Bir hafta sonra ise, bu kez daha kalabalık bir liste ile bazı Kürt aydınlarının aynı metni desteklerini belirten çağrısı yayınlandı.
Çağrının ilk imzacıları olan arkadaşlarımızın, bir yılı aşkın zamandır Kürt meselesi konusunda bir şeyler yapma çabası içinde oldukları biliniyordu. Gerek Mersin'deki bayrak hadisesi sonrasında yayınlanan bildiri, gerekse de son yapılan çağrı metni, sanırım bu çabalarının bir sonucudur.
Aydınların yaptığı çağrı sonrasında derhal kollarını sıvayıp 'bizler de katılıp desteklemeliyiz' diyerek Kürtlerden imza toplama girişiminde bulunan ve başta Demokratik Toplum Hareketinin (DTH) çekirdek kadrosunu teşkil eden 14 değerli Kürt siyasi şahsiyeti ve bazı belediye başkanları her nedense metne kendi değerli imzalarını koymamışlar.
Bu güne kadar çatışma ve şiddet eylemlerinin karşısında yer almış, yıllardır savaş ve şiddetin sorunu çözmek yerine, çözümsüzleştirmek için ortaya sürülmüş bir oyun olduğunu ilk günden itibaren söyleyerek karşı pozisyonlarını açıkça ortaya koymuş bazı Kürt aydınlarının da, bu metni niçin imzaladıklarını anlamak da oldukça zor.
Olmayan bir adrese çağrı yaparak bir sonuç elde edemeyeceklerini bilmeliydiler. Aslında bu insanlar, savaşın başlatıcıları tarafından hep bir düşman veya "zararlı unsur" olarak görülmüşlerdir. Hala daha böylesi bir çağrının, dostane bir girişim olarak değerlendireceğini mi sanmak bir yanılgısına düşmemeliydiler. Son günlerdeki tren sabotajları ve yollara döşenen mayınlı tuzakların artması da bu tezi doğrulamıyor mu?
Çoğu yakın dostum olan çağrıcıların bu çabalarındaki iyi niyetlerinden hiçbir kuşkumun olmadığını belirtmekle beraber, bu iyi niyetli çabalarına rağmen gözden kaçırdıkları birkaç noktaya dikkat çekmek istiyorum.
Birincisi, sürdürülen çatışmayı kimlerin manipüle ettiği doğru teşhis edilememiştir. Bilindiği gibi, Abdullah Öcalan 1999 yaz aylarında yargılanırken silahlı militanlarına da Türkiye dışına çıkmaları talimatını vermişti.
Bu geri çekilme sürecinde 600 militanının Türk ordu birliklerince imha edilmesine rağmen, artık silahlı mücadelede ile kazanılacak bir şeylerinin olmadığını da açıklamıştı. 1 Haziran 2004 tarihinde ise, Kandil Dağında eski DEP Milletvekili Zübeyir Aydar 'a okutturulan bir metinle bu kez ateşkesin sona erdiği açıklanmış, son verildiği ilan edilen savaş "GÖRÜLMÜŞTÜR" damgasıyla yeniden yürürlüğe sokulmuştur.
PKK'ya yapılan bu çağrının bir adresi ve bir muhatabı yoktur. PKK olarak varsayılan adreste bu çatışmaya son verecek bir irade yoktur. Çünkü çatışmaya son veren iradede de, yeniden başlatan irade de İmralı Adasındaki PKK önderi Abdullah Öcalan 'dır.
Bu itibarla çağrının esas muhatabı, Öcalan ve onu ellerinde tutarak kullandıklarını söyleyen güçler olmalıydı. Yani silahlı eylemlere istese bile son verme kararı olmayan ve aslında sadece verilen görevleri yerine getiren bir yapıya yönelik çağrı, havanda su dövmekten öte bir işe yaramamıştır. Bir yıl önceki bir yazımda da belirttiğim gibi bu çatışma tamamen Genel Kurmay'ın kontrolündedir ve Genel Kurmay istediği anda bu savaşı bitirebileceği gibi, istediği anda da tırmandırabilecektir.
İkincisi, 'gerekli yasal düzenlemelerin gerçekleştirilerek, Kürt meselesinin çözümüne' ilişkin boşuna bir beklentidir. Geride bıraktığımız 20 yılı aşkın süreci iyi okuduğumuz takdirde, Kürt meselesinin çözümü için artık yasal düzenlemelerin bir işe yaramadığını anlamak gerekir.
Bu gün Kürt sorununun çözümündeki en büyük engelin PKK ve onun önderi Öcalan olduğunu artık anlamak gerekir. Bu yapı, siyasi olarak tükenmedikçe, varlığını sürdürdükçe Kürt meselesinin önü tıkalı kalacaktır.
Yapılacak yasal düzenlemeler, Kürt meselesinin çözümünde yalnızca bazı kısmî iyileştirmeler sağlamaktan öte bir işe yaramayacaktır. Soğuk savaşın bitmesiyle beraber, ciddi bir düşman sıkıntısı çeken militarizmin varlığının yegâne teminatının PKK olduğunu, bugün askerlerin politikadaki ağırlıklarının kaynağının da buradan geldiğini tespit etmek gerekir.
Üçüncüsü, metne imza koyan DEHAP - DTH çevresinden gelen bazı imzacıların, yıllardır "barış çağrısı" yapmaktan bıkmamaları üzerine. Bir toplumu oluşturan insanlar barış yapmazlar, barışık yaşarlar. Barış çağrısı yaparken, barıştan neyin kastedildiği çok önemlidir.
Barış talebiyle kastedilen, bir kişinin affı ise bunun manasızlığı açıktır. Barıştan kasıt şiddet ve savaş karşıtı olmak ise, bunu alenen söylemek gerekir. Saygın şahsiyetlerden süslü alıntılar yaparak, barışı ne kadar da içtenlikle istiyormuş gibi sahte ve sadece edebi metinlerle anlatmaya çabalamak, konuyu bilenler için bir anlam ifade etmez.
Barışı isterken, siyasal olarak bulunduğumuz yerin de neresi olduğunu açıklamak zorundayız. Savaş kararını veren bir önderin talimatlarıyla hareket ediyor, hatta O'nun onayı ile bir partide görevlendiriliyorsak, barıştan söz etmemizin de dışımızdaki insanlar nezdinde bir etkisi ve inandırıcılığı olmaz.
Becerebildiğimiz yegâne şey, barış için edebi metinler yazıp şatafatlı cümleler kurmak ise, bunun, sıradanlığı aşamamış bir parti memurunun şeflerinin gözüne girmekten öte bir anlamı yoktur.
İki milyon oya sahip bir parti, eğer şiddeti gerçekten reddediyorsa, temsil ettiğine inandığı kitleyi, sadece konser dinletmek üzere değil, açık seçik olarak şiddeti reddettiğini açıklamak üzere meydanlara çıkarmalıdır.
Dağdaki bir gerillaya bir dilim ekmek verdiği için bütün köy halkıyla beraber yakalanıp, yardım ve yataklıktan yargılanan köylülerin bile toplu olarak mahkemeye çıkartıldığı bir dönem yaşadık.
Abdullah Öcalan da, iddia edildiğine göre 30 bin insanın katlinden sorumlu olarak yargılandı. Dosyasında siyasi ilişkiler kurduğunu anlattığı hiçbir suç ortağı davasına dâhil edilmedi. Sanki bütün suç ortakları yakalanıp yargılanmış ve son olarak da kendisi yakalanmış gibi tek başına yargılandı ve tek başına da İmralı Adasında tutulmakta.
Öcalan yakalanıp getirilirken, henüz uçaktayken, gözündeki bant açılır açılmaz, "bana bir fırsat tanırsanız, hizmet etmeye hazırım" diye bir dilekte bulunmuştu. Bu dileğini mahkemedeki açıklamalarında da tekrarladı. İnsanın aklına ister istemez "acaba bu dileği, böylesi özel bir yargılama ve infaz süreciyle ve yetkililerle müebbeden baş başa kalmak suretiyle mi yerine getiriliyor" sorusu takılıyor.
Bu çatışma, savaşan tarafların canlı hedeflere ateş ettikleri ve sadece savaşanların savaşıdır; canlı hedefler üzerinde uygulanan bir 'savaş oyunudur'. Hiçbir sivil insanın bundan bir çıkarı yoktur. Ailelerine ekmek parası sağlamak için çalışan insanları demiryollarında kurulan tuzaklarla öldürmekle kime yarar sağlandığı açıktır.
DEHAP ve DTH çevresinde politika yapan insanların, sürdürülen savaşı kaçınılmazmış gibi gören ve meşrulaştıran tavırlardan uzak durdukları göstermeleri gerek. Savaş ilan edip, bunun da bir savunma hareketi olduğunu söyleyen anlayışın karşısında net bir pozisyon almak gerekir.
Eğer gerçekten inandırıcı olmak istiyorlarsa, niyetlerini olmayan adreslere değil, korkmadan, çekinmeden, gerçek bir adrese iletmelidirler. Şiddetin ve silahın, sorunlarının çözümünde bir araç olmadığını, silahlı eylemlerin karşısında yer alacaklarını açıklayacakları net bir çağrıyla, doğrudan doğruya İmralı Adasına, Abdullah Öcalan'a iletmelidirler.(ÜF/EÜ)
* Vurgular bianet'e aittir.