Bu gelişmelerin ardından Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Savunma Bakanlığı ve askeri liderleri, savaşın yaz aylarına kadar sürebileceğini bile söylemişlerdi. Daha da önemlisi, bütün dünya Irak halkının ABD tarafından "özgürleştirilmeyi" istemediğini görmüştü.
Öyle ki, saldırının ilk hedefi olan ve işgalcilerin bütün güçleriyle yüklendikleri Basra Körfezi'nde küçük bir kasaba konumundaki Umm Kasr bile, ancak 10 günde o da zorlukla ve çok sayıda kayıp verilerek ele geçirilmişti. Bu direniş, Irak içlerindeki diğer kent ve kasabalarda da devam etmişti. Ve bu beklenmedik olay, dünyaya Amerikan gücünün sınırlarını da göstermişti.
Kim yenildi?
Daha da önemlisi, haksız ve adil olmayan; dolayısıyla dünyanın çok büyük bölümünün karşı çıktığı bu savaşın başladığı an, aslında liberal küreselleşme fikri yenildi.
ABD, uluslararası hukuku ve Birleşmiş Milletler (BM) örgütünü çiğneyerek başlattığı bu savaş ile dünyanın her yerinde her ülkenin aynı muamele ile karşı karşıya kalabileceğini ve kimsenin güvende olmadığını gösterdi.
Yine bu savaş başladığı anda, öyle çevre (periferik) ülkelere empoze edildiği ve bu ülkelerin pek liberal aydınlarının hararetle savunduğu gibi, ulus devletlerin önemini yitirmediği, yerine başka bir oluşum konulamayan bu siyasal aktörlerin sadece yeniden tanımlandığını ortaya çıkardı. Yani bu savaş, "ulusal devlet" fikrinin daha da güçlenmesine yol açtı.
Savaşın ilk 20 gününün ortaya koyduğu tablo böyleydi. Peki sonra ne oldu?
Amerikan güçleri, şiddetli bir direnişin beklendiği Başkent Bağdat'a iki günlük bir kuşatmanın ardından girdi. Mevzii karşı koyuşlar dışında beklenen direniş gerçekleşmedi. Saddam Hüseyin'in temsil ettiği rejim kimsenin beklemediği bir anda ve yine kimsenin tahmin etmediği bir kolaylıkla çöktü. İnsanlarda bu beklentiyi yaratan şey, bazı Irak kentlerinde hâlâ devam eden direnişti.
Bağdat'ta olanlar
ABD ve müttefiklerinin bu savaşı, askeri bakımdan kazanacağı kesindi. (Ben de www.bianet.org 'da daha önce bu olasılığın çok güçlü olduğunu yazmıştım. ) Ancak, ucuz polisiye romanlarda rastlanabilecek türden bu kadar hızlı finale yine de herkes şaşırdı.
Bağdat'ta neler olduğu sorusuna kesin yanıt vermek şu aşamada (10 Nisan 2003 günü itibarıyla) gerçekten de zor. Sadece bazı tahminler yapılabilir:
1- Bu sonuç aslında normaldir. 13 yıldır ambargo altında yaşayan, silah teknolojisini yenileyememiş, elinde yeterli mühimmat/cephane bulunmayan, ciddi bir hava kuvvetlerine ve savunma sistemine sahip olmayan, gıda ve tıbbi malzeme kıtlığının yaşandığı, aç bırakılmış ve beli kırılmış bir Irak'ın; böylesine büyük bir savaş aygıtı karşısında 21 gün direnmesi bile bir mucizedir. Üstelik bu direniş, halkın sevmediği zalim bir diktatöre rağmen gerçekleşmiştir.
2- Yukarıdaki değerlendirmeye bağlı olarak Bağdat'ın erken çözülmesinin diğer nedenleri ise üç olasılık etrafında açıklanabilir; a) Ya Saddam Hüseyin ve bütün Baas liderliği, toplantı halindeyken, bir istihbarat üzerine yapılan ve "sığınak delici" diye bilinen bombalarla gerçekleştirilen saldırı sonucu imha edildi; b) Ya Irak yönetimi ABD ile anlaştı; c) Ya da bütün Iraklı liderler kaçtı.
Her ne hal ise, sonuçta bağımsız bir ülke hukuk çiğnenerek ve kaba güç kullanılarak işgal edildi. Diktatör Saddam'ın heykeli bile ancak 200-300 kişilik bir yağmacı topluluğun eşliğinde Amerikan askerleri tarafından devrildi.
Zaferin göreceliliği
Dünya, 13 yıl süren ambargonun dermansız bıraktığı bir ülkeye karşı yürütülen kalleşçe bir saldırıya tanık oldu. Amerikan tankları Bağdat'a, geniş Arap dünyanın onurunu da çiğneyerek girdi. Peki ama zorbalık karşısında hukuk, ABD karşısında BM, zalim karşısında mazlum, saldırgan karşısında haklı, barbarlık karşısında insanlık ve istilacılar karşısında bağımsızlık yenilmiş olabilir mi? Bütün bu değer, kavram ve kurumların tamamı kaybetti diyebilir miyiz?
Televizyon ekranlarından bize her dakika söylenenlere bakılırsa, bütün bu sorulara "evet" dememiz gerekiyor.
Dünyanın her yanında, kapitalizm karşıtı bir derinlik kazanma potansiyeline sahip, anti-emperyalist ve anti-amerikan akımın güç kazandığı; solun nüfuz alanının beklenmedik bir şekilde ve Ertuğrul Özkök'ün "üçüncü dünyacılık hortladı" diyeceği kadar genişlediği; ve nihayet bütün bir mazlum halklar dünyasının büyük bir öfke duyduğu bu saldırganlık karşısında yukarıdaki sorulara "evet" diyebilir miyiz?
Çok zor görünüyor.
Ortada bir zafer var, doğru! Ama bu, Spartalı komutan Pirus'un Romalılar karşısında kazandığı zafere benziyor. Yani, yenilgiden daha beter bir zafer... Pirus'un dediği gibi, "Tanrı herkesi böyle bir zaferden korusun"!
Savaşı kazanan Amerika ideolojik bakımdan yenilmiştir.
Bir sefalet öyküsü ya da Habertürk vakası
Türkiye'de yayınlanan bir gazete ve kablolu bir televizyon kanalı yukarıda sorulan bütün sorulara, kurumsal düzeyde ve açıkça "evet" yanıtını veriyor. Bileceksiniz, Habertürk televizyonu ve gazetesi.
Hani şu Cumhuriyet'in Washington eski muhabirlerinden ve Star, Show gibi televizyonlar ile Milliyet gazetesinde kısa süreli yayın yönetmenliği yapan Ufuk Güldemir'in sahibi olduğu TV kanalı ve gazete...
O bütün "liberal inceliklerine" karşı bu gazete ve televizyon, inanılmaz kabalıkta bir ideolojik yayın yapıyor. İnternet sitelerindeki her haberin altında "Yaşasın serbest piyasa" diye slogan atılıyor. Habertürk başından beri ABD'ye kayıtsız şartsız destek veriyor. Serbest piyasa kutsanıyor ve neredeyse her şey, bütün değerler, gücü ve parası olana satılabilir fikri adeta kutsanıyor. Logosundaki "Türk" vurgusuna karşın "vatan" kavramına bu kadar uzak ve pespaye amerikancılığa bu kadar niyetli/yatkın başka bir yayın bulunmuyor.
Öyle ki; yayınlarda hiçbir zeka pırıltısı, incelik, yaratıcılık, sofistike bir çalışma ve asgari gazetecilik tutumu/becerisi görülmüyor. Örneğin, aynı haber aynı gün üç ayrı sayfada birden kullanılabiliyor. Bu kurumlarda çalışan ve yakından tanıdığım değerli gazeteci arkadaşları tenzih ederek belirtmek gerekirse; amatörlük, cahillik ve sınırlı sermayenin getirdiği sinik bir saldırganlık paçalarından akıyor.
Kaynağı belirsiz sermaye
Diğer taraftan bu pek cüretli gazete ve televizyon kanalının mali kaynağı belli değil. Sermaye olarak kullanılan paranın, ele geçirilen bir belge karşılığında ve batık bir banka patronundan "şantaj yoluyla" sağlandığına dair güçlü bir söylenti dolaşıyor. Adı Etibank yolsuzluğunda geçen bazı kişilerin Habertürk'ün gizli ortağı olduğu da yine Babıali'deki yaygın söylentiler arasında.
Bu söylentilerin ne kadar gerçek olduğu bilinmez ama, bir şey çok açık; Ufuk Güldemir, tam da iktisat literatüründe tanımlanan şekilde "vahşi" yöntemlerle sermaye biriktirmeye çalışıyor.
Medyadaki işsizlik sorununu kullanarak insanları ücretsiz çalıştırıyor. Üç aylık ücretsiz deneme süresi için işe alınan ya da "bağımsız ve özgür gazetede-televizyonda" üç ay ücretsiz çalışmayı kabul eden insanlarla yayın yapılıyor. Üç ayı dolanların yerine sigortasız ve ücretsiz çalıştırılmak üzere yeni üç aylıklar bulunuyor. Küçük bir kesim dışında neredeyse bütün televizyon ve gazete aynı konumda çalışıyor. Personele yemek verilmiyor. İnsanlar ihtiyaçlarını, yine Güldemir tarafından işletildiği belirtilen kantinden karşılıyor.
Efendisine aşık olanlar
Ancak, ortada yine de bir soru duruyor; böyle bir yayından Güldemir'in ne gibi bir çıkarı var? Büyük bir olasılıkla (ve kısa vadede), Güldemir ve "örgütü" bu aşırı Amerikancı ve savaş yanlısı yayından hiçbir maddi çıkar elde edemeyecektir. Ancak, bunun hiçbir önemi yoktur. Yine de yayınlar dikkatle izlendiğinde, orta vadede, bölgede gerçekleşen yağmadan "bize de bir pay düşer mi?" gibi sinik bir sorunun/amacın kafaların arkasında yattığı fark edilecektir.
Ne kadar güçlü bir gözleme ve istihbarata dayanırsa dayansın, bütün bu değerlendirmeler birer varsayım olarak da kalabilir. Ancak, tarihin ve sosyal psikolojinin tartışılmaz şekilde saptadığı bir olgu var; bazı köleler efendilerine aşıktır ve bazen onlar daha acımasız olabilirler. Tıpkı dün Saddam'ı alkışlayanların bugün heykeline saldırması gibi.
Dram da buradadır. (BB/NK)