Bir İtalyan gazetesine göre “budala”, bazı Türkiye’li erkeklere göre “orospu çocuğu” idi bu vahşetin faili. Oysa Picca Bacca, “saflığı” ve “temizliği” temsil eden beyaz gelinliğiyle çıkmıştı yola. Barışla, sevgiyle evlenerek mutlu sona ulaşacaktı belki.
Amacı, insanlara güvenilmesi gerektiğini kanıtlamaktı. Nitekim belki de o budalaya rastlamasaydı öldürülmeyecek, tecavüze uğramayacaktı. Hatta onu sevgi ve saygıyla karşılayan misafirperver erkeklerin arasından geçip, muhtemelen korunmasına dair teklifleri reddedip yolculuğuna devam edecekti ve başaracaktı. Fakat malesef yenildi.
Bir ölünün eleştirisini yapmak zordur, hem de iyi niyetle çıkılan bir yolda vahşice katledildiyse... Ama tam bir iradeyle kaçınılmak zorundadır, düşüncenin eleştirisini bir yana bırakıp bu büyük eylemin hazin sonuçlarının tepkisini vermekten...
Bu iradeye gerek olduğu çok açık; çünkü burjuva duygusallığının yaratacağı o kadar çok söz var ki söylenmeye hazır; yaygın medyada yine benzer söylemler gelişecek: suçlunun psikolojik ve sosyo ekonomik durumunun yarattığı “ruhsal bozukluk” muhtemelen yeterli kılıfı öremeyecek ve biraz daha cesur davranılarak “bu topluma neler oluyor böyle” tipi söylemler baş gösterecek, “bu iyi niyetin” nasıl hunharca istismar edildiğinden dem vurulacak. Muhtemelen hiç kimse, “suçlu özne yoktur, çünkü özne ile nesne özdeştir” demeyecek!
Bacca'nın gelinliği
Radikal gazetesinde Beral Madra, bu olayla ilgili yazdığı yazısına “Kadın bu düzende kılıç kuşanmalı” başlığını atmış. Bu başlık, niyetiyle değil ama ortaya koyduğu karşı çıkışıyla çok önemli bir noktaya işaret ediyor. Çünkü bu umutsuzluk, Herbert Marcuse’nin söylediği “nihilizm, şu an var olan dünyadaki biricik hümanizmadır” cümlesini hatırlatıyor. Bu durumda umutsuzluk ancak ve ancak bir sistem eleştirisi olabilir. Suçlu görülen, erkek egemen sistem ya da kapitalizmin yarattığı metalaşmalar olabilir. Fakat sonuçta gerçek bir toplumsal değişmenin gerekliliği, şu an için en güçlü şekilde, var olan umudun reddiyle dile getirilebilir.
Bu reddetmenin en güçlü haliyse, böylesine somut olarak karşımızda duran çaresizliğin kabul edilmesidir. Fakat malesef bu yazı, başından sonuna kadar Pippa Bacca’nın gelinliğine ve buradan kaynaklı eyleminin amacına dair bir eleştiriyi boşuna bekleyerek okunuyor ve bu sırada yazının asıl teması beliriyor:
Madra, erkek egemenliğin, kadın imgesi üzerindeki yansımalarının örneklerini veriyor: “doğurma işlevinin programlanması, türban, don gibi kadın bedenin örten kumaşlar üzerinden siyaset ve söylem yürütülmesi...” ve diyor ki, “bütün dinlerin dayattığı tabulara karşın, modernizmin ve post-modernizmin irdelediği, açımladığı ve özgürleştirdiği cinsellik sorunlarının bizim toplumumuzda bu denli yabanıl ve sapkın biçimde yaşanması çocuk ve ergen eğitiminde taze zihinler ve ruhlar üzerinde oynanan siyasal, ekonomik ve dinsel çıkar oyunlarının sonucudur kuşkusuz.”
Oysa Madra unutuyor ki, yakın zamanda Fazıl Say, Türkiye’de modernizmin bittiğini ilan etmişti! Ayrıca Beral Madra, bu trajedilerin, Freud ve Lacan’ı mezarlarında döndürdüğünü yazıyor. Bunu anlamlandırmak çok zor, çünkü Freud, modern insanın hiçbir zaman mutlu olamayacağını net bir şekilde söyleyerek ve döneminin insanını çok iyi çözümleyerek var olan yaşantının en iyi eleştirilerinden birini yapmış ve taşıdığı umutsuzluk tarihsel boyutuyla ele alındığında, ki bir düşünceye ancak tarihsel bakıldığında anlamlı olur, “uygarlık” dediği kapitalist ve erkek-egemen sistemden yana tam bir umutsuzluk içinde olduğunu ortaya koymuştur.
Ayrıca mutlak bir bilgi olarak ele alındığında da Freud’un ödipalizmi, kadın ve erkeği mutlak olarak aktif-pasif biçimine indirgeyen bir düşüncedir. Yani şu an varolan düzen, Fraud’la hiç bir biçimde çelişmiyor. Madra’nın bu cümleyi neden yazdığı gerçekten merak uyandırıyor. Türkiye’nin modernleşememesinden yakınan Madra, çağdaş sanatın yaygınlaşması umuduyla yazısını sona erdiriyor ve sanatın İstanbul’dan Anadolu’ya yayılmasını ve cinayetin işlendiği yer olan Gebze’den bu işe başlanması gerektiğini söyleyecek kadar ileri gidiyor.
Çünkü O’na göre İstanbul’un seçkin sanat çevresi, sanatın kendisi sayesinde cinsel sapkınlıkları aşmış ve insanlaşmış durumda. Sanatın toplumsal dönüşümün faili olarak işlevi elbette ötelenecek bir konu değil fakat “aydın” olarak gerçeği görmemek, çoğu zaman suça ortak olmak anlamına gelir.
Yanılgı
Bu trajik olayı, doğudaki vahşete duyarlı batı uygarlığının, doğu geri kalmışlığı tarafından cinayete kurban edilmesi şeklinde okumak büyük bir yanılgıya sürüklenmek olur. Bundan daha büyük bir yanılgı ise, batının, o büyük hoşgörüsüyle bu olayı münferitleştirmesi olur.
Batı, kapitalist ve erkek egemen sistemin, doğudan daha ileri bir aşamasını küresel olarak yaşamaktadır. Batının kapitalizmle olan sorunu da, erkek egemenlikle ilgili sorunu da bu küresellik sayesinde henüz kendini hedef almış bir sorun haline gelmemiştir. Toplumların doğayla ve toplumların toplumlarla olan ilişkisinde batı, şu an için erkek olan tarafın ta kendisidir. Tarihteki tüm savaşların ve katliamların ekonomik nedenleri ile erkillik, iktidar ve güç isteği, sürekli olarak birbirini besleyen durumdadır.
Böylesine erkekçe davranan batı, gücü sürekli olarak elinde bulundurmanın tek yolu olarak kendi içinde demokratik ve hukuksal biçimci bir işleyiş kurmuş ve kendi için ilerlemeyi sağlamıştır. Batı halklarının bu büyük çelişkisinin üzerini örten ise burjuva duyarlılığı ve değerleridir. Batı, geri kalmış, katledilen doğu için duyarlıdır, ona acır, ama bazen de bu geri kalmışlığı ve hastalıklı inançları yüzünden bunun suçlusu olarak yine doğuyu görür ve müdahale etme sorumluluğunu kendinde bulur.
Kadın batıda da gelin olur ve bu kutsaldır ama bundan sonrası hukukun gözetimi altındadır; kadın gelin olarak ezilmeyi göze almış olmaz. Böylece batı, erkeklik-kadınlık durumlarının hukuki olarak yaratıcısı olan fakat bunun zararını göreceli olarak kendisi görmeyen bir konuma oturmuş olur.
"Avrupalı gelin"
Pippa Bacca, doğudaki savaşlara dair protestosunu, Avrupa’lı bir kadın olarak değil, Avrupa’lı bir gelin olarak gerçekleştirmek istedi. Bu öyle bi iddiaydı ki, gelin olan kadınlıktan vazgeçmeye gerek duymayan, bu durumu çoktandır kabul etmenin yanı sıra devamlılığı için de çaba harcayan ve bu romantik umutlarla “barış” idesiyle evlilik yapmak isteyen bir "hero" olarak karşımıza çıktı.
Barışı sağlamak gibi büyük bir idealin eyleyeni olmak için kadınlığın ona göre en güçlü halini, gelin olmayı seçti. Bu tam olarak romantik bir davranıştır ve teması ilk bakışta çelişir gibi gözükse de Fransız Devrimi sonrasında yaşamış romantik ressam Delacroix’nın ünlü Liberty (Özgürlük) resmini çağrıştırır.
Bu resimdeki bayrak tutan kadın, elinde silahıyla savaşın bayraktarı durumundadır ve resimde büyük bir coşku vardır. Coşkunun kaynağı ise savaşın asıl amacı olan özgürlük kavramından kaynaklıdır. Kadın, bu kutsal amacı haklılaştırmak için en doğal imgedir, çünkü böylece özgürlük, tüm cinselliğiyle birlikte aşkı, sevgiyi de içerir. Kadının yanındaki çocuk, annelik kavramını hatırlatır. Burjuva devriminin bu coşkulu ressamı, burjuva düşüncesini tam olarak yansıtır: doğa, kutsallık derecesine ulaşır ve doğal olanın tarifi yapılır; kadın, anneliğiyle, cinselliğiyle bu özgürlük savaşının haklı doğasında yer alır.
Pippa Bacca, savaşın bayraktarlığını yapmaya değil, savaşa rağmen gidiyordu fakat tablonun adı aynıydı. Doğanın ona verdiği tüm kutsallığı kullanıyordu; gelindi, “barış ana” olmaya adaydı. Fakat gerçeğin sevgi gösterisi, beklendiği gibiydi: tecavüz edip öldürdü!
Burjuva düşüncesinin etkisi
Burjuva düşüncesinin en korkunç etkisi, inandırıcılığı ve dolayısıyla içselleştirmenin kolaylığı ve ayrıca zamanı iyi kullanmasıdır. İnandırıcıdır, çünkü başka bir çare ihtimalini ortadan kaldırır. Zamanı iyi kullanır, çünkü umudu zamana yayar. İdealizmi alçakça ve iki yüzlüdür, çünkü insanlığın acilen ihtiyaç duyduğu “barış” ı ide haline sokar ve ona bir türlü ulaşılamamasında kendi suçunu her zaman örtebilmek için yeni suçlar ve suçlular yaratır.
Bugünün uygar erkeği, bu olay karşısında erkekliğinden utanarak bu vahşi katili “orospu çocuğu” olmakla suçlar. Kadını metalaştırıp bedene, cinsel isteği sadist ve mazoşist olma durumuna indirgedikten ve sonra bu koşuldaki kadına geçinmek zorunda olduğu için fahişelik mesleğini sunduktan sonra bu yaratımını dışlaştırır ve bir kadını ileri derecede aşağılamanın bir sonucu olan tecavüz ve öldürmeyi, kendi aşağıladığı kadının yetiştireceği bir insanın eylemi olarak tanımlar.
Bunu küfür olarak kullanmaktan vazgeçmek ise yine pek bir şey ifade etmez, çünkü bu yaşantının umut barındırdığı tezi, küfrün ta kendisidir. Uygar insan kadına kadınlık, erkeğe erkeklik rolünü teslim etmeseydi, yani bu ezme ezilme ilişkisini kabul etmeseydi “temizliği” temsil eden bu iki yüzlü simgenin kutsallığına dayanan bir eylem hakkındaki tepkisini, Pippa Bacca katledilmeden önce dile getirirdi.
Her türlü faşizm, burjuva düşüncesinin ileri sürdüğü gibi geri kafalı ya da hasta ruhlu bazı insan gruplarının değil, liberalizmin, kendi içinde bulundurduğu ve kendisine tepki olarak ortaya çıkarttığı bir şeydir ve bu süreç tamamen diyalektiktir.
Kadınlığın toplumdaki sıfatlarının doğallaştırılması, onun katlini getirir. Kadının temizliğinin, saflığının, cinsellik üzerinden kurulmasını doğal karşılayanların, beyaz gelinliğin, el değmemiş bir halde aile kurmaya hazır olmanın simgesi olduğunu bilerek “güzel” kabul edenlerin, saflığın kendisini kadınlıkla bağdaştıranların, bu kutsallığa uzanacak bi el karşısında namusa bekçilik edeceklerin erkek oluşlarına, bu değerler üzerine kurulmuş bir kadınlığın, sürekli bir metalaşmaya maruz kalacağına, aşağılanmaya ve üçüncü sınıf olmaya (çünkü bu toplumda erkek ikinci sınıftır) karşı söyleyecekleri sözleri olmaması gerekir.
Sonuç
İşte Pippa Bacca da kendini feda edecek kadar ileri giden iyi niyetiyle malesef tüm bu romantik umudu yanına alarak çıktı yolculuğa. Muhtemelen sanatçı duyarlılığının da etkisiyle “ya sevgi ya yok oluş” idi seçimi. Avrupa’daki bu “vahşetin öznesi ve demokrasinin merkezi” olma çelişkisinin yarattığı anlam boşluklarından kaçmaya çalışacak ilk kitlenin sanatçı kitlesi olması şaşırtıcı değil.
Fakat sonuç şu ki, kaçacak yer yok. Pippa Bacca, insanlara güvenilebileceğini kanıtlamak için bir eyleme girişti. Biraz olsun sevgi besleyebilen bir insan için bu çok büyük bir ihtiyaçtır. Soluduğu havada sürekli olarak saygısızlığın, sevgisizliğin ve vahşetin kokusunu alırken, varlığını hissedebilmek için sevmek zorunda hisseden insanın durumu trajiktir; sevginin yanlış nesnesi nefret yaratır. Bir yandan sevgi dolu bir yaşam umudu, boş inançlara bağlıysa ve ısrarla bu inançlar uğruna ahlak sistemleri inşa ediliyorsa, yaşam şizofren bir topluma gebedir.
Pippa Bacca, bu eyleme kalkıştığında aslında yok oluşu çoktan göze almıştı ve her ne olursa olsun bu eyleme girişmeye karar vererek önemli bir şeyi kanıtladı: Avrupa’lı bir sanatçının bilinciyle duyarlılığı çelişiyordu ve yaşamda bir çıkış aramak için ayağa kalktı. Tüm bu çarpıklığın tüm bu somutluğuna rağmen, varlığını hissedebilmeyi tercih eden herhangi biri için yerinde kalmak söz konusu olamaz zaten...(OD/EÜ)