye sermaye akımını daha da hızlandıracaktır.
Brexit’in sonuçları da aynı şekilde büyük belirsizlikler taşıyor. Büyük Britanya’ (BB) Avrupa Birliği’nden ayrılma süreci müzakereleri, 29 Mart’ta resmen başlayacak. Bu ‘dünyanın en karmaşık boşanma davası’ olarak tanımlanan süreç için de birbirinden oldukça farklı iki senaryo var; biri keskin ayrışma diğeri ise yumuşak geçiş diye adlandırılabilir. Birinci alternatifte BB ortak pazardan tamamen ayrılıp Dünya Ticaret Örgütü kurallarıyla ticaret yapan bir ülkeye dönüşebilir. İkincisinde ise BB Avrupa Birliği’nden ayrılsa bile ortak pazara üye olmaya devam ederek bugünkü konumuna yakın alternatif bir rejim üzerinde anlaşma sağlayabilir.
Bu belirsizliklerin üzerine bir de Fransa ve Almanya’da yaklaşan seçimler eklenince 2017 yılının risk faktörleri daha da belirginlik kazanıyor.
Yükselen ekonomilerde de önemli gelişmeler var. Çin’deki büyüme 2008-09 öncesi gözlemlediğimiz yüzde 10 düzeyinden, hala birçok ülke için imrenilecek yüzde 6 civarına iniş yapmış görünüyor. Böylece Hindistan 2016’da yakaladığı yüzde 7,6 büyüme hızıyla, dünyanın en hızlı büyüyen ülkesi unvanını Çin’den almış bulunuyor. Brezilya ve Rusya da son yıllarda yaşadıkları durgunluktan çıkmaya daha yakın duruyorlar. Bu kategoride ne yazık ki Türkiye olumsuz anlamda ayrışmış görünüyor ve yakın gelecekte de hızlı büyüme potansiyeli ve belirtisi göstermiyor.
Prof. Dr. Gülçin Özkan hakkındaMakroekonomist. Ekonomi politik, uluslararası iktisat, açık ekonomilerin makroekonomisi ve yeni yükselen pazarların ekonomileri üzerine araştırmalar yapıyor. Ekonomi Lisans derecesini Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nden; yüksek lisans derecesini Warwck Üniversitesi’nden aldı. Doktora çalışmalarını ise York Üniversitesi’nde 1996 yılında tamamladı. 2000 yılında York Üniversitesi’ne öğretim görevlisi olarak geri dönmeden önce ODTÜ ve Durham Üniversitelerinde görev yaptı. Bulletin of Economic Research dergisinin genel yayın yönetmenliğini, Kalkınma Ekonomisi ve Yükselen Pazarlar Yükseklisans Programının direktörlüğünü ve de York Üniversitesi İktisat Bölümü’nün başkan yardımcılığını yürütüyor. İngiltere’deki en büyük makroekonomist forumu olan “Money, Macro Finance Research Group”un akademik sekreterliğini yapıyor. |
AKP Cumhurbaşkanlığı sistemiyle daha hızlı ekonomik kararlar alınacak ve küresel kriz dönemlerinde hızlı karar almak gerekiyor gibi bir iddia ortaya atıyor. Bu savın bilimsel bir doğruluğu var mı?
Elimizde bu savı destekleyecek hiç bir veri yok. Ampirik çalışmalar başkanlık sistemlerinin parlamenter rejimlere oranla daha kötü bir ekonomik performans sergilediklerini açıklıkla ortaya koyuyor. Biz de, sizin de daha önce bianet’te yer verdiğiniz bir çalışmamızda bu ilişkileri detaylı olarak incelemiştik (McManus ve Özkan, 2017)
119 ülkenin 1950-2015 arası verilerini kullandığımız analizimizde, başkanlıkla yönetilen ülkelerin parlamenter rejimlere kıyasla ortalama 6 puan daha yüksek enflasyon, 0,6 – 1,2 puan arası daha düşük büyüme ve yüzde yirmi civarı daha bozuk gelir dağılımı sergilediklerini gözlemledik.
Başkanlık ve parlamenter rejimler üzerine yapılmış diğer araştırmalarda edinilen bulguların bir araya getirildiği diğer bir çalışmamızda da, bu bulguların sadece bizim yukarıda sözettiğimiz çalışmamızla sınırlı olmadığını gözlemliyoruz. Yapılan analizler başkanlık rejiminin parlamenter sisteme kıyasla hem siyasi gelişmişlik, hem beşeri kalkınma hem de makroekonomik performans açısından, birçok gösterge bazında ciddi ölçüde başarısız olduğunu gösteriyor.
Örneğin, parlamenter sistemle yönetilen ülkelerde tutarlı olarak, daha etkin yönetim, daha kaliteli bürokrasi ve daha fazla siyasi istikrar gözlemleniyor. Yine aynı şekilde, parlamenter rejimlerin daha uygun bir yatırım ortamı, daha yüksek verimlilik, daha yüksek kişi başı milli gelir ve daha yüksek sosyal yardımları beraberlerinde getirdiği görülüyor.
Ayrıca, çalışmalar özellikle az gelişmiş demokrasilerde başkanlık rejimlerinin hem daha çok yolsuzluğa yol açtığı, hem de ortalama ömür ve bebek ölümleri gibi ölçütleri de içeren beşeri kalkınma göstergelerini bozduğunu ortaya koyuyor.
Hangi koşullar altında başkanlık rejiminin ekonomik sonuçları daha az veya daha ağır olur?
Ampirik çalışmamızda bu soruyu da cevaplamaya çalıştık. Bu konudaki sonuçlarımız, kuvvetler ayrılığı, sivil muhalefet, medya bağımsızlığı ve tarafsızlığı zayıf olan, kapsayıcı kurumları gelişmemiş ve hukukun üstünlüğünü sağlayamamış ülkelerde başkanlık rejiminin ekonomi üzerine etkilerinin özellikle olumsuz olduğunu gösteriyor. Yine çok önemli bir bulgu olarak başkanın yasama üzerindeki gücü ne kadar fazlaysa, başkanlık rejiminin ekonomik performans üzerindeki etkisinin o kadar olumsuz olduğu görülüyor.
Yeni anayasa taslağını bu kriterler açısından analiz ederseniz, başkanın bu kadar güçlü olduğu bir sistemden özellikle kuvvetler ayrılığının ortadan kalktığı bir ortamda ekonomik mucize beklemenin hiç bir bilimsel temeli olmadığını açıkça görürsünüz.
Erdoğan referandumda "evet" isterken daha önce Merkez Bankası başkanlığına getirmek istediği ismin cumhurbaşkanı tarafından engellendiğini söyledi. İddiasına göre Merkez Başkanı'nı cumhurbaşkanı atarsa ekonomiyi daha iyi yönetecek. Bir ülkenin ekonomisi tek bir kişi tarafından mı yönetilir? Ya da merkez bankası kararlarını başkan mı alır, uzmanlar bir iş yapmaz mı?
Merkez bankası başkanının kimin tarafından değil hangi donanımla atandığı ve nasıl bir misyonla görev yaptığı önemlidir. Siyasetçilerin seçim kazanma güdüleri ve bu eğilimle tasarlanacak para politikalarının reel ekonomiyi kalıcı olarak büyütemeyeceği, sadece enflasyonist olacağı gözleminden hareketle, para politikası kararlarının siyasetin güdümünden arındırılması evrensel olarak kabul edilmiş bir prensiptir. Bu nedenle modern merkez bankalarının ortak özellikleri siyasetten bağımsız olarak hareket edebilmeleri ve kendilerine verilen ve çoğunlukla fiyat istikrarını sağlamak olan hedeflerini gerçekleştirmek için politika araçlarında uygun gördükleri değişiklikleri yapabilmeleridir.
Küresel kriz sonrası yürütülen büyük ölçekli parasal genişleme politikalarının merkez bankalarının bağımsızlığını tehlikeye düşürüp düşürmediği tartışılsa da, en sağlıklı para politikalarının siyasetten bağımsız merkez bankaları tarafından gerçekleştirileceği görüşü ekonomi biliminde üzerinde anlaşılan az sayıda konulardan biri olmayı sürdürüyor. (HK)