Açık Radyo'da 18 Kasım günü Cuma Adlı Adamlar adlı programda Halil Turhanlı ve Ömer Madra, Fatmagül Berktay'ı konuk ettiler. Berktay'ın yeni yayımlanan kitabı "Politikanın Çağrısı"ndan yola çıkarak ve Hannah Arendt'in izini sürerek, günümüzde tüm dünyada yaşanan toplumsal değişim ve hareketler üzerine konuştular.
Bu uzun sohbetin kısaltılmış bir bölümünü yayınlıyoruz. Programın tüm dökümüne Açık Radyo'nun internet sitesinden ulaşılabilir.
Halil Turhanlı: Prof. Berktay'ın Politikanın Çağrısı başlıklı kitabından konuşacağız. Başka çalışmaları da var, ama biz son kitabı üzerinde odaklanacağız bugünkü programda. Zamanımız sınırlı, sorulacak sorular çok, konuşacak konular hayli fazla. Politikanın tanımından başlayalım isterseniz. Politika genellikle günümüzde bir yönetme sanatı, yönetme tekniklerinin toplamı olarak kabul ediliyor, Rancier de öyle söylüyor. Ya da biraz daha iyimser bir tanım, bireyin insanların devletle ve diğer kurumlarla ilişkileri olarak kabul ediliyor. Oysa ki siz de vurgulamışsınız, politika bir toplumdaki insanlar arasında bir ilişki biçimi olduğunu söylemişsiniz ama bu toplum da sıradan bir toplum değil, politik bir toplum. Önce o politik toplum nedir onu bir tanımlayalım, o tanımı alalım sizden. Bir de politikada, gerek Antik Yunan'da gerekse cumhuriyetçi Roma'da yüzyüze ilişkilerin önemini vurgulamışsınız siz de. Yüzyüzelik neden bu kadar önemli?
Fatmagül Berktay: Tabii. Bir kere vurguladığınız şey çok doğru, insan ilişkileri alanı politika ve tabii kamusal alanda olan insan ilişkileri alanı. Politik olan nedir diye baktığımızda insanların ya da toplumun kendisini bir siyasal birlik olarak algılamasını sağlayan şeydir politik olan dediğimiz şey. Politik toplum da aslında doğal birşey kesinlikle değildir, Aristoteles'den beri biliyoruz, insanların özellikle çaba harcayarak ulaştıkları bir şeydir.
Şimdi tabii, Aristoteles hani 'zoon politikon' der, insan siyasal hayvandır ama siyasal hayvan olması ve bir siyasallık içinde bulunması, politik toplum içinde bulunması gene insanlık koşuluna bağlı birşeydir. İnsanın 'zoon logon echon' olmasına, 'akıllı konuşan hayvan' olmasına ve birlikte eyleme niyeti bulunmasına bağlı birşey.
Başka tür kollektiviteler de var biliyorsunuz, yani hayvan kollektiviteleri var, burada hiyerarşiler var, vs. ama onlar politik olarak örgütlenmiş değildir, yani politik toplum sadece insanlara özgü bir şeydir çünkü diğerlerinde olan işbölümünün varlığı, hiyerarşinin varlığı politik toplumu belirlemez; politik toplum, insanların biraraya gelerek birlikte eylemek niyetini yansıtır ve politika da kendilerini ilgilendiren kararlara, ortak kararlara katılmak anlamını taşır.
Verili politika tanımları sizin de belirttiğiniz gibi başından itibaren son derece devlet ve iktidar odaklıdır, hatta işte en bildiğimiz tanımlardan bir tanesi kıt kaynakların paylaşımını sağlamak, bunlara ilişkin kararlar vermektir. Tabii burada hemen akla devlet merkezli iktidar, siyasal iktidar merkezli hiyerarşiler ve paylaşım rekabetleri geliyor. Oysa başka tanımı da var politikanın, işte deminden beri konuştuğumuz gibi "hepimizi ilgilendiren kararlara katılmak", dolayısıyla politikaya katılmak her bireyin hem hakkı hem sorumluluğu oluyor.
HT: Sizin de çok önemsediğiniz Hannah Arendt'in de söylediği gibi insanı tanımlamak için pek çok özelliğinden bahsediyoruz, üretim yapan hayvan, alet yapan, alet kullanan, ekonomik hayvan ama politik hayvan olması insanı bütün diğer varlıklardan, doğadaki diğer canlılardan ayıran bir özellik.
FB: Bir arı kovanını düşünün mesela, müthiş bir işbölümü vardır ya da karıncaları düşünün, hiyerarşi vardır, ama bütün bunlar o kolektivitenin politik bir kolektivite olduğu anlamına gelmez. Politik kolektivite olmak için gerçekten insanlık koşulunun varolması gerekir ve insanların akıllı yaratıklar olarak, bilinç sahibi yaratıklar olarak birlikte eylemek niyetine sahip olmaları gerekiyor. O yüzden de politik gövde dediğimiz şey ya da devlet dediğimiz şey gökten düşmüş doğal bir şey değildir, insanlar tarafından insanlar için yaratılmış bir şeydir.
(...)
Ömer Madra: Ben de bir şey sorayım araya girerek, müsaade ederseniz: Bu Aristoteles'den bugüne getirdiğimiz kavram çerçevesi içine sığan bir demokrasinin pek ortalıkta görünmediğini herhalde tespit etmemiz gerekecek sanıyorum. Yani gerçekten bu insana özgü ve sıradan insanların kendi kaderlerini katılımla belirleyebileceği bir demokrasi tanımını şimdilerde mesela ne bileyim 'Wall Street'in İşgali' hareketinde ya da İspanya'daki Indignados'ta böyle bir talebin geldiğini, kuvvetle dile getirildiğini görünce aslında bu klasik tanımların ne kadar gerisine düşmüş ve ortada demokrasinin filan ancak gölgesinin kalmış olduğunu söyleyebilir miyiz?
FB: Bir yandan onu söyleyebiliriz, ama bir yandan bütün bu söylediklerin de aslında bence birer umut ışığı. Ben Arap Baharı'nı çok önemsiyorum yani sonrasında o gelecek, bu gelecek, bütün onlar başka ama politik bir an olarak inanılmaz bir şey ve ben onu çok selamlıyorum. Wall Street eylemleri de aslında Amerikan baharı, yani bunlar hakikaten çok önemli şeyler ve dünyada algılamanın değiştiğine dair işaretler.
Bu işaretleri görmemiz gerekir, görüyoruz zaten, görmek istiyoruz belki de ama ben bunun önemli olduğunu düşünüyorum. Şöyle diyeceğim, mesela son 2-3 yıl öncesine kadar ki ben bunu kitabımın önsözünde yazdım, 1., 2. sınıf öğrencilerimize Siyasal Bilgiler Fakültesinde politika nedir diye sorduğunuzda feci cevaplar alırdınız. Yani bir tek bile olumlu bir yanıt gelmezdi, işte "aldatmadır", "hilekarlıkltır", "ideolojidir", "yalancılıktır", "rantçılıktır", vs.
Ben bunun Türkiye'deki çok uzun yıllar süren askeri vesayet rejimiyle çok ilgili olduğunu düşünüyorum. Son 2 yılda bu değişti, bunu diğer arkadaşlarımızla, meslektaşlarımızla da konuşuyoruz, şimdi mesela "müzakere" diyorlar, "uzlaşma" diyorlar, "katılım" diyorlar, "ideoloji-yalan" diyorlar hala ama bunları da söylüyorlar, eskiden bunlar hiç gelmezdi gündeme. Bunun, hakikaten Türkiye'de iki başlı bir iktidar olmasıyla ve askeri vesayetin kendini korumak istemesiyle ve kendi ideolojisini üretmesiyle ilgili olduğu kanaatindeyim. Politikayı kötü bir alan, politikacıları kötü göstermek... Hatırlarsınız Göebels'in ünlü bir sözü vardır "politikacılar problem çıkarmak için vardır biz ise problemleri çözmek için varız" demişti.
Bizim askeri vesayet sahiplerimiz de bunu vazediyorlardı: "bakın politika pistir, vs. ama biz varız, biz gerektiğinde geliriz, sizi kurtarırız, koruruz" vs. Bu olduğu sürece politikanın kendi alanını, kendi açılımını bulması mümkün değil. Şimdi askeri vesayet geriliyor, bunun bir takım etkilerini, yansımalarını görüyoruz ama tabii bunun yerine demokrasi mi geliyor?
"Onun yerini ne dolduruyor?" sorusu Ömer Madra'nın sorusu. Tabii ortada olan bir soru çünkü yüzlerce yıldır politikayı tamamen bir mutlak hakikat vaazı ve mutlak iktidar kullanımı olarak görmüş ve bunu uygulamış topraklarda yaşıyoruz. Dolayısıyla iktidar kimin eline geçerse mutlak hakikat de birden onun eline geçiyor, "en doğru" onun eline geçiyor ve tartışmasız tek doğru oluyor, az önce konuştuğumuz gibi küstahça kibir, hubris içine giriyor insanlar.
HT: Wall Street işgalleriyle ilgili bir şey söylemek istiyorum, dün de Ömer Madra'yla konuştuk, aslında ahlaklı öznenin de geri dönüşü söz konusu orada .
Pek çok pankartlar vardı, yaratıcı sloganlar vardı ama bir tanesi benim çok dikkatimi çekmişti, Ömer Madra'nın da dikkatini çekmiş; genç bir kadının taşıdığı pankart .
"Ben %1'e aitim ,param var, sağlık sigortasından yararlanıyorum, her şeyim var ama %99'dan istenen vergileri ben ödeyeceğim, ben üstleneceğim" sözü yazılıydı . %99'un arasına katılmış %1'den birisi. Aramızda konuşurken bunun Kant'ın sözünü ahlaklı öznenin geri dönüşü olduğunu , aynı zamanda toplumun da geri dönüşü olduğunu düşündük. Yani politik toplum hem çatışır, şiddet içermeyen çatışmaları vardır ama aynı zamanda dayanışır da böyle anlarda. Böyle bir sonuca vardık.
FB: Tam da bu nedenle hakikaten Amerikan baharı bence çok önemli. Bunu bence Mısır'da da gördük, yani hiç küçümsemeyelim Kahire'de de gördük.
ÖM: Biz başından beri takip etmeğe çalışıyoruz bunu. Şimdi sen Arap Baharı'nı söyler söylemez şunu eklemek istiyorum: Daha dün videosunu seyrettim, mesela %1'e ait olan birinin, ünlü dondurmacı markası 'Ben & Jerry'nin, o ikiliden Ben Cohen'in, hem isyancılara dondurma dağıttığını, hem de Wall Street işgalinin ne kadar önemli bir iş olduğunu anlattığını gördük. O, %1'den biri olarak %99'a anlatıyor! Ama çok ilginç bir başka video daha seyrettim.
Esma Mahfuz, seni çok ilgilendirir, yani Mısır'daki ayaklanmayı (Arap Baharı'nı) başlatanlardan biri bu kadın. Bir video çekip sokağa çıkan "erkekseniz benimle gelin, ölmekten daha da önemli işler var" diye başlatan kadın, 26 yaşında işletme mezunu bir hanım. O Wall Street'teydi ve onlara 'teach in' yapıyordu. i "Size bir şey öğretecek halimiz yok tabii ama deneylerimizi paylaşmak üzere geldim buraya" diyor. Yani Arap Baharıyla Amerikan sonbaharını mı ne diyeceğiz, belki de devrimi yani 68 devriminin devamına dönüşüyor. İki isyan dalgası arasında çok ciddi bağlar var. Demokrasiye ve siyasete de yeniden sahip çıkma gibi geliyor bana. Ne diyorsun?
FB: Evet tamamen katılıyorum, Halil beyin dediği gibi toplum yeniden ortaya çıkıyor. Şimdi bir de şunu da hatırlayın, çok uzun zaman Thatcher'ın, Reagan'ın politikalarıyla "toplum denen bir şey yoktur"u görmüştük. Şimdi toplum kendisinin varolduğunun bir kere daha farkına varıyor, dayanışma o açıdan çok önemli. Bir de bu, yani %1'e ait olup da gene de %99'la birlikte hareket etmek, bu ahlaki özne dediğiniz şey gerçekten, Arendt'çi kamusal özne! Arendt'in söylediği şey tam da budur ve ben bunu çok önemsiyorum.
Ortak iyi için eylemek çok değerli -kendi çıkarınız için de bir şey yaparsınız tabii ki, kamusal alan elbette çıkarların çatıştığı, ifade edildiği yerdir, ama mesela Arendt'in en beğendiği eylemler insanların kendi dar çıkarlarından yola çıkarak değil, ortak çıkar için yaptığı hareketlerdir. Dolayısıyla bu gerçekten de kamusal ahlaki öznenin geri dönüşü. Bunlar beni heyecanlandırıyor.
(...)
HT: Ben de bir bakıma 68'in bir uzantısı olarak görüyorum, Ömer Madra'yla o konuda hemfikiriz sanıyorum. 68'da yeni solun manifestosu niteliğindeki Port Huron Bildirisi'ne esin kaynağı olan C.Wright Mills toplumu " iktidar seçkinleri"nin yönettiğini belirtmişti. Bugün büyük refah içinde yaşayan, büyük bir kısmı Wall Street'de yöneticilik yapanlar. C.Wright Mills'in 60'larda işaret ettiği bir olgu.Bu açıdan 68'le aralarında bir bağlantı var. 68'le çok liberal özgürlüklerle sınırlı değildi talepleri, yani Vietnam savaşına karşı bir protesto hareketi vardı.
FB: Elbette. Ben Vietnam bombalanmaya başladığında 17 yaşımdaydım, Kolej'de öğrenciyken AFS bursunu kazanmıştım. Ondan sonra bombalama başladı diye Amerika'ya gitmeyi reddetmiştim, yani bursu yakmıştım. Şimdi tabii ki onlar vardı, ama şunu gene de eklemek gerek , 68'de bir çok konuda, cinsiyetçilik, ayrımcılık, vs. konusunda hiçbirimiz ne Amerika'dakiler, ne Avrupa'dakiler hele bizler hiç farkında değildik. Şimdi çok daha önemli bir farkındalık var. Dolayısıyla hem yoksullar, hem siyahlar, hem kadınlar, hem eşcinseller, yani bütün mağdunlar bir anlamda çok daha kamusal bir ruhla ortalıktalar şimdi.
(...)
HT: Kitabın ilk yazısı sizin İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde 2005-2006 yılı yapmış olduğunuz açılış konuşması. Orada bir sözünüz benim dikkatimi çekti: "Politika uzlaşma sanatıdır ve uzlaşmanın mümkün olabilmesi için başkalarını anlamağa ve kendimizi başkalarının yerine koyabilmeye ihtiyacımız vardır," demişsiniz. Yalnız bu cümlenin birinci kısmına biraz itirazım var eğer sizi yanlış anlamadıysam. Uzlaşma çok mu önemli politikada, yani uzlaşmada ısrar etmek, mutlaka uzlaşma olsun demek siyaseti öldürüyor deniliyor ve bu yüzden siyasetin ölmemesi için de Carl Schmitt gibi hayli muhafazakar hukukçu gündeme geliyor, radikal demokrasi açısından onun gerekli olduğu ileri sürülüyor. Bunun nedeni, Schmitt çatışmanın da toplumda gerekli olduğunu söylemişti. Demokrasi biraz çatışmaların rejimi değil mi?
FB: Tabii ki çatışmaların rejimi, ama sonuç olarak ortak kararlar almak ve hepimizi ilgilendiren konuları ortak kararlara katılmak diye tarif ettiğiniz zaman politikayı bir şey hasıl etmek için politika yapmak, olumlu anlamda bir şey olarak anlıyorum ben, çatışmayı yok saydığım için değil.
Tabii o ders birazcık da hani giriş dersi ve çok çatışmacı ortamlardan gelen o ortamlarda bulunan öğrencilere biraz da diğer yönü hatırlatmaya yönelik bir şey. Dolayısıyla hani ipin bir tarafını büküyorum bir anlamda ama şunu mutlaka söylemek gerekir, yani uzlaşmak derken hemen her konuda uzlaşmak, konsensüs, vs. kastediliyor değil, ama örneğin şu odada hepimizi, üçümüzü ilgilendiren bir karar alırken birbirimizi dinlemek gerekir, bunun için de aynı zamanda benzerliğimizin yani hepimizin insan olduğunun, eşitliğimizin farkında olmamız ve dolayısıyla sizin söylediğiniz sözün de, Ömer'inkinin de, benimkinin de gerçek payı taşıyabileceğini önceden kabul etmemiz gerekir, sizi anlayabilmek için önce sizi dinlemem gerekir ki karşılığında kendi fikrimi oluşturup söyleyebileyim. Halbuki Türkiye'deki siyasal iklimde, siyasal olması da şart değil genel toplumsal iklimde nedir? Münazara zihniyeti vardır, siz bana bir şey söylerken ben sizi anlamak için değil size nasıl cevap vereceğimi düşünerek dinlermiş gibi yaparım, kafamdan kendi cevabımı geçiririm.
HT: Bunu yaparken de tartışma edebini, adabını bir kenara atıyoruz çoğu zaman.
FB: Tabii ki, bu prosedürlerle ilgilidir demokrasi bir yandan, ama şu var, bu çatışmayı yok saymak değildir, uzlaşma zaten neden olur? Çatışma olduğu için uzlaşmak zorundasınızdır, bu zaten olayın doğası icabıdır, çatışma olmasa, farklı fikirler olmasa, farklılık olmasa zaten ne anlaşmaya ne uzlaşmaya ihtiyacımız olurdu. Hatta Arendt şunu der, o zaman iletişime bile gerek olmazdı çünkü aynı olduğumuz için hiçbir farklılığımız olmayınca niye iletişim kuralım?
ÖM: Evet uç noktada.
FB: O yüzden tabii ki ortak karar alırken mutlaka farklı fikirlerimiz olacak, ama sonuçta birbirimizi doğru düzgün dinleyerek, sahiden dinleyerek -bunun altını çiziyorum- ondan sonra aklın, sağduyunun egemen olduğu bir karara varabiliriz. Bence bu politika anlayışıyla feminist politika anlayışı arasında önemli bir örtüşme de var; küçük küçük konular üzerinde politika yapmak diye de bir şey var. Yani bir meseleyi çözmek için bir araya gelmek, onun için tartışmak, müzakere etmek ama oradan bir sonuç çıkarıp ondan sonra başka bir şeye geçmek.
Biz illa her konuda ilkeler bazında, aynı fikirde olmak zorunda değiliz, uzlaşma bu değil ya da uzlaşma birinin zorla birine bir şeyi kabul ettirmesi hiç değil. Zorla ikna diye bir oximoron var, yok öyle bir şey! O yüzden elbette çatışma var ama bu Schmidt'in çatışmacılığı değil bence. Yani ben ve öteki, ben ve düşman mutlaka vardır Schmidt'in anlayışında. Ondan da bir takım fikirler alınabilir, yani yararlı fikirler mutlaka var ama düşman değil karşımızdakiler.
HT: Ama ben ve düşman, biz ve ötekiler şeklinde değil de, mesela Habermas'ın fazla müzakereci, fazla uzlaşmacı kültürüne karşı, demokrasiyi öyle görmesine, kamusal alanda yapılan etkinliği öyle görmesine karşı bir eleştiri olarak, bir alternatif Carl Schmidt'e dayanıyorlar.
FB: Doğru ama bence ona karşı Schmidt'i çıkarmak doğru değil, yani Schmidt varolan reel politikanın, reel durumun doğasını tarif ediyor, doğru ama bununla biz sınırlı mıyız? Yani politika deyince aklımıza hemen reel politika mı gelmeli? Yani sahici politika ya da sahte politika ayrımı yapmamalı mı? Onu düşünmek gerekir. Habermas'a da gelince bence de Habermas çok fazla prosedürel, yani insanı bıktıracak kadar, bence demokrasi o değil, yani daha içeriksel bir şey olmalı diye düşünüyorum.
HT: Bir de, kadınları dışlayan bir kamusal alan anlayışı olduğu ileri sürülmüştü.
FB: Onun özeleştirisini yaptı gerçi, kadınlar çünkü çok eleştirdiler onu, onun farkına vardığını söyledi ama farkına vardı sadece, yani kadınları somut olarak gerçekten içeren bir kamusal alan tasavvur edemiyor. Çünkü somut farklılıkları çok fazla imgeleyemiyor, tasavvur edemiyor diyeyim.
HT: Burada birbirlerine yakın tezler savunuyorlarmış gibi görünmekle birlikte aralarında bir fark var, Rorty ile Habermas arasında. Rorty mesela hep konuşmadan yana, hiç bitmeyen bir konuşmadan ve dolayısıyla şiddet içermeyen tartışmanın sonsuzca devam etmesinden yana, uzlaşma
FB: Aynen, Arendt öyledir.
HT: O bakımdan biz de Ömer Madra'yla uzun yaptığımız bu programda çok kıyasladık, kıyaslamaya çalıştık elimizden geldiğince. Gönlümüz galiba biraz daha Rorty'den yana. Yani o konuşmayı, çatışmayı, o anlamda çatışmayı savunmasından yana. Arendt'ten söz ettik, onunla ilgili bir şey soracağım size. Arendt'in ilginç gelen bir şeyi bana, kitabın içinde, 54. sayfasında Arendt'in felsefesinde ütopyacı ögeler olduğunu söylemişsiniz. Ben bunu çok önemsedim, çünkü Arendt hiç hakketmediği bir biçimde soğuk savaş ideolojisinin içerisine dahil edilmeye çalışılmıştır Karl Popper'la birlikte.
Popper aslında ütopyayı kötüleyen düşünürlerden bir tanesidir. Ben aralarında çok büyük fark olduğunu düşünüyorum. Karl Popper soğuk savaş liberallerinin olabilir, ben vazgeçebilirim Popper'den, yani onu sahiplenmeyebilirim ama Arendt öyle değil. Bu çok önemli . Totaliterlikten çok bahsettiği için antikomünistler de sahiplenmişler, ama dediğim gibi hiç hakketmediği bir şey Arendt'in. Size şunu soracağım, Arendt'i ütopyacı olarak nitelemek, Arendt'i soğuk savaş liberallerinin, muhafazakarların, hatta antikomünist propagandanın elinden kurtarmak için önemli bir şeymiş gibi geliyor bana, siz de öyle mi düşünüyorsunuz?
FB: Bir kere tabii o dediğiniz algılama şimdi çok değişti, yani 80'lerden sonra Arendt'e olan müthiş ilgi aslında belki de daha önce konuştuğumuz Amerikan baharı, vs. ile de ilgili. Yani dünyada bir şeyler değişiyor, bir zihniyet farklılığı var, bunun sonuçlarını biz daha sonra göreceğiz. Bu ütopyacılık meselesinde, ütopyanın iki farklı algılanışı var, bir sizin dediğiniz hani soğuk savaşçıların veya klasik liberallerin algıladığı, topluma şekil vermek, Platon'un 'Devlet'i akıllarına geliyor ütopya dendiği zaman, ama benim aklıma o gelmiyor. Benim aklıma şu anda içinde bulunduğumuz verili koşullarda aslında ipuçları bulunan, yani mümkün olan ama henüz varolmayan değişik ve daha iyi alternatifler geliyor. Eleştirel düşünce bence ütopyacı bir düşüncedir bu anlamda.
HT: Çok doğru.
ÖM: Evet.
FB: Ve ütopyayı hani bir de Türkiye'de de özellikle gene çok pejoratif şeydir, çok pragmatist bir toplum olduğumuz için hemen gerçekleşemez şey diye bir kenara atarlar.
HT: Pozitivist olduğumuz için.
FB: Aynen. Halbuki ütopyanın aslında ayağı bir yerde buraya, yani varolan dünyaya basar, eleştirel teorinin ütopyacı olması da bu nedenledir, şu anda varolan durumu beğenmediğimiz zaman bu beğenmediğimiz koşulların değişebileceğini, nasıl değişebileceğini düşünmektir ütopya sonuç olarak. Biz de bugün aslında birazcık da burada gene onu yapıyoruz, yani eleştirel düşünce uygulamaya çalışıyoruz ve hakikaten şu andaki durumu ben beğenmiyorum, hiçbirimiz beğenmiyoruz. Ama bunun farklı olabileceğini düşünebiliyoruz, farklı olabileceğini düşürmemizin nedeni aslında o farklılığın, o iyiye doğru değişmenin tohumlarının bugünün içinde varolmasıdır, yoksa biz onu zaten düşünemezdik. Düşünceyle varlık arasındaki ilişkiyi düşünürseniz, ütopyacı düşünce öyle gökten filan düşmez, gene içinde yaşadığımız koşullardan ama bu koşulların başka türlü de olabileceği bilincinden doğar.
HT: Varolanı olumsuzlamak anlamında.
FB: Evet. Eleştirellikten doğar. Arendt'in bu anlamda bütün düşüncesi eleştirel bir düşüncedir, bir çok insan aynı zamanda onun kamusal alanının ya da politika anlayışının şiddet içermemesinin de biraz ütopyacı olduğunu düşünürler ama bu da gene bence olabilir bir değişikliktir. Yani hiç olmayacak bir şey değil, evet şiddet de politikanın tamamen dışında olabilir, olmalıdır zaten, yani şiddetin olduğu yerde politika olmaz.
ÖM: Evet bu çok hayati bir nokta. Ne yıldı ama bu 2011 yılı! Hakikaten bir küçük hayatın bir büyük ölüme dönüşmesi, işte Muhammed Buazizi'nin Tunus'ta kendini yakmasıyla başladı ve ne biçim bir şey haline geldi. Yani Mubarek'lerin, Bin Ali'lerin, Kaddafi'lerin olmadığı bir yere geliverdik Esad'ınki yakın görünüyor. Bana sorarsanız bu insanların, yani isyancıların en büyük özelliği şiddet kullanmamayı sonuna kadar sürdürmeleri, en büyük silah olarak bu barışçıl yöntemi şiddetsizliği kullanmaları. Bu ezber bozmak...
FB: Bunun dönüştürücü bir şey, devrimci bir şey olduğunu görmek...
ÖM: Evet ezber bozmak bu işte, yani polis, ne yapabilir ki bunun karşısında?
FB: Ve yani bu aynı zamanda bana sorarsanız gene bir 'totaliter devrimci' ezberin bozulması.
ÖM: Aynen.
FB: "Omlet yapmak için yumurtaları kırmak zorundasınız!" denir ya hani. Arendt de "yumurtalara kimse sordu mu acaba?" diye sorar, tam bu yani.
18 Kasım 2011 tarihinde Açık Radyo'da yayınlanmıştır.