Beyoğlu Sineması'nda, Hasibe Eren'in sunuculuğunu yaptığı gecede, festivale destek veren çok sayıda kurum ve kuruluşa teşekkür plaketi verildi.
İlk plaketleri Firuzan ve Gülsün Karamustafa 'ya vermek için, Kayıkçı filminin yönetmeni Biket İlhan çağırıldı.
Plaketleri verdikten sonra Firüzan, Biket İlhan için şunları söyledi: "Hasta hasta geldi. Dişi şiş şu anda. Öyle harika bir kadındır ki. Kadınların kıskanç olduğunu söylerler bir de. Arkadaşınızı değil, işinizi kıskanın".
Teşekkür faslından sonra Hintli yönetmen Mira Nair'in "Hint Kabaresi" adlı filmini izledik. İnsanın içini acıtan bir film. Güzeldi.
Dünyadaki yönetmenlerin yarısı kadın olana kadar, kadın filmleri festivalinin yapılması gerektiği konusunda ikna oldum o açılışta.
Şu anda sadece yüzde üç oranında kadın yönetmen olduğunu da öğrenmiş oldum o gece.
Güzel bir geceydi.
Sinemadan çıktığımda gece yarısı olmak üzereydi. İstiklal caddesi her zamanki gibi kalabalıktı.
Bol bol kadın da vardı sokakta. Galadaki kadın oranından az, eskiden bu saatlerde olduğundan fazla.
Yürümeye başladım.
Sakat olmakla kadın olmak arasında kurduğum ortaklıkların da etkisiyle, "'Sakat filmleri festivali' düzenlesek mi acaba?" diye düşünürken buldum kendimi.
Kadın filmleri festivaline kadınlar gelmişti çoğunlukla; sakat filmleri festivaline de sakatlar mı gelirdi acaba çoğunlukla?
Herhalde öyle olurdu. Sakatlarla ilgili şeylere gelen sakat olmayanların sayısı devede kulak gibi oluyor ya daima.
Sakat filmleri festivali düzenlemek için önce sakat yönetmenler olmalı ama değil mi?
Yazmayı bırakıp, yönetmenliğe mi başlasam acaba?
Yapmadığım kaç iş kaldı ki zaten?
Kırkından sonra yazar olan, kırk beşinden sonra yönetmen olamaz mı?
Ben böyle kendi kendime, pek çok kişiye abuk subuk gelecek şeyler düşünerek yürürken yoruldum.
Galatasaray Lisesinin önüne gelince dinlenmek için durdum.
Birden tenhalaştı sanki ortalık.
Caddenin karşısında sakat bir kadın gördüm önce, yanında bir kadın vardı.
Sonra biraz ilerimde yürüyen sakat bir kadın, bir erkeğin koluna girmişti.
Çok hoşuma gitti.
"Ne güzel manzara" diye düşündüm.
Sokakta sakatları görmek, tıpkı geceleri kadınları görmek gibi sevindiriyor beni.
O sırada tramvay yolunun tam üzerinde duran üç polisten birinin beni gösterdiğini gördüm.
Uzatmış elini, hiç çekinmeden, bir beni bir de karşıda yürüyen kadını göstererek bir şeyler söylüyordu arkadaşlarına.
Yanlarına gidip, beni göstererek ne söylediğini sordum.
"Hiçbir şey!" dedi.
"Yalan söylemeyin, söylediniz" dedim.
"Siz ve şu kadın ikinizin de aynı bacağı sakat ve aynı anda caddenin iki tarafındasınız bu tesadüf mü?" dedi.
"Onu tanımadığıma göre, evet" dedim.
O saçmalıyor diye ben de saçmalamak zorunda değildim biliyorum ama...
"Sizi kutlarım," dedi.
"Neden?" dedim.
"Gelip bana sormaya cesaret ettiğiniz için" dedi.
Benim kadar çok kutlanan birini daha bilmiyorum.
Etek giydiğim için bile kutlanmış bir kadınım ben.
Çok sıkıldım artık kutlanmaktan.
"Anneniz size, birini eliyle işaret etmenin ayıp olduğunu söylemedi mi?" dedim.
Söyler söylemez utandım ama, söylemiş bulundum bir kere.
Polislerden biri ne iş yaptığımı sordu, "Yazarım" dedim. "Şimdi gidip bunları yazacağım".
"Ne yazıyorsunuz," dedi.
"Sakatlara yapılan ayrımcılığı" dedim.
"Sakatlara ayrımcılık mı yapılıyor hala?" dedi.
"Arkadaşınızın bu kadar insan geçerken buradan, sadece sakatları eliyle göstermesi bile ayrımcılık değil mi?
Bu yüzden pek çok sakat sokağa çıkmak istemiyor işte".
"Ama ilginç değil mi?" dedi eliyle bizi işaret eden birinci polis;
"Aynı anda ikinin de durumu aynı".
Aslında haklı. İlginç gelir tabii. Binlerce kişi geçiyor her gün oradan ve ilk kez iki tane sakat görüyor.
Zaten ben eliyle göstermesine itiraz ediyorum, ilginç gelmesine değil.
O kadar azız ki sokaklarda, çok olmamıza karşın.
"Bu ayrımcılık değil ki!" dedi birinci polis.
"Sakatlara ayrımcılık yok".
"Sakat mühendis istemiyoruz, diyerek beni işe almamaları ne peki?" dedim.
"Herkes canı kimi isterse onu alır" dedi.
"Sakatlara ev vermemek ne peki?" dedim.
"Vermez vermez!"
"Peki polise ev vermem demesi birinin ayrımcılık değil mi?"
"Zaten bize kimse eve vermek istemiyor" dedi ikinci polis.
"Herkes herkesi sevmek zorunda değil ki!" dedi birinci polis.
"Polisleri de sevmeyen evini vermez".
"Herkes canının istediğini işe alır, evini canının istediğine verir".
Ben artık tartışmaktan vazgeçtim.
Ayrımcılık tanımımız ne kadar farklı toplumun her kesimiyle, bir kez daha anladım.
Zaten benim polislerle bunu tartışmam bile ne kadar anlamlı tartışılır.
Ne yapmaya çalıştığımı anlamıyorum bazen.
Ama onlarla tartışmaktan öğrendiğim şeyler de var: Sakatlara ayrımcılık yapılmadığına inananlar çoğunlukta bu ülkede.
Yani işimiz çok zor.
Onların ayrımcılık/ayrımcılıkla mücadele gibi bir derdi yok zaten; emir kulu olarak görevlerini yapıyor: Gösteri yapanları dövüyorlar mesela.
Ayrımcılıkla derdi olanlar bile, söz konusu sakatlar olduğunda, polislerin dediğinden farklı ne diyor ki? (NG/EÜ)