Özgürleşme, insan bedeni ve aklını, içinde olduğu ruhani kuşatmadan arındırarak, tarihsel bir eşiğe dönüşmüştür. Bu tarihsel dönüşümün temel söylemiyse, insanı toplumsallığının öznesi olarak tanımlaması ve özgürlüğü bu temele inşa etmesidir.
Oysa, tarihsel işleyiş gösteriyor ki, toplumsal özne olarak insan, yalnızca küresel krizlerin eşiğindeyken bir özne olarak hatırlanıyor ve sosyal maliyetlerin adaletsiz bölüşüme açılması oyununa dahil ediliyor.
Dünyayı bekleyen küresel ısınma felaketinin, kitle iletişim araçlarınca nasıl bir bireysel tüketim “suç”una indirgendiği ve dolayısıyla çözümünün yine bireysel mücadele alanlarıyla kısıtlı tutulduğu, bahsi geçen tarihsellikte alışık olduğumuz bir dayatma. Yani, gereğinden fazla enerji ve su tüketimimizin doğal sonucu olan küresel ısınma, bireysel eylemliliklerle tersine çevrilecek! Peki bu dayatma, “özgür” insan aklınca nasıl kabul edilir olarak algılanıyor?
Ekolojist tüketim
Egemen anlayışın küresel ısınmayla mücadele alanlarını tanımlarken, çıkış yolunu makro ölçekte devletler arası bir programda (Kyoto Protokolü), mikro ölçekteyse egemen ekolojist tüketim kültüründe bulduğunu söyleyebiliriz. Yani; “kapitalistlerin maliyetlerinin önemli bir bölümünü başka birine ödetmeyi sürdürmeleri kesin bir zorunluluktur. Bu başka biri de tabii ki ya devlettir ya da doğrudan devlet olmasa bile toplumdur” (Wallerstein, Bildiğimiz Dünyanın Sonu, Metis).
Topluma dolaylanan ekolojik maliyetse, bireysel ekolojist bilinç, ekolojist üretim ve ekolojist tüketim olarak anlaşılabilir: Live Earth konserleri, ekolojik ürünler, geri dönüştürülmüş tüketim malzemeleri, yeniden düzenlenmiş gündelik yaşam biçimleri, vs…
Jean Baudrillard, insanın tüketme güdüsündeki nedenselliğin, faydacı bir anlayıştan uzak, farklılaşma ihtiyacına endeksli olduğunu belirtiyor. Zengin-fakir/güçlü-güçsüz’ün diyalektik varlığı üzerine kurulan farklılaşma ihtiyacı, mevcut göstergeler sistemine içkin tüketim kalıplarını oluşturuyor. Hatta, farklılaşma isteğinin kendisinin göstergeler sistemiyle yaratıldığını söylemek mümkün.
Statü göstergelerinin işaret ettiği tüketim nesneleri (ki doğrudan fiziksel karşılığı olmak zorunda değil), farklılaşmak isteyen bireyin ihtiyaçlarının da nesnesi haline geliyor. Üstelik, bu tüketim nesnelerinin faydalılığını sorguladığımızda, çoğu kez farklılaşmaktan öte bir ihtiyaca hizmet etmediğini görebiliyoruz.
Ekolojist tüketimin, göstergeler sistemindeki yerini de bu çerçeve içerisinde izlediğimizde, iki sorunla karşı karşıyayız. Birincisi, “ekolojik” etiketine sahip nesnelere duyulan ihtiyacın toplumsal bir karşılığı yok; kitle iletişiminin yarattığı yapay bir toplumsallığa sahipler. İkincisiyse, bu “ekolojist” tavrın siyasal anlamının silikleşmesi.
Ekolojist tüketim nesneleri, statü göstergeleriyle yüklenerek toplumsal bir üst tabakalaşmaya/sınıfsallaşmaya ait haline geliyorlar. Madonna’nın kürklü-limuzinli kliplerinin yerini Live Earth konserlerine bırakmasının, Şişli’nin Türkiye’nin ilk ekolojik halk pazarına ev sahipliği yapmasının, Starbucks’ta verilen peçetelerin geri dönüştürülmüş kağıtlardan üretilmiş olmasının toplumsal anlamı, bizi farklılaştırıyor olması.
Siyasal mücadelenin gerekliliği
Öte yandan, toplumsal bilincimizin uzanımı olarak benimsediğimiz ekolojist tavır, bu metalaşma süreci içinde köşeye sıkışarak etkisiz hale geliyor. Ekolojizmin kendisinin metalaşması karşısında, bu mücadelenin öznesi olan insan, “ekolojizm”i tüketmekle karşı karşıya bırakılıyor. Yani, ekolojizm siyasi anlamını yitirerek bir değer olarak diğer değerlerle rekabet etmek zorunda kalıyor. Piyasa ekolojizmi bize şunu söylüyor: Rekabet anlayışı içerisinde diğer ürünlerle birlikte satışa sunulan ekolojik ürünleri tükettiğimiz kadar ekolojist olmaya mahkumuz.
Bu alana hapsolmuş ekolojist hareketin, küresel felakete karşı toplumsal yapıyı dönüştürücü gücüyse, hiç ikna edici değil. Küresel ısınmaya çözüm diye önümüze sürülenlerin bu krizi çözebilmesi imkansız görünüyor. (Mel Barnes, Green Left Weekly, sayı 720) Çünkü, söylüyoruz ki, Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli'nin (IPCC) Şubat 2007 raporu; küresel ısınmanın insan kaynaklı bir ekolojik kriz oluşu; bu krizin piyasa koşullarının sonucu olduğu anlamı taşıyor.
Dolayısıyla öncelikle ekolojist hareketi bir tüketim alanı olmaktan çıkarmak ve siyasal mücadele alanı haline getirmek gerekiyor. (HU/EÜ)