İki hafta öncesine kadar, 80 kuşağının apolitik ve yabancılaşmış, 90 kuşağının yozlaşmış bir nesil olduğu, ilgili ilgisiz her yerde konuşuluyordu. Fakat Türkiye bir sabah uyandığında 90 kuşağını ve bu kuşağın isteklerini konuşmaya başladı.
İlk birkaç gün herkes afalladı. İlla tanımlamak gerekiyordu, illa anlamak illa kavramak gerekiyordu ki yeni tartışmaların sancağı bayrağı tenceresi tavası neydi, kimindi, kime gerekti, bunlar rahat rahat konuşulabilsin, soru işareti kalmasındı. Fizik boşluk kaldırmaz kuralından hareket ederek soluk bile almadan, bakmadan, izlemeden, hazmetmeden, bir soru bir cevap şeklinde, hızlıca, hep birlikte yol aldık.
Gizin ve şeffaflığın aynı anda gerçekleştiği alışılmadık bir heyecan dalgasına kapıldık. İmalar ve imlalar değişmeye başladı. 90 kuşağı yerden yere vurulduğu sert zeminden kaldırılıp itibar görmeye başladı. Diyalektikten haberi olmayanlar için her şey garip bir sürprizdi. En önemlisi işkencenin zihnimizdeki karanlık odalardan meydanlara taşmasıydı ki bunun adı gaz bombası, biber gazıydı. Diğer adıyla kimyasal işkence!
Yaklaşık iki haftadır sokağa çıkan çıkmayan herkes, kimyasal bir işkenceye maruz bırakılıyor. Oysa ki insanlar üzerinde kullanılan ve kısa vadeli etkileriyle bir caydırıcı olarak kullanıldığı öne sürülen biber gazı ciddiye alınması gereken bir kimyasal silah ve bu bir işkence metodu. Yıllardır uygulanagelen bu işkence metodu gezi parkı eylemleriyle büyükşehirlerin meydanlarında görünür oldu.
“Biber gazı sıkın, gaz bombasıyla yaralayın, gaz fişekleriyle insanları kör edin, itiraz edenleri ağır yaralayın” diye emir verenleri bir tarafa bırakırsak, bir de bu emirleri uygulayanlar var. Adına kolluk güçleri deniyor. Kafalarında kaskları, ellerinde silahlarıyla yasal işkence haklarını kullanıyorlar.
12 Eylül faşist darbesinden beri yaklaşık otuz yıldır birbirimize ve kendimize sorduğumuz sorular değişmedi. “Bu işkenceleri nasıl yapıyorlar? Onların çocukları yok mu?”
Cevaplarına aklımızın bir türlü yetmediği neredeyse klasik bir eser haline gelecek bu soruları şimdi tekrar sormaya başladık. Bu sorulara yüz bininci kez yanıt ararken, bir eylemci ve bir polisin karşılıklı konuşmasının yer aldığı videoyu izlemeyen kimse kalmadı. Eylemci polise “yeter artık, biber gazı sıkmayın” diyordu. Polis ise “ne yapalım ekmek parası” diye yanıtlıyordu eylemciyi.
Merhameti, şefkati bilen bir toplum olduğumuzu sanıyoruz ya, yine dengesizce savrulduk. Kimimiz, “Hadi be oradan” derken polise yanıt olarak, diğerimiz ekmek parası için gaz sıkan polis için ağladık neredeyse. Kimimiz polislerin emir kulu olduklarını düşünürken, kimimiz rehabilite edilmedikleri takdirde tüm toplumu çiğnemeden yutacaklarını düşündük.
“Evimde astım hastası var, yeter artık gaz atmayın” diyen kadının evine dört kez biber gazı saldırısı yapan polislerin kendi örgütlerinin de demokratikleşebileceği konusunda hiç mi bir fikirleri yok acaba? Duyar gibiyim sesinizi, demokratlaşmak isteyen polis mi var diyorsunuz…
POL-DER
Mesela, POL-DER (Polis Derneği) desem? Polis örgütünün Türkiye tarihindeki ilk ve tek demokratik hareketi olan Pol-Der’e üye polisler “Halkın Polisi” olarak bir zamanlar nam salmıştı.
1970’te polislerin özlük haklarıyla ilgili çalışmalar yürütmek için kurulmuş bu derneğe her kademeden polis memuru üye olabilmiştir. Demokratik bir kitle örgütü olarak yapılanmış, polis örgütünün Türkiye tarihindeki ilk demokratik hareketi olmuştur.
Sesini duyurmaya ve kamuoyunda tanınmaya başladıkça faşist tepkiler artmaya başlamış, örneğin 1976’da yapılan İkinci Olağan Kurul’da Pol-Der üyesi olmayan bir grup, kurul salonuna gelip “Kızıllar Moskova’ya!” diyerek slogan atmış, yine bu olağan kurulda söz alan bir polis memuru “bu derneği solculara teslim etmeyin” çağrısında bulunmuş ancak faşist grubun toplantıya bu şekilde katılmasının suç sayıldığı vurgulanınca grup salonu terk etmiştir.
Pol-Der, genel kurulun ardından “Tüm Ulusumuza” isimli bir bildiri yayınlamış ve bu bildirisiyle de tutumunu belli etmiştir.
“Polis halkla organik bir birlik oluşturur. Hizmet etmekte olduğu toplumdan ayrı değil fakat onun bir parçasıdır. Polis; anayasal ve demokratik hakların kullanılmasının önünde bir engel, öğrencilerle küskün, toplantı ve gösterilere gereksiz müdahale eden, yurttaşlara kötü davranan bir örgüt değildir. Bu duruma çevrilmesine hiçbir zaman hiçbir çevrenin gücü yetmeyecektir. Tüm yurttaşlara eşit, yansız, ayırt etmeksizin ve incelikle davranmak polis yönetiminin temel politikası olmalıdır. Şurası unutulmamalıdır ki; halkın polise ve yasalara karşı tutumunun oluşmasında en önemli etmen polisin kendisidir. Kolluk hizmetleriyle ve ülkenin sorunlarıyla ilgili tüm görevlileri, yurttaşları ve kuruluşları güncel konuya eğilmeye ve yandaş olmaya davet ediyoruz”
Pol-Der Başkanı, Prof. Dr. Kazım Ulusoy yine emniyet örgütüne hitaben yaptığı bir konuşmasında şunları dile getirmiştir:
“Bunca örgütün Türk halkının bir parçası olarak giriştikleri faaliyetler yanında biz Polisler aynı kalkınmaya katkıda bulunamaz mıyız? Biz Polisler halkın dışında mıyız? Türk halkı her türlü kalkınma yönünde bilinçlenirken, daha yararlıyı ararken Polis geçmiş asırlarını mı yaşamalı? Toplumumuzla birlikte kalkınamaz mıyız? Ne engel var buna?”
Pol-Der’in temel şiarı “halkın polisi” olmaktır. Kendi yayın organıyla da sık sık bu vurguyu yapmıştır: “Bir grev, boykot veya gecekondu sözü geçince akla hemen polis gelir olmuştur. Çünkü egemen sınıflara sırtını dayamış olan politik çevreler, polisi bu sınıfların yararına yasal maşa gibi, daha genel bir ifadeyle halkı halka karşı kullana gelmişlerdir. Oysa çoğunluğu yaşam ve geçim sıkıntısı içinde olan polisin kardeşleri olan öğrencilerimize ve gecekondu komşusu olan işçilerimize, yasa dışı davranışlarını düşünmek bile olanaksızdır. Bu tür durumlarda kusur ve suç polise yön verme yetkisinde olan üst makamlarındır. Bir tek şeyin bilinmesinde hem de tüm politikacılarca bilinmesinde yarar vardır. Polis toplumun karşısında gösterilmekten artık hoşlanmıyor. Politikacıların ve onların sırt dayadıkları bazı çevrelerin polisi değil, halkın polisi olmak istiyor”
Tüm bu çabaların sonucunda, Pol-Der demokratik kamuoyunda bilinir, tanınır olmuş ve saygın bir konum edinmiştir.
Ancak Pol-Der gelişmesini sürdürdükçe ve örgütlenme çalışmalarını yaygınlaştırdıkça, daha büyük baskılarla karşılaşmaya başlamış, Pol-Der üyeleri kötü niyetli, maksatlı cezalandırmalara maruz kalmış, sürgüne yollanmış, bunun yanında fiziki saldırılara uğramışlardır. Hatta Pol-Der’in genel başkanı görevinden alınarak sürgün edilmiştir.
Taşradaki Pol-Der’li polis memurları çok daha büyük sorunlar yaşamışlar, Emniyet amirlerinin, müdürlerin bizzat baskısına maruz kalmış ve kendi meslektaşlarınca işkence görmüşlerdir.
1978 yılı faşist saldırıların çok yoğun olduğu bir senedir. Toplu öldürmeler, aydın ve önder kişilere dönük suikastlar, kitlelere dönük faşist saldırılar birbirini izler. Pol-Der bu gidişata karşı toplumu uyarmaya çalışır. Bunun üzerine Pol-Der’in yaptığı bir açıklama şöyledir:
“Her gün halka ihanetin yeni bir örneğini veren faşizmin, halkın dostlarını, aydınları, düşünürleri, namuslu insanları, güzeli, düşünenleri hedef almaları rastlantı değildir. Amaç toplum katmanları arasında yılgınlık yaratmaktır. Pol-Der olarak azgınlaşan faşizm karşısında tüm namusluları, halkın dostlarını yüreği insanlar ve insanlık için çarpanları birliğe ve dayanışmaya demokratik yoldan mücadeleye çağırıyoruz”
1978 Haziran’ında Pol-Der kapatılır. 12 Eylül faşist darbesi, Pol-Der’in de tamamen sonu olur.
Pol-Der’in kapatılmasına ve Pol-Der’li polislerin 1980 sonrasında dağıtılmalarına bağlı olarak, polisin mesleğiyle ve toplum sorunlarıyla ilgili demokratik faaliyette bulunma arayışı zayıflamış hatta silinmiştir.
Meslek anlamında örgütlenme fikri yok edilmiştir. Eski Pol-Der’liler ilişkilerini sürdürmeye çalışsalar da süreklilik sağlayamamışlardır. (DŞ/YY)
*POL-DER’le ilgili daha geniş bilgi sahibi olmak isteyenlere Sıtkı Öner’in Halkın Polisi isimli kitabı önerilebilir.