31 Mart yerel seçimlerinde CHP İstanbul, Ankara, Adana, Antalya büyükşehir belediyelerini AKP'den, Mersin'i ise MHP'den aldı ve 30 büyükşehir belediyesinin 11'ine sahip oldu. İYİ Parti "Millet İttifakı" çerçevesinde, HDP ise seçimden önce açıkladığı "bölgede kayyum atanan belediyeleri geri alma, batıda ise AKP-MHP'ye kaybettirme" stratejisi çerçevesinde bu şehirlerde CHP'yi destekledi.
AKP-MHP ittifakı ise belediye meclislerinde toplam yüzde 51.6'lık bir oy oranı elde etti. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da seçim gecesi yaptığı konuşmada ittifakın oy oranının 24 Haziran genel seçimlerine yakın bir seviyede olduğunu belirterek "beka hassasiyetine sahip çıkan tüm vatandaşlarına" teşekkür etti.
Jean Monnet Kürsü Başkanı Prof. Ali Tekin'le seçim sonuçlarının sebepleri ve hem iç, hem de dış politikadaki muhtemel yansımaları üzerine söyleştik. Sorularımızı e-posta üzerinden yanıtlayan Tekin "güç temerküzüne dayalı" başkanlık sisteminin özellikle büyük kentlerde muhafazakarların da dahil olduğu orta sınıflar arasında zayıfladığını ve ortaya çıkan tablonun "daha kapsayıcı, daha üretken, daha bu dünyalı, daha bilgi ve teknoloji odaklı, daha insan odaklı bir taşıyıcı iktidar koalisyonuna" gidebileceğini söylüyor.
Hafife alınamayacak bir yenilgi
AKP yerel seçimlerde İstanbul, Ankara, Adana, Antalya, Mersin gibi önemli büyükşehirleri CHP'ye yenildi. Buna karşın Cumhur İttifakı da belediye meclislerinde yüzde 51.6 oy aldı. Uluslararası medya da sonuçları genelde "Erdoğan'ın ilk yenilgisi" olarak yorumladı.
AKP'nin 31 Mart yerel seçimlerinde hafife alınamayacak bir yenilgi aldığı görüşüne katılıyorum. Bunun AKP tarafından da bir yenilgi olarak algılandığını görüyoruz—aksi takdirde İstanbul seçim sonuçlarını kabul etmekte bu kadar zorlanmasını açıklayamayız. AKP'nin bu kadar stresli davranışlar sergilemesi, ülke çapında yüzde 50'den fazla oy almış olmanın vermesi gereken –beklenen– rahatlığı izale [yokediyor] ediyor.
Demek ki, AKP'nin kayıp hissi, dışarıdan gözlem yapanların çıplak gözle gördüğünden çok daha kuvvetli. Ama şu bir gerçek ki, iktidarının meşruiyetini başından beri seçim sonuçlarına ve ekonomik büyümeye bağlamış olan AKP, bunlardan ilkini büyük kentlerde, ikincisini ise tüm ülkede usul usul kaybediyor diyebiliriz (Liberal demokrasi iddiasını çoktan terk ettiğini söylemeye gerek yok sanırım).
Buradan çıkarılabilecek sonuçlardan başlıcası belki de şu: Başkanlık sisteminin güç temerküzüne dayalı hoyrat kurumsal yapısının Türkiye için taşıdığı sakıncalar ortaya çıkmaya başladı ve halk da bunu giderek daha fazla hisseder oldu. Kısacası, başkanlık sisteminin meşruiyeti zayıflamış ve bir sistemik dönüşüm talebi filiz vermiş gibidir.
İstanbul başta olmak üzere büyük kentlerde –bazı muhafazakarlar da dahil-- orta sınıf katmanlarının, üretken tabakaların, demokratik aşınmadan birey olarak da etkilenmeye başlayan eğitimli kesimlerin ve gençlerin, unutulduğu ya da bilinçli olarak sistemden dışlandığı hissine kapılan dar gelirlilerin, yeni 'göçmen'lerin verdiği bir tepki var. AKP liderliği bu tepkinin boyutlarının ve derinliğinin giderek arttığını görüyor olmalıdır.
Bu tepkinin, AKP yönetiminin ekonomik büyüme döneminde kendi açısından başarıyla ama ülke ve toplum açısından muazzam bir kayıp olarak uyguladığı 'rant peşinde koşan toplum' modeline yönelik olduğu söylenebilir. Ekonomik kriz ortamında bu rantçı modelin sınırları iyice ortaya çıkmaya başladı. Yerine gelmesi gereken 'üretken' ekonomi politik anlayışı için bir toplumsal talep el yordamıyla da olsa oluşmaya başlamış görünüyor. Bu renkli tablodan yepyeni, daha kapsayıcı, daha üretken, daha bu dünyalı, daha bilgi ve teknoloji odaklı, daha insan odaklı bir 'taşıyıcı iktidar koalisyonu' ortaya çıkabilir. Bu potansiyel var.
Bu sonuçların Avrupa'da ve AB'de yansıması nasıl olur?
Görüldüğü kadarıyla AB kurumları, yaklaşık on yıldır Türkiye'nin 'daha fazla' demokratikleşmesini beklemenin abesle iştigal etmek olduğunu değerlendiriyorlardı. AB Parlamentosu'nun açık sözlü ve görece eleştirel ilerleme raporlarında bunu görüyoruz. Avrupa Birliği Konseyi ise, Türkiye'ye 'askıda müzakereci ülke' muamelesi yapageldi: Avrupa'ya sağladığı/sağlayabileceği önemli jeo-stratejik avantajlar (düzensiz göç, enerji hatları, Rusya dengesi, vs) nedeniyle dışlanmaması gereken ama kulüp üyeliği gerçekçi görülmeyen, norm-temelli değil çıkar-temelli ilişkilere önem verilen bir ülke.
Türkiye'de liberal demokrasinin gerilemesi ve bütünüyle Avrupa-dışı bir çembere girmesi, Avrupalıların bir kısmını hayal kırıklığına iterken bir kısmını ise önyargılarının teyit edildiği değerlendirmesine yönlendirdi.
Bu bağlamda değerlendirdiğimiz zaman, bazı AB ve Avrupa ülkeleri –en azından bir kısmı—Türkiye'deki son yerel seçimlerde ortaya çıkan sonucu, AKP yönetimi altında son on yılda giderek otoriterleşen Türkiye'de, bugüne ve geleceğe dönük ümit vadeden bir toplumsal ve siyasi refleksin ortaya çıkması olarak görmeye meyledeceklerdir. Avrupa'nın demokratları 'Türkiye'yi Ortadoğu/Avrasya tarzı otoriterlikten ibaret bir ülke olarak –henüz-- görmemek gerektiğini düşünüyor olabilirler. Günün sonunda, 31 Mart seçimleri de gösterdi ki, önemli sorunlarına rağmen Türkiye'nin siyasi, ekonomik ve toplumsal panoraması hala renkli ve dinamik unsurları içinde barındırıyor düşüncesi güçlenmiş görünüyor.
Seçim sonuçlarının tetiklediği, AB ve Avrupa ülkelerinin Türkiye'ye yönelik politikalarında önemli bir değişikliği bu aşamada beklememek gerekir. Aslında mevcut 'askıda ilişki' hali varolan koşullar altında ideal olanı bile olabilir.
Muhalif belediye başkanları
Ancak şu kayıtla: Türkiye'de yerel seçimlerde başarılı olan 'muhalif' belediye başkanlarının performanslarının dikkatle izleneceği kesindir. Bu seçim sonuçlarının, genel Türkiye siyasetinde ne gibi potansiyellere işaret ettiği, bundan sonraki gelişmeler de dikkate alınarak sürekli olarak irdelenecektir. Özetle, Türkiye'ye olan AB ve Avrupa ilgisi artacaktır. Bu seçim sonuçlarının geçici bir hal mi, yoksa daha derin sosyo-siyasi süreçlerin başlangıç noktası mı olduğu sorusuna herkes kendince yanıt bulmaya çalışacaktır.
AB ve Avrupa'nın Türkiye'ye göstereceği yeni 'entelektüel' ilgi tek yönlü değildir. Olmaması beklenir.
Türkiye'de artık –en azından bir süre—siyaset, bir 'koalisyon/ittifak kurma' sanatı olarak icra edilmek durumundadır. Başkanlık sistemine geçiş bir yandan kutuplaşmayı beslerken, bir yandan da koalisyonel bir siyaseti öne çıkarmıştır. Bir adım daha ileri gidersek, küresel dönemin dinamikleri çerçevesinde, Türkiye içindeki siyasi koalisyonların ulus-devlet sınırlarını giderek daha fazla zorladığını söyleyebiliriz. Türkiye siyasetinin AB ve Avrupa bölgesel dinamikleriyle yakından ilgili olduğu açıktır. Türkiye'de son on yıllarda görece başarılı olmuş iktidar blokları, genellikle Avrupa ve/veya Batı ile de facto ya da de jure bir eklemlenme süreci içinde olmuştur.
"Ulus-devlet reflekslerine dönüş"
Son yıllarda AB-Türkiye ilişkilerinin önemli ölçüde mülteciler meselesine ve ticari faaliyetlere indirgenmesi, hukukun üstünlüğü, demokrasi, insan hakları gibi konularda AB'den gelen baskıların da azalması söz konusu. Bazı insan hakları örgütleri de son dönemde Türkiye lehindeki AİHM kararlarının artmasına dikkat çekerek bu durumu eleştiriyor. Seçimlerin ardından bu durumda bir değişiklik bekler misiniz?
Ne AB ne de Türkiye müzakere sürecini tamamlama iradesine sahiptir. Türkiye'nin 'Ankara kriterleri'nin ne içerdiği tartışılır ancak Türkiye'yi AB'den uzaklaştırdığı tartışma götürmez. AB'yi epeyce zorlayarak da olsa tek aktörlüğe indirgersek, bu tek aktörün, Türkiye'nin AB üyeliğinin adeta 'eşyanın tabiatına aykırı' olduğu noktasına hiç olmadığı kadar daha yaklaşmış olduğunu söyleyebiliriz.
Bir diğer önemli olgu ise, son dönemde çoğu AB ve Avrupa ülkesinde popülist siyasi akımların, Afrika ve Asya'dan yönelen mülteci ve göç dalgalarını 'varoluşsal' bir güvenlik meselesi olarak politize etmeleri ve bunun kamuoylarında oldukça etkin destekler bulması, bu ülke hükümetlerinin soruna 'esnek' (çoğu kez etik sorunları da içeren) çözümlere yönelmesine yol açmasıdır.
Brexit referandum sürecinde görüldüğü üzere göç hakkında abartılmış söylemler etkili olabiliyor. Alman hükümetinin Türkiye ile ilişkilerinde mülteciler konusunun en ön plana çıkmış olması ve buna uygun pragmatik bir iklimin oluşması ve Kopenhag siyasi kriterlerinden keskin sapmalara tolerans gösterilmesi eleştirilebilir --ve de eleştirilmelidir-- ancak bu durum hiç beklenmeyen bir gelişme de değildir. Doğru ya da yanlış bir değerlendirmenin ürünü olması bir yana, AB/Avrupa ülkelerinin pek çoğu içeride giderek güçlenen neo-popülizmi kontrol altında tutmak ile insan hakları normlarından tavizler vermek arasında sıkışmış bir konumda hissettiğinde geleneksel ulus-devlet reflekslerine dönüş yapıyor.
Bu minvalde, hem AB/Avrupa hem de Türkiye, ilişkilerin bu aşamada büyük ölçüde 'yararcılık' esasına göre yürümesini en kullanışlı modus operandi [yöntem] olarak görüyor. Böylece, 'normlara uygun olma mantığı' yerine 'çıkarlara uygun sonuç alma mantığı' AB/Avrupa-Türkiye ilişkilerinde daha ağır basıyor. Değerler sistemi ortaklığı, arka planda sönükleşiyor, ilişkiler yalnızca karşılıklı çıkarları gözeten bir patikada yol alıyor.
Yukarıdaki soruda varsayıldığı üzere, AB ve Avrupa'nın Türkiye'deki siyasi sistemi istikrarlı bir toplumsal ve moral meşruiyet zemininde görmediği açıktır. Ancak buna karşın, bu görüşlerini özellikle son yıllarda görece daha alt perdeden ifade etmelerinin iki önemli nedeni var.
Özetlemek gerekirse... Birincisi (yukarıda bahsettiğim) Türkiye'yi tümüyle dışlayıp bundan AB ve Avrupa ülkelerinin de zarar görmesinin önüne geçme saiki; ikincisi ise bazı AB ve Avrupa ülkelerinin kendilerinin de önemli bir demokrasi kriziyle karşı karşıya olması ve sahip olduklarını düşündükleri 'etik üstünlük zemini'nin (moral high ground) zafiyet geçiriyor olması.
Popülizm Polonya'dan Macaristan'a, İtalya'ya ve diğer bazılarına yaygınlaşırken Avrupa'nın normatif liderliği elbette 'yaralı' hale gelmiştir—böylece Türkiye'deki popülizmi daha sıradan bir olgu olarak değerlendirmek durumunda kalmışlardır.
Kişisel olarak ayrıntılı bilgi sahibi olmamakla birlikte, uzmanların AİHM kararlarında son yıllarda gözlediği aykırı hallerin giderek daha 'anlayışlı' karşılamasının arkasında da, Avrupa'daki bu etik belirsizlik ikliminin bulunduğunu söyleyebiliriz. Bileşik kaplar kuralı çalışıyor elbette. Ek olarak, Türkiye'de 15 Temmuz 2016'da yaşanan darbe girişimi sonrasında yoğunlaşan hukuki belirsizlik ve kaos ortamının, AİHM'nin oldukça yabancısı olduğu bir durum olduğu açıktır ve muhtemelen bu dönemin hukukunu/hukuksuzluğunu irdelemede zafiyet göstermektedir.
Trump tipi liderlik
Bu arada AB bir yandan da kendi içinde popülist sağın yükselişiyle uğraşıyor. Türkiye hükümetinin de AB çizgisinden çok bu unsurlara yakın bir politika izlediğini görüyoruz. ABD ile ilişkilerde hükümetin "Amerikan müesses nizamı" ile Trump arasında olduğu varsayılan çatlaklardan yararlanmaya yönelik bir politika izlediğini, hükümet yanlısı medyada da "Trump Amerikan derin devletine karşı" şeklinde bir anlatı kurulduğunu görmüştük. Hükümetten Avrupa'ya yönelik benzer bir politika bekler misiniz, örneğin İtalya'daki popülist hükümetle yakınlaşma gibi?
Dünyada giderek yaygınlaşan popülizm her ülkede biraz farklı tezahür ediyor. Sağ ve sol versiyonları olmakla birlikte, sağ versiyonları daha tipik ortak noktalara sahip. Türkiye'deki sağ popülizm de elbette diğer sağ popülizmlerle önemli benzerliklere sahip. Ancak AKP popülizminin Batı-dışı ülkelerdeki popülizmlerle pek çok ortak söylemleri varken, Avrupa/Batı sağ popülizmleri ile ise onulmaz karşıtlıkları var.
Batı popülizmleriyle sıcak ilişkiler kurması kendi varlığını inkar etmek olur. Avrupa sağ popülizmi İslamofobik, göçmen karşıtı (siz bunu Müslüman göçü diye okuyun), ırkçı (siz bunu Asyalı ya da Afrikalı –çoğunlukla yine Müslüman-- diye okuyun) özelliklere sahiptir ki, bu özellikler AKP yönetiminin Türkiye'deki popülist söyleminin en önemli 'girdi'lerindendir. AKP'nin Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi'nde içinde yer alacağı bir parti grubu bulmakta sıkıntı yaşaması biraz da bundandır.
AKP yönetiminin ABD-Türkiye ilişkilerinde Başkan Trump ile Amerikan derin devleti arasındaki açıklıktan yararlanma söylemini gerçekçi bulmuyorum. Daha çok 'umarız öyle bir farklılık vardır' hüsnü kuruntusu izlenimi veriyor.
Bir kere 'derin devlet' oldukça sorunlu bir kavram. Her ülkede bürokrasi içindeki dengeler ve rekabet ve bürokrasiyle seçilmiş liderler arasındaki ilişkiler incelenir. Ancak bu incelemeler, bir 'derinlik' meselesinden ziyade, işin doğası gereği ortaya çıkan farklılıklara ve rekabete yoğunlaşır. Örneğin, Başkan Kennedy döneminde 1962 Küba füze krizine ilişkin geliştirilen politikaları inceleyen Graham Allison, Kararın Özü (Essence of Decision) adlı kitabında farklı aktörlerin aldıkları pozisyonları, rekabeti ve çekişmeleri irdeler ve sonuçlar çıkarır. Bunlardan birisi de Amerikan devlet aygıtının oldukça çok-odaklı bir (bürokratik) rekabet içinde çalıştığı yönündedir. Tek odaklı ve hegemon bir 'derin' yapıdan söz etmek zordur.
Eğer Amerikan derin devletinden kastedilen Pentagon ya da CIA ya da 'Pentagon artı CIA' ise, Trump tipi liderlik tam da bu kurumlarda etkili olan grupların tercih etmesi beklenen türden bir liderliktir bile diyebiliriz.
Türkiye'nin böylesi görece yüzeysel arayışlar yerine, iki ülke arasındaki ilişkilerde yaşanan önemli sorunların gerçekçi bir analizini yaparak, ülke diplomasisinin bu başlıktaki birikimden de yararlanarak çözümler geliştirmesi daha doğru olacaktır. Başkan Trump'ın kişisel ve ani tercihlerine bel bağlamak anlamlı değildir.
Gerek Avrupa ile olsun, gerekse ABD ile olsun, ilişkilerin, liderlerin bireysel özellikleri, kişisel tercihleri üzerinden yürütülmesi yaklaşımı önemli bir yanlış ön kabulden kökleniyor gibidir: otoriter ülkelerdekine benzer şekilde bu ülkelerde de lider ne derse o olur anlayışı. Trump'ın oldukça eksantrik bir başkan olduğu doğrudur ama yine de bir Putin değildir (Putin'in aklına estiği gibi kararlar verdiğini de kim söyleyebilir ayrıca!).
Devlet gelenekleri daha gelişmiş olan Batı demokrasilerinde karar alma mekanizmaları oldukça komplikedir -- istisnalar istisnadır.
"Türkiye'nin 'bölünmüş kimliği' dezavantaj olmak zorunda değil"
Muhalefet bundan sonraki dönemde dış politika ve Avrupa ile ilişkiler konusunda nasıl bir tutum izlemeli?
Muhalefet unsurları elbette birbirinden farklı dış politika anlayışlarına sahip olabilirler. Burada yalnızca yerel seçimlerde daha da somutlaşan 'alternatif siyasi blok'un dış politika yaklaşımına ilişkin bazı genel önermelerde bulunalım.
Türkiye'nin dünya siyaseti, ekonomisi ve jeo-stratejisi içindeki konumu ve buna ilişkin tarihi belleği, Batı yönelimini besleyen temel faktörlerdir. Dolayısıyla, zaman zaman ortaya çıkan Batı-dışı stratejik arayışların başarı şansı geçmişte de olmadı, yakın geçmişte AKP yönetiminin bu yöndeki en sistematik denemesi de kalıcılık ya da başarı gösteremedi.
Türkiye, bütün sorunlara rağmen, Batı dünyası ile ilişkilerini daha pozitif bir çerçevede yürütmek için gerekli özgüven ve uzgörüye sahip olmalıdır. Demokrasinin konsolide olması, üretim ve refahın artması, çevresine olumlu dışsallıklar yayan ve evrensel kültüre daha etkileyici katkılar yapabilen bir ülke olması için Türkiye'nin ağırlıkla Avrupa (ve Batı) sistematiği içinde yer alması önemlidir.
Batı dünyasının, göreceli durağanlığına rağmen hala küresel siyasetin son arbitörü [söz sahibi] olduğunu görmek durumundayız. Önümüzdeki 30-50 yılda Batı dünyasının demokrasi ve insan hakları, teknolojik ve ekonomik gelişme gibi alanlardaki öncülüğüne devam etmesi güçlü olasılıktır.
Türkiye'nin Batı yönelimi, elbette, Doğu ile bağlarını zayıflatmasını gerektirmez. Hatta Doğu ile daha derinlikli ve istikrarlı ilişkileri de mümkün kılabilir. Türkiye'nin --Huntington'ın meşhur terimiyle-- Doğu ile Batı arasında 'bölünmüş' bir kimliğe sahip olması, bir dezavantaj olmak zorunda değildir; Türkiye'nin bu varsayımsal dualizmi aşma potansiyeli aslında ülkenin dünya sistemi içindeki 'yapısal gücü' olarak da ele alınabilir. 'Evrensel alan'a yakınlık bile sağlayabilir.
Türkiye, Ortadoğu ve Avrasya coğrafyalarında ortaya çıkan gelişmelerin olumlu ya da --daha sık-- olumsuz 'dışsallıklarına' maruz kalıyor. Türkiye'nin bu bölgelere yönelik dış politika anlayışı, bu ülkelerle düzeyli, ilkeli, samimi işbirliği yollarının aranması olmalıdır. Türk dış politikası ahlaki bir zemin üzerinde inşa edilmelidir. 'Ayrıştırıcı' değil, 'birleştirici' bir diplomatik misyon ortaya konmalıdır. Suriye politikasının yol açtığı kayıp ve yeni tehditlerden gerekli dersler mutlaka çıkarılmalıdır; komşularla iyi ilişkiler ilkesi yeniden yaşama geçirilmelidir. Aşırı müdahaleci tutumlardan kaçınılması gerekir.
Özellikle eski Osmanlı coğrafyasında yer alan ülkelerle ilişkilerde buyurgan ve kibirli yaklaşımlar içine girilmesi oldukça yanlıştır, bu ülkelerin eşit aktörler olduğu olgusu içselleştirilmelidir. Türkiye'nin Ortadoğu, Afrika ve Orta Asya ile olan ekonomik ilişkilerinde gerçekçi bir perspektif oluşturması zorunludur. Bu bölgelerle olan ilişkilerin arttırılması önemlidir ancak bölgesel istikrarsızlıklar bu bölgelerin ticari ve yatırım potansiyeline ihtiyatla yaklaşılması gerektiğini gösterir.
Öte yandan, Türk dış politikasının önümüzdeki dönemdeki önemli bir sütunu, 'Asya açılımı' olmalıdır. Hedef; Çin, Hindistan, Güney Kore gibi yükselen ekonomiler ve Japonya, Tayvan, Singapur gibi 'başarılı' ülkelerin küresel dinamizminden yararlanmak olmalıdır. Türkiye'nin 'Asya açılımı' yapmak için gerekli olan kapsamlı ve derinlikli bir altyapıyı hazırlaması, işbirliğini kolaylaştıracak kültürel etütler, dil eğitimi, öğrenci değişimi gibi alanlarda önemli yatırımlar yapması elzemdir.
Batı ve Asya'yı birbirinin alternatifi olarak değerlendirilen işbirliği aktörleri olarak görmek doğru bir yaklaşım değildir. Özellikle de Şanghay İşbirliği Örgütü ya da BRICS (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika Cumhuriyeti) gibi oluşumları Batı kurumlarıyla karşılaştırmak yanıltıcıdır. Her iki örgütün üyeleri, ülke olarak sahip oldukları büyük ekonomik hacimleri ve geniş işgücü kaynaklarıyla dünyanın geleceğinde oynayacakları potansiyel roller bir yana, büyük stratejik uyuşmazlıklara sahiptirler ve bir entegratif projenin tarafları değildirler. Bu bakımdan Batı'nın entegratif kurumları kadar ortak politika ve pozisyonlar üretme kapasiteleri yoktur.
"Muğlak zemin"
Önümüzdeki dönemde Türkiye - Avrupa ilişkilerine dair bir en iyi, bir de en kötü senaryo çizebilir misiniz?
En kötü senaryo, AKP yönetiminin seçim sonuçlarının etkisiyle giderek siyaseten daha güvensiz hissetmesi ve içeride otoriterliğin dışarıda ise çatışmacı üslubun dozunu arttırması sonucu AB/Avrupa ile olan ilişkilerin tamiri zor bir kulvara girmesidir. Bunun Avrupa ülkeleriyle olan ikili ilişkileri de etkisi altına alması sorunları katmerli hale getirecektir. Buna Avrupa'da popülist sağın giderek güçlenmesi senaryosunu da eklersek, karamsar olmak için epeyce neden ortaya çıkmış olur.
En iyi senaryo ise, AKP hükümetinin yerel seçimlerde seçmenin yaptığı uyarıyı ciddiye alması ve hem içeride hem de dışarıda 'normalleşme' adımlarını hızla atarak AB/Avrupa ile yeni bir başlangıç yapabilmesidir. Önümüzdeki dönemde AB'nin 2000'lerin ikinci yarısında içine girdiği siyasi ve mali krizden güçlenerek çıkması, Brexit meselesini en az yıpranmayla aşması –1970'lerde yaşadığı varoluşsal krizden 1980'lerin başında hızla çıkması misali—AB'yi yeniden canlandıracaktır. Özgüvenli Türkiye ve özgüvenli AB, entegrasyonu derinleştirmeye yönelebilirler.
Gerçek ise, muhtemelen bu 'net' senaryoların dışında bir yerlerde, daha muğlak bir zeminde gelişecektir.
Prof. Ali Tekin hakkında Akademisyen (siyaset bilimi- uluslararası ilişkiler), ve siyasetçi. Avrupa Komisyonu Jean Monnet Kürsü Başkanı.Yaşar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü (2013-2014), Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü'nde öğretim üyesi (2003-2013) idi. 21. Dönem (Nisan 1999- Kasım 2002) Demokratik Sol Parti Adana Milletvekili, Türkiye-Avrupa Birliği Karma Parlamento Komisyonu ve Dışişleri Komisyonu üyesiydi. Avrupa Birliği Anayasası'nı hazırlayan Avrupa'nın Geleceği Konvansiyonu'nda TBMM'yi temsilen bulundu. Yüksek lisans ve doktora derecelerini ABD Pittsburgh Üniversitesi'nden uluslararası ilişkiler alanında aldı. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi bölümü mezunu. Türkiye'nin ekonomi politiği, dış politikası, AB ile ilişkileri üzerine kitaplar, kitap bölümleri ve makaleler yazdı. 1965 Adana Ceyhan doğumlu. Kaynak: alitekin.org |
(VK/HK)