... Yıldızların buyurduğu daha doğrusu önerdiği (...) değişimler zayıftır, bir yaşamı altüst etmeye yönelmezler hiçbir zaman; yazgının ağırlığı yalnızca çalışma isteği, sinirlilik ya da rahatlık, titizlik ya da gevşeklik, küçük yer değiştirmeler, belirsiz yükselmeler, iş arkadaşlarıyla soğuk ya da sıcak ilişkiler, özellikle de yorgunluk üzerinde duyurur kendini... yıldızlar ısrarla ve bilgelikle daha çok uyumayı, hep daha çok uyumayı öğütler.
(Roland Barthes. "Falınız" Çağdaş Söylenler çeviri Tahsin Yücel, İstanbul: Metis, 1990).
Kimi zaman gerçekten de "gelecek uzun sürer", çok uzun hem de. Dönüp dönmeyeceğinden emin olmadığımız birini, ne zaman geleceğini bilmediğimiz bir telefonu, ciddi bir sağlık probleminin pençesindeki bir sevdiğimizin doktor raporunu, geceyi gündüze katarak hazırlanmış olduğumuz bir sınavın sonucunu, yoğun biçimde gereksinim duyduğumuz bir parayı ya da bir hatamızın bağışlanmasını beklerken gelecek hep çok uzun sürer.
Beklenti, ister bir ölüm kalım meselesiyle ister yıllar sonra hatırlamakta güçlük çekeceğimiz birinin arayıp aramamasıyla ilişkili olsun öyle uzun sürer ki bu belirsiz "gelecek", onu beklerken yalnızca aklımıza ve akliliğe tutunamayız.
Ancak yine de çağdaş dünyanın ilerlemeci bir vurguyla yükselttiği akılcılık söyleminin fal, büyü ve kehanet gibi farklı bilme biçimlerini kovmak girişiminde neden bu denli büyük bir başarısızlıkla yüzleştiği sorusunu, "çünkü gelecek uzun sürüyor" cevabıyla karşılamak oldukça zor.
Sezgisel bilme biçimlerine ya da "seçilmişlerin" bilgisini yardıma çağırmaya, öyle sadece bir şeylerin olmasını beklediğimiz zaman değil, durup dururken ve gündelik olarak şaşırtıcı bir ilgi gösterebiliyoruz çünkü.
"Yazgı..." gibi açıklamalar karşısında hiç duraksamadan pejoratif bir tutum içine girsek de kahve telvesinin rasgele yayılma ve yoğunlaşmalarının, fincanda bıraktığı silik izlerin ya da dolgun katmanların yorumlanışını dinlemeye bayılabiliyoruz.
Aklın hakimiyetinin fal, büyü ve kehaneti ve bunlardan medet umulmasını kovamayışı, modernliğin pek çok diğer başarısızlığı gibi bir başarısızlık sayılmayabilir mi o halde? Başka bir deyişle, çağdaş yaşamın kehanete büyüye ya da fala ihtiyacı olabilir mi?
Eğer varsa bu ihtiyaç nereden kaynaklanır? Bunların hepsi aynı kefeye koyularak tartı(şıla)labilir mi ya da? Bu soruları yanıtlayabilmek için öncelikle, bugünün dünyasında kahinlik, medyumluk, büyücülük ve falcılık pratiklerinin hakim görünümlerini anlamaya çalışmak önemlidir.
Bugünün dünyasında, falcılık ve kahinliğin her ikisi de en genel anlamda geleceğe ilişkin yorum oluşturmak ve henüz gerçekleşmemiş olandan haber vermek biçiminde anlaşılabilir.
Bununla birlikte kahinliğin ufku, bireyle ve bireyin evrene dair bir bilgi içinden bakıldığında, bir kum taneciğininkinden daha mühim olmayan "zavallı" serüveniyle sınırlı değildir. "Çağdaş" kahin bunlarla da ilgilenebilir. Ancak onun görme yetisi, tarihsel olarak tanımlanmışlığı nedeniyle, bireysel yaşantıları aşan, dinleri ve milletleri ve onların yazgılarını aşan bir yetidir.
Bu yeti bugün savaşlar, katliamlar, depremler, buzulların erimesi ve volkanik patlamalar gibi süregiden siyasi veya doğal dünya olaylarının ya da potansiyel bir tehdit olarak kuyruklu yıldız çarpmaları gibi uzay olaylarının somut bilgisinden türetilen ve o bilgiyi kullanarak evrenin ve dünyanın geleceğine ilişkin söz söylemeyi sağlayan bir yetidir.
Bununla birlikte gelecek yüz ya da bin yılın muhtemel olaylarına, belirli tarihsel aralıklara yerleştirerek işaret ederken kahinin sözü, bütün bu somutlukların çok uzağına düşer. Kahinin geleceğe düşürdüğü söze olanak sağlayan, bilimsellik değil "seçilmiş"liktir çünkü.
Bu nedenle kahinin sözü, akılla tanımlanmış bir çağda, gündeliğin olağan ritmi ya da gerçeğiyle artık hakiki bir temas kuramaz. Modern dünyada kahin ışıklandırılmış çam ağacı, kızartılmış hindi ya da bacalardan süzülen Noel baba figürü gibi sembolik figürlerden biri haline gelir. Onun varlığı artık yalnız yılbaşları, yüzyıl bitimleri ya da milenyum başlangıçlarında ve ilginçtir ki "medya" aracılığıyla hatırlanır.
İlginçtir, çünkü kahinin kraliyet ya da imparatorluklar nezdinde dikkate alınmış ve tebaaya ulaştırılmış olan sözü, takvim başlangıçlarıyla sınırlandığı zaman başka bir bilicilik biçimi, gündelik ve popüler olanla yeni ve güçlü bir temas olanağını yakalar: Medyumluk.
"Medyum"un etimolojik köken itibarıyla birinci dereceden akraba olduğu "medya"dan gördüğü destek ve ona sağladığı malzeme, bu popülerleşmenin temel görünümleridir.
Türkiye örneğinde "medyumların" seçilmiş olmakla bağlarını kuran özelliklerinin genellikle hep kekemelik, âmâlık, şaşılık gibi fiziksel engellere ve kimi zaman da akıl almaz banallikteki giyim kuşam ve genel dış görünüşe endekslenmiş olması manidardır.
Medyanın gündelikle en sık temas kurma biçimi atipiklik, acayiplik ya da banallik olduğuna göre, medyum ancak bu banaliteye eklemlenerek popülerleşebilir. O da seçilmiştir fakat medya tarafından ve bir "yaratık" olarak...
Bu yüzden de "medyum"a gösterilen ilginin sezgisel bilme biçimlerine duyulan ilgiyle karıştırılmaması gerekir. Ona gösterilen ilgi, medyanın seyirlikleştirmeye hiçbir zaman doyamadığı travestilere, eşcinsellere, yoksullara ya da diğer medya "yaratık"larına gösterilen ilgiden daha fazla bir ilgi değildir.
Televizyonda seyirlik hale getirilen bu "acayiplik" konumları, başta cinsellik olmak üzere, dilin ve kültürün bastırdığı her şeyin ekran yüzeyine vurmuş bağlamsız görüntüleridir.
Bu görüntüler bir yandan izleyicinin ev yaşamının sıkıcı rutinini por-n-erotik imalarla renklendirirken bir yandan da bu kaotik ev-dışı dünyada, pasif bir taraf tutma olanağı yaratarak izleyici için yapay kimlik konumları inşa eder.
Bu tür kimlik konumları örneğin BBG evi sakinlerine gösterilen histerik ilgide açığa vurulur: Ömerci, Hakancı, Şebnemci vs. Böylelikle, izleyicinin bastırılmış toplumsal farkındalığının ve duyarlılığının yol açtığı "bir hiç olmak" duygusu televizyon ekranına havale edilerek; taraf olmak, taraftar olmak ve en nihayetinde "bir şey" olmak dürtüsü başarıyla yönetilir. Karikatürize edilmiş bir "bilicilik" biçimi olarak medyumluk bu iki amacın kesişme noktasına bağdaş kurmuş, muazzam bir icattır.
Medyum bilgi ve yeteneği meslektaşlarıyla sürekli yarıştırılabilen "eğlencelik" bir ekran yaratığıdır çünkü. Televizyon bu nedenle medyumları teker teker değil, Medyum Memiş ve Medyum Keto örneklerinden hatırlanacağı gibi ikişer ikişer sunmak eğilimindedir çokluk.
Çünkü izleyicinin medyumlara inanmak yönünde değil, eğlenmek ve ikisinden birinin tarafını tutmak yönünde bir gereksinimleri olduğu varsayılır.
Medyanın sık sık yer verdiği şifa dağıtıcılığı ve büyücülük ise insanların genellikle, cinsel ve fiziksel sağaltım, kısmet açtırmak, bırakıp gideni geri getirmek, çocuk sahibi olmak gibi -çözümünde bir biçimde çaresiz kaldıkları- sorunlar için başvurdukları kurumlardır.
Türkiye'de şifa dağıtıcılığı ya da büyücülük sıklıkla, bu çaresizliği nasıl sömürdüklerini akıl almaz bir biçimde açığa vuran kişiler tarafından yürütülür. Herhangi bir yeteneklerinin ciddiye alınmasını olanaksız kılacak kadar paragöz bir jargonla konuşan, hatta iki çift lafı bir araya getirmek düzeyindeki bir iletişim becerisinden yoksun olan tuhaf insanlar, tuhaf mekanlarda şifa dağıtırlar.
Kapılarında kuyruklar oluşur. Bunlar arasında, kocasını geri getirmek isteyen bir kadına kocasının bedeniyle iletişime geçmiş olduğu iddiasıyla kendi bedenini "kullandırmayı" önerenlerin bile olduğunu yine medya aracılığıyla biliyoruz. Büyücüyle seks yaparak kocalarını geri getirmeye çalışan kadınlar, kendi çaresizlikleri üzerine inşa edilen sapkın bir ticaret oyununa gözlerini kapatarak katılmayı yeğleyen oyuncular değildirler elbette.
Muhtemel ki, onların bu oyuna fon oluşturan çaresizliklerinin koşulları, olan biteni seyrederek anlamamızı ve akıl yürütmemizi olanaksız kılacak kadar karmaşık koşullardır.
Gündeliğin ve gerçeğin sıkıcı rutinini kırmak ve uzun süren belirsiz bir gelecekten ipuçları çalmak bakımından fal, ne medyumluk ne de şifa dağıtıcılığı ve büyüyle karşılaştırılamaz.
Farklı toplumsal katmanlardan gördüğü ilgi ve yaygınlığı nedeniyle ayırt edici boyutları olan bir pratiktir falcılık ve fal baktırmak. "Kahvenizi nasıl alırdınız?" sorusundan "falınızı nasıl alırdınız" sorusuna geçmek neredeyse an meselesidir sanki. Çünkü kahve falı, çeşitli falcılık biçimlerinden yalnızca bir tanesidir.
El, göz, yazı, imza, su, çay, çiçek, bakla, kağıt veya oyun kartları üzerinden bugünü yorumlayan ve geleceğe dair mana üretmeye çalışan, yüzlerce farklı falcılık yöntemi vardır. Öyle ki, ultra-modern mobilyalarla döşeli ferahfeza işyerlerinde olduğu kadar plajlarda, cafe ve barlarda ve hatta üniversite ofis ve kantinlerinde, fal baktıranlarla karşılaşmak yadırganacak bir durum değildir.
Bu yaygın fal okuma pratiklerinin, "biliciliği" ya da bilen kişiyi kutsayan bir boyutunun olmadığını belirtmek gerekir. Çoğu durumda olsa olsa, kendi bedensel ve duygusal ritmine kilitlenmiş ya da kilitlenmek zorunda bırakılmış bir bireyselliği, bir başkasının diline taşımanın hazzından ve bu hazzı yüceltmekten söz edilebilir.
Bu, kendi yabancılaşmasını bir "yabancıya" okutmak aracılığıyla tersinden bir aktarım ilişkisine konu etmek ve böylelikle, ortak anlamlandırmanın diline yerleşerek bu yabancılaşmayı biraz olsun kırmaktan kaynaklanan bir haz olarak da anlaşılabilir.
Bu hazda, fal bakma pratiğinin teşhirci doğası nedeniyle ortak anlamlandırmanın dilinden kaçan ve kültürün kodlarını ihlal eden bir anlam fazlalığı da kaçınılmaz olarak içerilmektedir.
Kendi mahreminin teşhirine gönüllü bir teslimiyet içindeki fal baktıranın konumu, hazcı bir utancın tuhaf heyecanı içinde, yabancılaşma ve özdeşleşme arasında gidip gelen bir salınımdır.
Yazının girişinde Barthes'ın, Fransa'da gazete falcılığını değerlendiren yazısından aktardığım pasajdan da anlaşıldığı üzere, fal ve falcılık gerçekten de hitap ettiği kişinin yaşamında köklü bir değişime pek nadir olarak işaret eder.
Onun asıl yaptığı, ilişkilerin ve gündeliğin durağan yapısını yeni bir "sürpriz"e yer açabilecekmiş gibi sunarak, yeniden ve yeniden anlamlandırmaktır. Bu durumda da falcılığın akıl-dışı bir tarafı yoktur.
Günün ve haftanın nasıl geçeceği, hafta sonunda sevgilinizi görüp görmeyeceğiniz, eş dost toplantılarındaki iklimin nasıl seyredeceği, meşum bir kadın ya da erkekten gelebilecek tehlikeler ve baş ağrısı çekip çekmeyeceğiniz üzerine, önceden, merak ve haz içinde konuşup durmak aklilikle niye çelişsin ki?
Pek çok kişi, eğer varsa, hafta sonları sevgilisiyle buluşmaz mı zaten? Sevdiklerini ziyaret etmez mi? Ya da pek çok kimsenin etrafında "kötü niyet" sahibi, en azından bir kadın ya da bir erkek bulunmaz mı?
Herkesin haftada, hiç değilse ayda bir iki kez başı ağrımaz mı? Bu yüzden de fal ve falcılıkla ilgili sorun sıklıkla bir "akıl" ve "batıl" çelişkisinden çok, bu aklın kimin çıkar ya da hakikatini doğal ve ebedi kılmak istediğiyle ilgili bir sorun olarak tartışılma eğilimindedir.
Barthes'a göre hiç bir şeyi köklü bir değiştirmeye uğratmaya çalışmayan kuru bir betimleme olarak fal, gerçeği adlandırarak kovmaya yarar. Bu anlamda da bu kuru betimleme, "gerçeği nesnelleştirme görevini yüklenen tüm yarı-yabancılaştırma (ya da yarı-kurtarma) girişimleri arasında yer alır" ve "hep daha çok uyumayı öğütler".
İşte burada, falın yazgıcılık ya da akıl-dışı ile ilişkisini sorgulamaktan çok bütün önerdiğinin yalnızca daha çok uyku olduğu iddiasını ve bu uyku durumunun egemen ideolojiyi pekiştirdiği vurgusunu tartışmak gerekir. Barthes falın gerçekliği adlandırarak kovmaya ve bir uyku durumunu pekiştirmeye yaradığını söylemektedir.
Oysa falın, gerçeği adlandırarak kovmak yerine gündelikte ve sıradanlıkta içerilen küçük değişim umutlarına ya da gelecek duygusuna eşlik eden fantezi nüvesine -falın yalnızca araç olduğu bir konuşma içinde- ön değinerek, gerçekliğe katlanmaya yol açtığı da düşünülebilir.
Bu durumda bu ikincisinin bir uyku durumuna çanak tutmaktan çok yarını, ertesi ve daha ertesi günü karşılamak yönünde bir umudu kışkırttığını söylemek daha anlamlıdır.
Uyku durumu ile gelecek günlerin katlanılır olacağı yönündeki naif bir umut arasındaki -her ikisinin de köklü bir değişimle pek bir işinin olmadığını paranteze almak kaydıyla- fark önemlidir.
Fal baktırmak ve fal bakmak pratiği, iktidar ilişkilerinde bilgi aktarma ayrıcalığını tersine çeviren yapısı bakımından da bir hayli ilginçtir. İşyerlerinde öğlen saatlerinde içilen kahvenin ne söylediğini tercüme eden muteber kişiler, genellikle eşitler ve yöneticiler değildir çünkü.
Fal saati geldiğinde, gelecekten haber vermek ve bugünün umutlarına ayna tutmak kadar, fal baktıran kişinin karakter özelliklerini çözümlemek ayrıcalığı da birdenbire sekreterlerin ya da diğer alt-kadroların muhakeme yeteneklerine ve hayal güçlerine terk edilir.
Yönetici konumundakiler, çay tepsisinin ardındaki bir figür ya da ajandaların ve telefon kablolarının bir uzantısı olarak görme eğiliminde oldukları bu "normal" kadınlara, ayrıcalıklı bir "bilicilik" konumunu keyifle teslim ederler.
Yönetici için bu, belli belirsiz bir biçimde kendi "insan" tarafının nasıl algılandığını bir test etme olanağıdır da aynı zamanda. Ancak fal baktırmaya duyulan ilgi öylesine büyüktür ki, faldan anladığı iddiası olan hiç kimsenin olmadığı durumlarda, kahve fincanları yine de ters çevrilebilir ve arkadaşlar birbirlerinin falına bakabilirler.
İçlerinden birisi gözlem gücü, retorik yeteneği ve rastlantının çakışması nedeniyle "bilici" konumuna yükseltilebilir. Bu anlamda, özellikle kadınlararası ilişkilerde yorumlayan ve dinleyen konumlarını sürekli olarak değiştiren yapısı nedeniyle fal bakmak, yakın bir duygusal ve zihinsel etkileşime olanak sağlayan haz verici bir pratiktir.
Özetle söylenirse, çaresizlik duygusunu sömürerek kötü mizansenlerle sahnelenen ticari oyunlar biçimindeki "bilicilik" yöntemleri başka bir şeydir, farklı "bireysellikler" ve umutlar üzerine -farklı yöntemlerin araç olarak kullanıldığı- kadınlararası bir konuşma biçimi olarak fal bakmak çok başka bir şey.
Türkiye'de yaşam genel olarak herkes, özel olarak kadınlar için çok zordur, gelecek uzundur ve çok fludur. Erkeklerin çoğu "zorunlu olarak" kırıcı ve kıyıcıdır. Çünkü gerçekle temas yetenekleri zayıftır, suskundurlar ve fil hafızasına sahiptirler.
Yaşamın pek az sürprizi vardır. Biz kadınlar fal baktırmayı çok sevebiliriz bu yüzden. Falın kendisi küçük bir sürprizdir çünkü. Hem kahve de uykuyu açar. (SÇ/NM)
* Dr. Sevilay Çelenk'in, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesi, yazısı fakültenin web sitesinden alındı.