Bu sene onüçüncüsü düzenlenen uluslararası belgesel ve kısa film festivali DokuFest Kosova'nın Prizren şehrine coşkuyla kutlanan bir panayır atmosferi kazandırdı.
Avrupa'nın çeşitli ülkelerinden gelen sinemaseverler ve etkinliğin ABD ağırlıklı geniş davetli topluluğunun yanısıra Kosovalılar da kentin her yanından ve memleketin diğer köşelerinden tarihi merkeze akın etti, özellikle çevremizdeki içsavaşların vehametini ortaya koyan filmlerle farkındalıklarını arttrdı.
Yabancılık çekmiyorum
Bazen insana zamanı dondurmuş bir Osmanlı kasabası hissi veren Prizren'de bilhassa akşam saatlerinde sinema salonları, kafeler, barlar, restoranlar dolup taştı. Ezan sesleri tekno müziğe karışırken gençler, aileler, kadınlı erkekli gruplar Şadırvan meydanı ve etrafındaki sokaklarda İstiklâl caddesini aratmayan kalabalıklar oluşturdu.
Kentte Türkçe konuşanlar, Türkçe tabelalar, dükkanlarında Türkiye'den muhtelif fotoğraflar sergileyenler, Kral TV üzerinden Türkçe müzik yayını yapan müesseseler veya Türkiye'de üretilmiş mal satanlar, insanın kendisini Türkiye'de sanmasına sebep olabiliyor; hele hele İstanbul'dan geldiğinizi söylerseniz memnuniyetlerini gizlemeleri mümkün değil. Genelde insanlar göz göze gelmekten kaçınmıyorlar, nazikçe gülümsemek ve selamlaşmak, hatta şakalaşmak günlük hayatın parçaları halinde. Ne var ki Beyoğlulu ve adalı bir insan olarak benim onların İstanbul coşkularına aynı şevkle karşılık vermem her zaman kolay olmuyor. Çoğunun geçmişinde bir İstanbul anısı mutlaka çıkıyor, bazı gençler için ise hala görmedikleri kente gitme hayali hayatlarının önemli bir parçası gibi duruyor.
Oysa misafir edildiğim evin odasında duvara asılı üçe bölünmüş Boğaziçi Köprüsü fotoğrafına her baktığımda üçüncü Boğaz köprüsü ve ona bağlantılı karayolları uğruna kurban edilen ormanlar, üçüncü havaalanı ve su havzalarına verilecek zararlar, Marmara denizine Yenikapı ve Maltepe'den sonra olası üçüncü dolgu alanı ve işgüzarların Dubai özentisi gözümün önüne geliyor.
Yüzyıllar boyunca imparatorluklara başkent olmuş şehrin tarihi dokusuna değer verecek kapasitede görünmeyen yöneticilerin eline kalmış İstanbul, üç parçadan müteşekkil bir fotoğrafın kontroplağa yapışık suretinden ibaret turistik bir süs eşyası mıdır?
Prizren'in en kalabalık sokaklarından birinde esnaflık yapmasına rağmen günde beş vakit namazını aksatmayan genç adam, Neve Şalom Sinagogu seviyesinden çekildiğini tahmin ettiğim, yeni olmasına rağmen siyah beyaz basılmış Galata Kulesi fotoğrafına bakarken, semtin çalkantılı geçmişinden veya GalataPort projesiyle mıntıkaya indirilmek istenen nihai darbeden haberdar mıdır?
Tarihi merkezin ortasındaki Şadırvan'ın yanıbaşında, her yaş ve kesimden müşteri çeken işlek et restoranındaki garsonlara hayranlıkla bakıyorum; bana bir zamanlar Galatasaray Çiçek Pasajı’ndaki Levanten Morigi'lerin Degüstasyonunda veya Tarabya'daki Garaj restoranında şimşek gibi servis yapan İmrozlu hınzır Rumları hatırlatıyorlar. Tüm kalabalığa rağmen hem kendi aralarında, hem de bazı müşterilerle kurdukları göz temasıyla anlaşıp, leb demeden leblebiyi anlıyorlar; hızlı ama temkinli adımlarla bir masalara, bir mutfak tezgahına koşuşturup espriler patlatırken saygıda asla kusur etmiyorlar.
O çok özendikleri İstanbul'da bunun gibi kentsel medeniyet örneklerini çoktan yitirdiğimizi, oraya gittikleri zaman kendilerinin de birçok şeyi yitireceklerinin farkındalar mı?
Ankara'nın başkent olmasıyla adeta lanetlenen İstanbul'un kendi haline terkedildiği yıllarda talana nasıl maruz bırakıldığı, taşı toprağı altın denerek başka diyarlardan göçün nasıl hızlandırıldığı, halk diline yerleşen şekliyle değil de geçmişte kalan anlamında kozmopolit yapısını nasıl kaybettiği kimin umurunda?
Doğup büyüdüğüm şehirde kendimi yabancı hissetmem ve tahammül edemeyip mütemadiyen bir yerlere kaçmaya çalışmam beyhude mi?
Yakın coğrafyanın hayal dünyasında bir dizi platosuna indirgenmiş, sahte İstanbul ve Türkiye'ye inanmamam ve bu bağlamda "İstanbulluyum" demeye dilimin varmaması pek garip olmasa gerek.
Türkiye modeli
Ayrıca Balkanlarda yaşanan Müslümanlıkla Türkiye'de empoze edilmeye çalışılan düzenin bağdaştığını kim iddia edebilir? Kosovalıların üniversite eğitimi için Türkiye'ye yolladıkları gençlerin en çok İzmir'de ve genellikle Ege Üniversitesi’nde rahat etmeleri bir tesadüf mü?
Kendi bünyesindeki ülkelerin iktisadi durumunu veya insan haklarını garantileyemeyen Avrupa Birliği veya demokrasi bayraktarlığı kisvesi altında kendi çıkarlarını gözeten ABD bir yana, hangi amaçlara hizmet ettiği belirsiz, "ılımlı İslam" modelinin peşinden gitmek, kendi yağıyla kavrulmaktan daha riskli bir seçenek değil mi?
Bir sene boyunca İstanbul Maltepe'de yaşamaya çalışmış bir diğer esnaf, karısının zoruyla Kosova'ya döndüklerini anlatıyor; oradaki hayat gailesi sırasında farkına varmadığını ancak memlekete avdet ettiklerinde, adeta bir büyünün etkisinden sıyrılarak "uyandığını" belirtiyor. İstanbul'daki keşmekeşten, gürültü, patırtı ve kavgadan kurtulduğuna şükrediyor. "Sen neresindensin" diye sorunca, her ne kadar onun Maltepe'de tutunmaya çalıştığı yıllarda ada manzaralı ucube gökdelenlerin inşa edilmemiş olduğunu tahmin etsem de "Adalıyım" deyiveriyorum; çıraklık yapan oğluna dönüp "Orada araba yok, sadece fayton var, biliyor musun" diyor, oğlu bir masal dünyasından haberdar olmuşçasına şaşırıyor.
Açgözlülerin adalara da göz diktiğini, motorlu ve elektrikli araçların artmasına göz yumulduğunu, faytonların yok edilmeye çalışıldığını, insanın atla ilişkisinin kalmadığı bir dünyada atların yok olacağını, küçücük Prizren'de bile var olan süslü faytonları çeken atların nal seslerinden ne kadar hoşlandığımı anlatıp canlarını sıkmaya bilmem gerek var mı?
Bazıları İstanbul'u kötülememe anlam veremiyor, acaba yıllar boyunca Kosova'yı sömüren Yugoslav yönetiminin veya Sırp uygulamalarının benzerlerinin Türkiye'deki farklı mezhep, din, dil ve etnik kökenlilere uygulandığını, tek tip vatandaş yaratma uğruna yönetimdeki çoğunlukla bağdaşmayan var oluş biçimlerine tahammül edilmediğini anlatsam hissiyatım anlaşılır mı?
Festival biterken
DokuFest'tin Balkan Dox yarışmasında Yaralara Bal (Honey on Wounds) adlı belgeseli seyrediyorum. Romanyalı kadın sinemacı İulia Stoian'ın yönettiği Kosova'daki savaşa hassasiyetle eğilen ve Arnavut kadınların dramını belgeleyen bir yapım. Sırp askerlerinin rehin tuttuğu, işkenceye maruz bıraktığı, bazıları tecavüze uğrayıp kocalarının infazına tanık olmuş, güçlü olup hayata tutunmak zorunda kalan kadınlar. Bu coğrafyada halen geçerli, “Kanun” adını taşıyan töreye göre tekrar evlenmeleri yasak, çalışmaları veya evleri dışında bir hayat sürmeleri de yasak.
Çoğu depresyonda ve sefalet içinde yaşıyorlar; neyse ki, kan ve balın diyarında sosyal danışmanlar onları balcılığa teşvik ediyorlar. Özellikle bir tanesi arılarla ilgilenirken dertlerini unutabiliyor, hatta İstanbul'a, hava değişimi için topluca götürüldükleri gezide sevincini en yoğun biçimde paylaşan da o oluyor. Demek ki benim için bitmiş İstanbul başkalarına yaşam gücü aşılayabiliyor, bu duruma diyecek bir şeyim yok!
Ama, peki, Kosovalılar İstanbul'dan bahsettikleri zaman ben, cenazesini 1980’de kaldırdığımız, 1500 yıllık imparatoriçemin yas sürecini hala atlatamadığımı söylesem neler hissettiğimi anlarlar mı? (MT/YY)