Her taraf kafalarında, gözlerinde garip dürbünleri olan dehşet verici askerlerle doluydu; mahşeri bir kalabalık vardı, her yerden korkunç silah sesleri ve çığlıklar geliyordu. Askerler daha önce hiç görmediğim tuhaflıktaki tüfekleriyle sağa sola ateş ediyor ve garip kokular çıkartan bombalar atıyorlardı. (Geride, yanmış bedenler bırakan sessiz bombalardı bunlar. Onları da daha önce hiç görmemiş hiç duymamıştım.)
Kaçışan insanlardan bazıları -ki kimisinin başlarında torbalar vardı- bana çarptılar. Bedenime bulaşan korku ve telaş içerisinde ben de onlar gibi kaçmaya başladım. Kaçarken köpeklere ve tuhaf yaratıklara -inanmayacaksınız ama gergedanlara, timsahlara, adı bilmediğim ucubelere- rastladım.
Şehrin sokaklarını koyu zift gibi bir korku sarmıştı ve ben de hiç ummadığım bir anda bu yapışkan katrana feci şekilde bulanmıştım. Bir evin sundurmasında saklandım ve gece iyice inip etraf biraz olsun sakinleşinceye kadar orada sessizce, nasıl olduğunu anlamadan içine düştüğüm korkunç dehşetin ürpertileri içerisinde bekledim.
Oradan ne zaman çıkıp da dar sokaklarda korku içerisinde kalmış insanların arasına katıldım; onu da tam hatırlamıyorum. Askerler ve yaratıklar çekilmişlerdi; ama geride bıraktıkları karmaşa devam ediyordu. Kiminle konuşmaya kalkışsam ürküp kaçıştı. Ne yapacağımı bilemeden yürümeye başladım. Sonunda yol beni genişçe bir meydana açılan dar bir sokağın dibindeki bir çadırın önüne getirdi.
İçeriden tuhaf bir müzik -aşina olduğum eskilerden bir melodi- ve o karanlık içerisinde büyülü gibi görünen bir ışık geliyordu. Şunu gayet iyi hatırlıyorum ki, Yedisekiz Melek Paşa'yı hayatımda ilk kez orada, o çadırın ağzında gördüm; meraklı nazarlarını üzerime dikmişti. Ben de hayatımda sırtında kanatları olan birisiyle ilk kez karşılaşıyordum; şaşkınlıkla bakmış olmalıyım. Eliyle içeri girmemi işaret etti; girdim.
İçeriye girdikten sonra buranın bir sirk olduğunu anladım. Öyle azametli olanlardan değil, hatta epeyce alçak gönüllü bir çadırdı ama bir sirk çadırıydı sonuçta. (Çevresini üç beş basamaklı sıraların çevrelediği kum zemin o zamana kadar gördüklerimin en küçüğüydü.) Başında fesi, üzerinde eskiden kalma bir paşa üniforması -ve en göz alıcısından- sırtında bir çift kanadı olan adam bana orada ne aradığımı sordu. Kendimi tanıtıp Bombay'dan -aslında tam da hatırlamadığım- ayrılma sebebini atlayarak, yaptığım yolculuğu, şehre gelişimi ve yaşayıp gördüklerimden düştüğüm dehşeti anlattım. Acı acı gülümsedi. (Yaşlıydı, gülümseyince yüzündeki çizgilerin sayısı şaşırtıcı kertede artıyordu.) Diğerlerini çağırdı. Onlar da sağdan soldan çıkıp geldiler ve Paşa'nın arkasında sıralandılar.
Tuhaf bir manzaraydı; önde kanatlı bir paşa, ardında hepsi de fesli -kimisi de cüce üstelik- alacalı bulacalı kıyafetler içerisinde ip cambazları, jonglörler, köpekler, daha önce görmediğim bir küçüklükte bir gergedan -sonradan onun da cüce olduğunu öğrendim- neden sonra kanatlarını fark ettiğim yaralı çıplak oğlan çocukları -ki onlar da sirkin melek kadrosundaymışlar- pilot başlıklı adamlar, orkestra elemanları...
Paşa beni bir kenara çekip Abdülmecit'in emriyle kurulduğundan beri -tarihçiler ne yazık ki bunu atlamışlar- bu topraklarda seyahat edip duran Osmanlı Sirki'ni (Circo Ottomano) ve yıllardan beri yerine getirdikleri kutsal görevlerini anlattı. Konuşurken zorlanıyordu ama bu hikayenin bana -nedense bana- muhakkak anlatılması gerektiğine inandığından tık nefes kalsa bile lafını kesmiyordu.
Şehrin, sirk bu insanlarını eğlendirmek üzere geldiğinin ertesi günü nereden çıktıkları belli olmayan askerler tarafından işgal edildiğini heyecandan titreyerek nakletti. Burada mahsur kalmışlardı; bu şehrin insanlarına yardım etmek isterken çoğu sirk elemanı öldürülmüştü -hiç silahları yoktu- kimisi işkence görmüş en fenası sirkin bazıları -örneğin Mandrake namlı sihirbaz- işgalcilerle iş birliğine girmişlerdi. (Sirk bir memlekete benzer diyordu; kahramanları ve hainleri aynı sahneyi paylaşır...)
Yedisekiz Melek Paşa bu şehirdeki en yüksek rütbeli Osmanlı askeri olarak üzerine düşen görevi yerine getirememekten dolayı azap içerisindeydi. Ama bir plan da yapmıştı; sirkin eski uçağı (başka hiç bir sirkte olmayan bir ayrıcalık) yardımı ile bir huruç harekatı düşünüyordu. Lakin, işgalcilerin komutanı -Batman the Lucifer namlı, tepesinde sivri kulaklar olan bir maske takan bir adam- zeki birisiydi bazı karşı önlemler almıştı. Paşa bu yüzden benden yardım istiyordu.
Gördüklerimden düştüğüm dehşetin yarattığı intikam duygusu ve galiba uzun süredir memleketimden ayrı düşmüş olmanın huzursuzluğundan; çok düşünmeden kabul ettim. O geceyi çadırda, ip cambazı Selahattin ile efendisi Mandrake'den ayrıldığından beri ne yapacağını bilmez durumdaki Abdullah'ın arasındaki sert döşekte geçirdim.
Ertesi sabah hemen Paşa'yla planın ayrıntılarını gözden geçirmeye başladık. Planı basit ama etkiliydi; o gece işgalcilerin çok sevdikleri bir boks maçı olacaktı. (İşgalciler esirleri ve kendi askerlerini dövüştürmeyi çok seviyorlardı.) Paşa sirkin uçağı ile boks karşılaşmasının yapıldığı çadıra saldıracaktı. (Uçağı çadıra nişanlayarak işgalci komutanı öldürecek, sonrasında kanatlanıp uçarak uzaklaşacaktı.) Daha sonra gizlice bir gemiye bindirilen şehrin zavallı halkına katılıp bu acılı topraklardan ayrılacaktı. Hesabı gerekli yardımı alıp geri dönmekti. Benden istediği, zamanlama ve haberleşme konusunda gerekli düzeni sağlamamdı; zira sirkte bu işi yapabilecek kimse kalmamıştı. Beni bu kadar kısa süre içerisinde tanıyıp güvenmesinden onur duydum. Küçük bir kağıt üzerinde planlarımızı yaptık ve ben sirkten ayrıldım.
Güneşli bir gündü; sokaklarına sinmiş o acı koku olsa da sessizliğe bürünmüş şehir her nasılsa huzurlu görünüyordu. Paşa'nın verdiği adreslere gidip görüşmeleri yaptım, gizli planımızı anlatıp tüm halkı içine alacak bir gemi ayarlamalarını söyledim; işimi bitirdiğimde öğle olmuştu. İşte tam o saatlerde bir gürültü koptu ve işgalcilerin geçit töreni başladı.
O şeytani adamı ilk kez o geçit töreninde gördüm. İşin tuhafı onun gibi giyinmiş başkaları da vardı ve bazı askerlerle birlikte onlar da sanki alay edercesine kanatlar takmışlardı. (Sahte kanatlarla ne kadar da komik görünüyorlardı.) Sirkten kaçırıp çiftleştirdikleri gergedanlardan oluşan kalabalık bir birlik gürültü içerisinde sokaklardan geçiyordu. Bazı iş birlikçiler onları çılgınca alkışlıyor, hatta bir orkestra beceriksizce askerlerin ülkesinde sevilen melodileri çalmaya çabalıyordu. O gece olacakları bihaber, dağdağa içerisinde geçip uzaklaştılar.
Planımız büyük ölçüde hesaplarımıza uydu. Şehrin halkı inanılmaz bir sessizlik içerisinde, nehrin kenarında hazırlanmış gemiye bindirildi. Uçak tam saatinde tam bir isabetle çadırı vurdu ve işgal kuvvetleri komutanı, Paşa'nın ifadesiyle 'bertaraf' edildi.
Hesaba uymayan tek ayrıntı, uzun süredir kullanılmadığından -daha da doğrusu yaşlılıktan- Paşa'nın kanatlarının gerektiği anda harekete geçememiş olmasıydı. Ben şimdi Paşa'nın bunu da hesaplamış olduğunu düşünüyorum ve onun istediği menzile -her anlamda- ulaşmış olması acımı biraz olsun hafifletiyor.
Zannederim, uzun bir seyahatten sonra gün doğarken ulaştığımız o geniş, çok geniş sessiz çöle ayak basan hüzünlü şehrin insanları da benim gibi düşünüyorlardır. Arkalarında beni ve hemen kayboluveren ayak izlerini bırakıp bilmediğim bir noktaya doğru yürümeye başladıklarında kendimi bir an çok yorgun ve yalnız hissettim.
Aklım karma karışıktı. Şimdi tam olarak hatırlayamıyorum ama galiba saatlerce orada öylece dikildim ve neden sonra tersine bir yöne doğru yürümeye başladım. Kafamdan geçenler şimdi tam olarak aklımda değil ama galiba derin bir boşluk ve huzur hissi zihnimi ele geçirmişti. Bütün gün yürüdüm. (Bunu iyi hatırlıyorum.) Güneş sanki benim adımlarımla bir uyum içerisindeymiş gibi ağır ağır ufka doğru indi. Geceleyin sonsuz çölün karanlığında göz kırpan sayısız yıldızın altında uykuya dalarken kulağımda hep bir çift kanadın hışırtısı vardı... (TP/BB)