Bu hafta Türkiye'nin en köklü sorunlarından eğitim sorunu ele aldık. Eğitimin aktüel sorunlarına boğulmadan, eğitim sistemimizin fotoğrafını çekmeye, temelini sorgulama çalıştık. Eğitimin sorunlarını meslek örgütlenmesi ve akademik çalışmanın deneyimine sahip bir eğitim emekçisi Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Bölüm Başkanı Prof. Dr. Fatma Gök ile konuştuk. Gök, 2009-2010 dönemine, her düzeyde öğrencilerin ve eğitimcileri ne türden sorunlarla girdiğini, kamusal bir hizmet olması gereken eğitimin ve öğretimin nasıl piyasanın insafına terk edildiği söyledi.
Hocam, her düzeyde yeni bir eğitim ve öğretim yılı başladı. Eğitim sistemimizin sorunlarını bir sıralamaya kalksak oldukça uzun bir liste tutacağı kesin. Bu sorunların genel olarak nasıl tanımlamak gerek?
Bu üzerinde günlerce konuşulabilecek bir sorun ve konu. Fakültede yüksek lisans dersi olarak bir dönemde bitiremiyoruz. Genel olarak baktığımızda eğitimin toplumla ilişkisinin çok yönlü olduğunu görürüz. Eğitim, toplumdaki diğer sistemlerden çok farklı bir yapı. Çünkü bir taraftan toplumun bütün sorunları eğitimin içinde görülüyor ve doğrudan ilişkisi var. Diğer taraftan ise eğitim sisteminin kendisi bizzat sorun üretiyor. Eğitim almış olan öğrenciler, olumlu ve olumsuz bütün donanımlarıyla topluma katılıyor. Yani sistem nasıl işliyorsa ona paralel sonuç orta çıkıyor. Eğitim sistemine getirdiğimiz en temel eleştirilerden biri sınıfsal, toplumsal cinsiyet, etnik ve diğer ayrıcalıkları barındıran adaletsiz, eşitsiz kapitalist sistemi yeniden üretiyor olmasıdır. Bu genel olarak doğru ama iş bu kadar düz ve basit değil. Eğitim sisteminin ürettiği hem insan yapısı, genel kültürel atmosferi ve okulların işleyişi hem de okullarda üretilen entelektüel birikim toplumu etkileme potansiyeline sahip. Bu ilişki bazen çok yavaş bazen çok hızlı ve anında olabiliyor.
Eğitim Sisteminin sorunlarının kaynağı nedir?
Türkiye’deki ekonomik, sosyal tüm eşitsizliklerin derinliği, gelir dağılımının son derece bozuk olması ve demokrasinin güdük kalması, toplumsal adaletsizliğin çok yaygın olmasından dolayı üreyen ya da bu toplumsal sorunların eğitime yansımasıyla oluşan sorunlar diye tanımlayabiliriz.
Bunu biraz açabilir misiniz?
Bir kez eğitim sisteminde herkesin durumu aynı değil. Eğitim alma durumunda olanlar, eğitim sisteminde aynı biçimde yer almıyorlar, aynı konumda değiller. Eğitimin sorunlarının toplumun sorunlarına ne zaman açık olur, ne zaman kendini geri çeker bunu toplumsal durum tayin eder. Ancak Türkiye’de eğitim sisteminde çok basit, çok kolay her kesin görebileceği yüzlerce sorun var. Bunların bir kısmı düzgün ve daha insani bir sistemde çözülebilir.
Bunu örneklemek mümkün mü?
Mesela eğitimin en temel alanlarından biri olan öğretmen yetiştirmek konusu çok sorunlu, çok karmaşık ve ideolojik, ekonomik müdahalelere açık bir alandılr. Ama alt yapı sorunu, fiziki mekan sorunları aşılabilir. Bugün dünyanın her yerinde nitelikli bir eğitim için gerekli okul yapısı, estetik olarak çok iyi düzenlenmiş, temiz, sıcak ve düzgün mekânlar nasıl yaratılabilir bilinmektedir. Türkiye’deki okulların çoğunluğunda böyle düzenlenmemiştir. Bu şartlarla, bugünkü ekonomik olanaklarla bunların yapılmaması için ise hiçbir neden yok.
Neden yapılamıyor?
Sendikamız Eğitim-Sen’de de sürekli bunları konuşuyor ve tartışıyoruz. Genel bütçeden eğitime ayrılan pay çok yetersiz. Türkiye genç nüfusu yoğun olan bir toplum; dolayısıyla öğrenci sayısı sürekli artıyor ama aynı oranda eğitim bütçesi artmıyor. Aksine bütçeden öğrenci başına ayrılan pay azalıyor. Türkiye, genel bütçeden öğrenci başına, OECD ülkeleri Macaristan, Polonya ve Çek Cumhuriyeti’nin yarası kadar, Fransa’nın dörtte biri kadar para ayırıyor. Bunu kabul edebilmek mümkün değil. Türkiye’de eğitim bütçesi hazırlanırken her yıl artan öğrenci sayısı dikkate alınmıyor. Mesela bu yıl eğitim sistemine bir milyon üç yüz bin yeni öğrenci girdi. Bu gerçekten çok yüksek bir rakam. Şu anda Türkiye’de on sekiz bin öğrenci var. Ayrıca çok önemli bir konu ilk okula başlayamayan veya ilk öğretimden sonra ya da orta öğretimden sonra eğitidem dışlanan öğrenci sayısının çok fazla olmasıdır. Bunları da hesaba katarsak eğitime ayrılan kaynak çok daha az olur. Kamu okullaırna ayrılan kaynak azaldıkça eğitimin niteliği azalıyor. Halbuki herkesin nitelikli, parasız ve demokratik eğitim ilkelerine göre düzenlenmiş eğitim alma hakkı anayasal bir zorunluluktur. Hak söylemi beraberinde toplumsal bir sorumluluğu gerektirir.
Eğitim Sistemin ürettiği sorunlar nelerdir?
Kompartıman ya da adalar olarak toplumdan kaynaklan, eğitimden kaynaklanan sorunlar ayrımını kesin çizgilerle yapabilmek mümkün değil. Bunlar çoğu zaman üst üste geliyor. Eğitim sistemimizden kaynaklanan sorunlar böyle bir toplumun eğitim sistemi olduğu için ürüyor. Ayrıca eğitim sistemleri genellikle tutucu sistemlerdir. Değişmeleri zordu. Yepyeni bir öğretmen yetiştirmek nesiller boyu yatırım, nesiller boyu eğitimin yeniden şekillendirilmesi demek. Eğitimin sistemi de bürokrasisi de zor değişir. Eğitim sivil kesim içinde ideolojik olarak çok katı şekillenen ve şekillendirilen yapı olduğu için değişmesi için de çok büyük yatırım, gayret ve büyük planlama gerekiyor. Eğitim sisteminden kaynaklan sorunların başında demokratik kültürü ve iklimin yerleşememesi geliyor. Toplumlarda eğitime verilen bir rol var. Türkiye’de askeri darbeler sonrasında üniversiteler anarşi yuvası ve onları yetiştiren kumlar
olarak değerlendirildiği için büyük bir korku ve baskı altında kalan kurumlar oldular.
12 Eylül sonrası yaratılan bu ortam hala değişmedi mi?
On sene öncesine göre kısmen bir kıpırdanma var. Ama özünde değişmedi. Yirmi iki sene önce eğitim sosyolojisinde uluslararası bir kitabı okutuyordum. Toplumda ne türdün ayrımcılıklar var ve bunlarla nasıl baş edebiliriz konuşuyorduk. Ben “anadil temel haktır. İnsanların temek hakkıdır” dedim. Beni çok seven bir öğrencim ders bitiminde yanıma gelerek” hocam çok korkuyorum böyle konuşmayın başınıza bir şey gelir” diye beni uyarma ihtiyacı duydu. Bu benim hiç unutamadığım bir anımdır. Hâlbuki en temel insan haklarını ve evrensel hakkı konuşuyorduk. Eğitimin aslında, siyasal, sosyal sistemlerden bağımsız, özgürleştirici bir sistem olması ütopyası hep gündemdedir. Toplum eğtim sistemi yoluyla yeni nesiklerin nasıl bir vatandaş olacağına müdahale ediyor, belirliyor. Althusser’in söylediği gibi, eğitim sisteminin devletin ideolojik aygıtıolma konumu varadıra. Ama eğitimle toplum arasındaki ilişki tam da düz ve basit değildir. Bu ilişki toplumsal, ekonomik, politik yapının dinamiklerine ve toplumun kültürel iklimi ile de şekillenen özgün konumlar alabilir.
Bizim üniversitelerin ya da üniversite öncesi eğitimin kendilerine ait özgüm bir alanları var mı?
Türkiye’de sistem buna müsait değil. Ancak sistemi zorlamak bizim sorumluluğumuz. Kapitalist eşitsizliğin üretildiği yerlerden biri olan okulların dönüştürülmesi için çalışmak gerekir.
Bu 12 Eylül rejimin yarattığı üniversite sisteminden mi kaynaklanıyor?
Tabi ki. 12 Eylül üniversitelerin toplumla ilişki alanlarını tamamen daralttı. 12 Eylül zihniyeti eğitimin toplumsal değişim kapasitesini gördü ve bunu engelleyecek bir sistem icat etti. Edward Said’in de vurguladığı gibi entelektüel olmak aykırı olmaktır. 12 Eylül bunu ortadan kaldırdı.
12 Eylül neyi başardı?
Ben 12 Eylül sonrası üniversiteye döndüğümde inanamadım. Doktorasını bitirmiş genç arkadaşlar, işlerini iyi yapmak için çok çalışıyorlar ama toplumda ne oluyor hiç ilgilenmiyordu. Bizim eğitim fakültelerinde uğraştığımız alan çok toplumsal bir iş ama bu yönüyle ilgilenmiyorlar. “Riski” en az eylem ve etkinliklere dahi katılmıyorlardı. Üniversiteler ciddi korku cumhuriyeti olmuştu. Tabi tersi çok örnekl var. Ama ana eğilim böyleydi. Bizim bir kamusal geleneğimiz vardı. Bu içinde tamamen değişti. Geçmişte yaşanan önemli kamusal deneylerimizi bugüne taşıma sorumluluğumuz var. Okula yeni gelmiş öğrencilerimize.
Bu durumun ortaya çıkmasında üniversitelere giriş sınavını etkisi var mı?
Bence Türkiye’de yaşattığımız sınav sistemi bu topluma ve gençlere karşı yapılan en büyük kötülük ve haksızlık. Sınav sisteminin eğitim alanında ortaya çıkardığı dünyanın en yoz kurumları özel dershanelerdir. Üniversiteye girmek artık dershaneden geçiyor. Oysa buna hiç gerek yok. Ben bir kez sınıfta kaç kişi dershaneye gitti diye sordum. Bir genç parmak kaldırmadı. Diğerleri gitmiş. O gençte doğudan gelmiş, dershaneye gitmek olanağı yokmuş. Sınavlar her gecen gün zorlaşıyor. Çünkü sınava giren öğrenci sayısı arttıkça, sınavlar da zorlaştırılıyor. Sınavlar zorlaştırıldıkça da dershanelere gitme ihtiyacı çoğalıyor.
Gerek üniversitelerde gerekse de üniversite öncesi eğitimde ciddi bir eğitimci açığı var. Bu nereden kaynaklanıyor?
Çok genel olarak, bu kadar seçkinci yapının olması ve genç nüfusa oranla genel bütçeden eğitime ayrılan payın çok az olmasıdır. On yıl sonra kaç öğrencinin liseyi bitireceğini bilecek imkânlara sahibiz. Buna göre bütçe ayarlaması ve planlama yapılmıyor. Şimdi bazıları üniversiteden mezun olanlarda iş bulamıyor diyor. İş olanağı yaratmak başka bir sorun ve konu. Ama ben işsiz bir liseliye, işsiz bir üniversiteliyi tercih ederim. Nitelikli öğretim üyesi yetiştirebilirsek ki bunu yapmamızın önünde hiçbir engel yok, bu sorun aşılabilir.
Son yıllarda çok sayıda üniversite açıldı. Ama birçoğunda öğretim üyesi açığı olduğu gibi aynı zamanda eğitimin kalitesinin de hızla düşüyor olması bir eleştiri konusu, ama diğer taraftan atama bekleyenler var. Bu duruma nasıl yaklaşıyorsunuz?
Eğitimin sosyal politikası alanına giren birkaç sorun var burada. Bunlardan biri 1980 sonrasının neo liberal küresel kapitalist sistemde eğitime verilen rolden kaynaklanıyor. Küresel düzeyde egemenler eğitim sistemini toplumsal bir sorumluluk alanı olarak tanımamaya başladılar. Ayrıca aynı iktidar odaklarıa eğitim alanında çok ciddi bir ticari potansiyelin olduğunu keşfettiler. Dünya Bankası, İMF ve Dünya Ticaret Örgütü’nün bu potansiyel piyasaya açma çabasına girdiler. Avrupa Birliği Lizbom Deklarasyonu’yla “Avrupa Yüksel Öğretim Alanı”nı tanımladı. Bu Avrupa ülkelerinin eğitim alanında dünya ile rekabet edebilmesini sağlamaya dönük bir tanımlama ve anlaşma. Yüksek öğretim sistemi hantal, piyasanın ihtiyaçlarına açık ve girişimci olmayan, rekabet kapalı bir yapı olarak değerlendirildi.
Rekabete kapılı olmaktan kastınız, piyasa ekonomisi mi ?
Evet, tamamen öyledir. Zaten entelektüel rekabet, onların meselesi değil, bizim meselemiz ve işimiz. Gerçekten taraflar, ideolojik saflar çok net. Herkes ideolojik duruşuna göre eğitim sorununu ele alıyor. Bir tarafta eğitime seksen sonrası biçilen rol var. Yani herkesin nitelikli eğitim alması gereksiz görülüyor. Piyasanın ihtiyaçları önemlidir deniyor. Örneğin bir önceki Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, Ankara’da Eğitimde Küreselleşme konferansındaki konuşmasında, “Biz Avrupa’nın ihtiyacı olan mesleki teknik elemanları yetiştireceğiz,” dedi. Bu söz nasıl söylenir anlayamadım. Bakan, böylece küreselleşmede Türkiye’ye biçilen rolü açıkça söylemiş oldu. Bu yaklaşım Avrupa ülkelerinin önlerine koydukları hedeflere dönük sınırda bir vizyon ve tahayyül.
Türkiye’nin bu politikasını nasıl tanımlamak gerek?
Küresel dünyanın neo liberal politikaları ekseninde şekillenen bir politikadır. AKP, şimdiye kadar gördüğüm en acımasız piyasacı eğitim politikası izliyor.
AKP ilköğretim öğrencilerine ders kitaplarını ve defteri bedava vermesini bu politikanın neresine oturtuyorsunuz?
Tamamen popülist politikadır. Bir de bütün bu dağıtım işinden kimler yararlanıyor buna bakmak gerek. İlköğretim kitaplarında Başbakan Erdoğan’ın resimleri var. Bütün iktidarlar ilköğretimde ideolojik şekillenmeyi kontrol etmek ister. AKP’de bunu yapıyor. AKP kitap, defter dağıtımına ideolojik yaklaşıyor. Yani sosyal devlet gereği bu yapılmıyor. Piyasaya endeksli eğitim sisteminde sosyal politikalara dayalı dayanışma örgütlenmez. Ancak yoksulluğun çok çıplak olduğu dönemlerde bu türden popülist politikalarla geçiştiriliyor. Piyasanın ihtiyaçları ile eğitimin amacı hiçbir biçimde örtüşmez. Eğitim alanına güvenlik perspektifiyle yaklaşmak kabul edilemez.
Perşembe günü Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu bu ders yılını ayrımcılığa karşı ders vererek başlattı. Ancak kitaplar baştan aşağı cinsel, dinsel ve etkin ayrımcılıkla dolu. Bu da popülist politikalarının bir ürünümü, yoksa şuursuzluk mu?
Bakan Çubukçu cins ayrımcılığında gerçekten rahatsız olmuştur diye düşünüyorum. Ama diğer taraftan her türlü ayrımcılık sistemin merkezinde duruyor. Sosyal ayrımcılık üzerine oturan bir eğitim sisteminin yürütücüsüdür. Eğitim sisteminde “paran kadar oku” anlayışı gittikçe yaygınlık kazanmıştaır, eğitimsisteminin kendisi ayrımcıdır. En iyi okullarda, en nitelikli sayılan üniversitelerde, genellikle ekonomik, kültürel ve sosyal sermayesi statüsü yüksek sınıfların ve kesimlerin çocukları okuyor.
Birde “haydi kızlar okula” gibi kampanyalar var.
Bunlar iyi niyetli girişimler olabilir ama eğitim kamusal bir sorumluluktur. Kamunun yerine getirmesi gereken görevleri sivil toplum örgütlerinin üstlenmesi doğru değil. Göz boyayan ve tehlikeli kampanyalar.
Neden tehlikeli?
Bu tür çalışmalar eğitimin kamusal bir sorumluluk oladuğu ilkesini göz aradı ediyor, çeşitli ayrımcılıkları meşrulaştırıyor.
Haydi kızlar okula kampanyasının asimilasyon projesi olduğu yönündeki eleştirileri nasıl karşılıyorsunuz?
Ben bu projesinin özüne karşıyım. İyi niyetle çalışanlara bir şey demem. Ama sivil toplum örgütleri “eğitim toplumsal bir haktır ve kamunun görevidir” kampanyası yapmalarını daha doğru bulurum. Doğrudan asimilasyon projesidir diyemem. Güney Doğu’daki yatılı bölge okullarının asimilasyoncu niteliği üzerine bilgiler çoktur.
Okullarda okutulan antlarla başlamıyor mu ayrımcılık?
İlköğretimde okutulan ant ciddi ayrımcı bir ant. Çok ciddi bir sorun. Bu kadar çok kültürlü bir toprakta o ant çok ciddi bir problem. Totaliter bir zihniyetin yansımasıdır.
Son günlerde en çok tartışılan ve sendikanızı da kapanma tehlikesiyle karşı karşıya getiren anadilde eğitim sorununa nasıl yaklaşmak gerek?
Bu ülke öyle bir ülke ki, bizim eğitimci olarak mesleğimizin gereğini yerine getirmemiz ve ifade etmemiz suç olarak telakki edilebiliyor. Anadilde eğitim hakkı tartışılmaz en temel haklardan biridir. Bunun engellenmesi çocuğun bütün eğitim hayatını pedagojik olarak ciddi biçimde etkiler. Çünkü çocuğun psikolojik, sosyal, kültürel ve ekonomik gelişmesini etkilemektedir ve engellemektedir. Sorumlu devlet bu hakkı tartışmaz ve engellemez. Güvenlik sorunlarıyla pedagojik sorunları bir birine karıştırmak çok tehlikelidir. Esas sorun bu ayrım yapıldıktan sonra, anadilde eğitim verme kararı aldığımızda başlayacak. Çünkü çok dilli eğitimin nasıl uygulanacağını belirlemek gerek. Dünyada tek bir uygulama yöntemi yok, çok değişik yöntemler var.
Bir diğer tartışma konusu turban konusu. Bu soruna nasıl yaklaşıyorsunuz?
Burada özgürlükçü laiklikle baskıcı laikçilik, toplumda gericiliği üreten sistemle, üniversiteye gelen öğrenci bir birine karıştırılıyor. Ben üniversiteye gelmiş öğrenciyi içerde istiyorum. Kapıda bekletilmesini istemiyorum. Başı örtülümü açık mı ilgilenmiyorum. Toplumun dincileştirilmesine karşı mücadele ederim ama öğrencinin eğitiminin engellenmesini istemem. Şapka takılarak üniversitelere girilmesi tam anlamıyla iki yüzlülüktür. Bu takanın değil, taktıranın sorunudur.
Bu yasaklar nereden kaynaklanıyor?
Tamamen siyasal süreçle ilgili bu yasaklar. Türkiye’nin içinde bulunduğu politik karmaşık sorunların bir yansıması oluyor.
* Hakan Tahmaz'ın Fatma Gök'le söyleşisi, Birgün gazetesinde 28 Eylül 2009'da yayımlandı.