Haberin İngilizcesi için tıklayın
Yazar ve sosyolog Pınar Selek’in yeni romanı Cümbüşçü Karıncalar geçtiğimiz günlerde çıktı.
Cümbüşçü Karıncalar, Selek’in son iki senedir yaşadığı “sürgünlerin ve sanatçıların sığınağı” Nice’te geçiyor. Yerinden edilenlerin, dayanışmanın ve direnişin masalsı bir şekilde anlatıldığı kitap, Selek’in yaşamından izler taşıyor.
1998’de Mısır Çarşısı’nda meydana gelen patlama nedeniyle 20 yıldır yargılanan ve hakkında verilen dört beraat kararına rağmen yargılanmasına devam edilen Selek, 2009’dan beri Türkiye’den uzakta yaşıyor.
Yeni romanı vesilesiyle ulaştığımız Selek’le Avrupa’daki çalışmaları, Fransa’daki toplumsal hareketler, akademi ve edebiyat üzerine konuştuk.
"Sürgünün uzun süreceğini anladım, artık misafir olmaktan çıkmam gerekiyordu"
Yıllardır yurtdışındasın. Fransa’da önce Strasbourg Üniversitesi’nde doktoranı tamamladın. Bize biraz oradaki hayatından bahseder misin? Neler yapıyorsun?
Nice’ten önce 2,5 yıl Strasbourg’da, daha önce de bir süre Berlin’de yaşadım. Almanya ile Fransa arasında büyük bir fark var. Almanya’da bir kulübün davetlisiydim ve sürgünün ne kadar süreceğinin farkında değildim, birkaç ay sonra dönerim diye düşünüyordum. Dolayısıyla orada daha çok yazdım, makaleler yazdım, romanım Yolgeçen Hanı’nı bitirdim. Feministlerle birlikteydim ama daha çok davetli pozisyonundaydım, İngilizce konuşuyorduk. Sürgünün uzun süreceğini anlayınca Fransa’ya geldim çünkü Fransızca biliyorum. Anladım ki artık misafir olmaktan çıkmam lazım. Dolayısıyla o bekleme süresini bitirdim ama tabii ki hala bekliyorum ülkeme dönmeyi, davamın bitmesini.
Fransa’ya geldiğimde zaten burada dayanışma komiteleri vardı. Ben Türkiye’yi terk ettiğimde Türkiye’deki feminist arkadaşlarım, antimilitaristler, LGBTİ’Ler buradaki gruplara “Pınar’ı yalnız bırakmayın” diye mesaj atmıştı. 2012’de geldim ve gelir gelmez kendimi bir sürü mücadelenin içinde buldum.
Birkaç kadın örgütünün aktif üyesiyim. Hatta Nice’te yeni bir örgüt kurduk, Groupe Réflexion Action Feministe (GRAF), 20-25 kişiyiz. Bunun dışında bir ara La Lune isimli lezbiyen-feminist bir örgütün yönetim kurulundaydım, Femmes Pour le Dire Pour Agir, Le Planning Familiale gibi örgütlerde de aktifim. Le Planning Familiale, burada Mor Çatı kadar önemli bir örgüt. Fransa’daki doğum kontrol mücadelesinin, kürtaj hakkı mücadelesinin sembolü. Halen cinsel özgürlükleri, kadınların mücadele eden bir dernek.
Buraya gelir gelmez Silence dergisi ile tanıştım ve derginin yayın ekibindeyim, ekolojist, liberter, feminist, şiddet karşıtı alternatif bir dergi. 1982’den beri var. Dağıtım şirketiyle çalışmıyoruz ama 6 bin abonemiz var, her ay en az 10 bin satıyoruz. Yerel bağlarımız güçlü. Son derece politik bir dergi, toplumsal hareketlerin tartışma zemini gibi. Bunun yanısıra Rebelle-Santé dergisinde iki sayfam var. Sağlıkçı değilim ama hastalarla konuşuyorum.
Ayrıca Ligue de Droits de l’Homme’un merkez komitesindeyim, seçimle geldim. O çalışmada da çok aktifim. Fransa’daki OHAL, Rumlar, çingeneler ve göç meselesi öncelikli konularımız.
“Göçmenlerin kriminalize edilmesine karşı, toplumsal hareketler birleşti”
Avrupa sınırlarını kaleye çevirince, zaten uzun yıllardır varolan göç, bir kriz haline geldi ve göçmenler kriminalize edildi. Buna karşı birbirinden çok farklı hareketler ortaklaştı, neredeyse Hıristiyan örgütler bile bu platformlara dahil oldu. Buradaki sosyal hareketler yeni bir aşamaya geldi. Örgütler arası bu yakınlaşmalar baskıcı koşullarda olur, burada bu haksızlığa karşı da oldu. Özellikle göçmenlerle dayanışma ağları çok geniş.
Fransa’da göçmenlere yönelik politikalarla ilgili yeni bir yasa çıkıyor ve çok sert tedbirler getiriyor. Sanki insan hakları olan insanlar ve bu hakların dışında olan insanlar var. Dolayısıyla onunla ilgili büyük bir mücadele var, bu yasa çıkmasın diye çalışmalar yapıyoruz.
Biz GRAF aracılığıyla çeşitli örgütleri bir araya getirdik ve bir kampanya başlattık. Çünkü kadın göçmenler görünmüyor, hiçbir talebin içinde yoklar. Göçmenlerin yüzde 54’ü kadın fakat hiçbir resimde yoklar. GRAF bu konuda çok çalışıyor.
“Göçmenlerin %54’ü kadın ama hiçbir resimde yoklar”
Çeşitli şebekeler var. Geçtiğimiz ay 500’den fazla kadınla konuştum, pasaportları alınmış ve zenginlerin evinde günde 10 Avroya çalıştırılıyorlar, tam bir köle pazarı. Bir de fuhuş var, yolda tecavüze uğrayanlar, satılanlar. Dolayısıyla kadınlar yola çıkınca kısa bir süre sonra ağa düşüyorlar. Ekonominin globalleştiği bir dönemde, cinsiyet iş bölümünün en klasik haliyle yeniden örgütleniyor ve altta olanların daha da eziliyor. Vahşi kapitalizm, savaşı, silahı her şeyi kullanıyor. Sosyal devletin, sosyal hakların cenneti olan Fransa’da bile Macron tarafından bu haklar en geriye çekiliyor. Dolayısıyla burada sosyal mücadeleler anlamında yeni bir dönem başladı.
Yeni yasaya karşı mücadele edenler, öğrenciler, göç üzerinden örgütlenenler, tıpkı Türkiye’deki gibi gereksiz ve dayatılmış projelere karşı yaygın bir mücadele var her yerde. Nereye gitsen, mutlaka yerelde insanlar örgütleniyorlar. Toprak alıyorlar, tohum satıyorlar, parayı kaldırıp yerel para üretiyorlar.
Yeni bir dönem başladığını hissediyorum. Farklı mücadele alanları arasında köprüler kuruldu. Herkes birbirine yüzünü döndü, feministler de bu konuda çok aktif. Yani canımın sıkılacağı pek zamanım yok.
Türkiye’deyken de hep bir derdim vardı, ailenin, klasik miras hukukunun dışına çıkılıp nasıl yeni bir yaşam kurarız? Almanya’da da görüyordum ama Fransa’ya geldiğimden beri Longomai hayatımın bir parçası oldu.
“Parayı, aileyi ortadan kaldıran, çocukların özgürce büyüdüğü Longomai”
Nedir Longomai?
Longomai, 1968’den beri devam eden ve şu anda 13’ten fazla kooperatifi olan büyük bir topluluk; parayı, aileyi ortadan kaldıran, çocukların özgürce büyüyebildiği alanlar.
Yani hem parçası oluyorum hem deniyorum, çok şey öğreniyorum. Türkiye’yi takip ediyorum ama insan bulunduğu yerde aktif olmalı. Her şey birbirine bağlı. Mücadelelerin gelişmesi diğer taraftaki mücadeleleri de destekliyor.
Artık toplumsal mücadeleler trans nasyonel. Devletlerarası, ülkelerarası değil, sınırlar arası diyorum. Mücadelelerimiz arasında sürekli bir bağlantı var.
Dün Romanya’dan geldim, orada Arnavutluk, Sırbistan, Ukrayna, Bulgaristan’dan gelen feministlerle üç gün boyunca sadece deneyimlerimizi değil, analizlerimizi konuştuk. Deneyimler, konseptler yolculuk ediyor artık kolayca. Bir hareketin doğuşu, öbürünü de destekliyor. Artık sınırları aşmak için devletlerin aracı olmasına ihtiyaç yok. Kendi yollarımızı da kazdık karıncalar gibi, diye düşünüyorum.
Son yazdığım roman aslında biraz masalsı bir biçimde tüm bu deneyimlerimi anlatıyor. Biraz hayal de kurdum, köpekle konuşan kadın var, paranoyaklar diye bir grup var, sonra şizofren olmaya karar veriyorlar. Biraz imgelerle anlattım ama yalan yok, ne gördüysem o var.
"Türkiye'de toplumsal hareketler betondan çıkan çiçekler gibi"
Oradan baktığında Türkiye’yi nasıl görüyorsun? Toplumsal hareketler bağlamında soruyorum.
Zor bir dönemdeyiz, zorlukların boyutunu tekrar etmeme gerek yok. İçimde yine de bir umut var, bu umut şundan kaynaklanıyor, Türkiye’de 1980’lerden sonra bir toplumsal hareketler içinde yeni bir dönem, bir dalga başladı ve bu dalga feminist hareketle başladı. Eskiden devrimci sol toplumsal hareketlerin karakterini belirliyordu. Şimdi feminist hareketle başlayan, antimilitaristlerle, yeşillerle, LGBTİ hareketiyle devam eden yeni bir repertuar doğdu. En baskılı koşullarda çıktı bu hareket. Politika en zor koşullardayken yenilendi.
Ben bunu betondan çıkan çiçeklere benzetiyorum. Kürt hareketi de çıktı ama o ayrı bir şey, silahlı bir hareket, kendi olanaklarını kurup yapabilir. Ama şiddetin yoğun olduğu koşullarda antiotoriter, şiddet karşıtı bir sürü hareket çıktı ve güçlendiler. Üstelik taktikler ürettiler, kendini sürdürebilmek için, hedef olmamak için, kurumsallaşmak için…
Bu deneyime sahip olmak çok önemli. Ayrıca Türkiye’den çok insan maalesef yurtdışına çıktı. Ama bunlar uzun süreli çıkışlar değil, 1-2 yıl sonra dönen çok insan var. İnsanlar birçok ülkeye gidiyor, Ortadoğu’ya, Balkanlara giden var. İnsanların bu hareketliliği, içe kapanmayı da engelleyen bir şey. Bu insanlar buralardaki toplumsal hareketlerle de bağlantı kuruyorlar ve demin bahsettiğim o sınırlar ötesi harekete dahil oluyorlar. Tabii olumsuzlukları saymıyorum, tekrarlamaya gerek yok, bize bir şey katmıyor.
"Üniversitelere ihtiyaç olduğunu düşünmüyorum"
Şu anda Nice Sophia Antipolis’de öğretim üyesi olarak çalışıyorsun. Öğrencilerle birlikte geçirdiğin bu süreç senin için nasıl gidiyor? Öğretim görevliliği keyifli mi?
Şu anda üniversitede çalışıyorum çünkü çalışma koşulları açısından bana zaman bırakan bir iş. Ben Fransa’da da olsa çok uzun vadeli olarak kendimi üniversitede görmüyorum. Yeni alternatifler yaratmak kafamda, nasıl yapabileceğimi bilmiyorum. Ama burada üniversiteler özelleşiyor, meritokrasi ön plana çıkıyor. Ne kadar öğrencilerle aram çok iyi de olsa, dersler iyi de geçse, birlikte bir sürü şey de üretsek, üniversiteye ihtiyaç olduğunu düşünmüyorum.
Mesela burada L’Orage diye bir halk eğitim kooperatifiyle çalışıyorum. İnsanlar derslere yazılıyor ve aslında ders vermiyoruz, birlikte düşünerek bilgi üretiyoruz. Ezilenlerin deneyimlerinin nasıl bilgiye dönüştürüleceğini konuşuyoruz.
Bir yandan da meslektaşlarımla araştırmalar yapıyoruz, Fransa’da üniversite daha özgür, istediğimiz gibi olanakları kullanıp ilerleyebiliyoruz ama bir hiyerarşi var. Öğrenciler bana sen diyor ama hocaya “sen” demek Fransa’da imkansız, ciddi bir hiyerarşi var, merkeziyetçi yapısı çok güçlü. Ben takmıyorum ama bir süre sonra iyi polis miyim acaba, diye düşünüyorum.
Acele etmiyorum. Ben sosyoloğum, araştırmacıyım, yazarım, ders vermeyi de seviyorum ama bu ders verme biçiminin birlikte üretmek, bilgiyi paylaşmak anlamına geldiğini düşünüyorum. Ama Fransa’daki eğitim sistemi eleştiriye açık bir sistem ve ona entegre olmak istemiyorum.
Fransa'daki toplumsal hareketlerle ilgili merak ettiğim bir şey de dil meselesi. Fransızca oldukça eril bir dil. İnsan hakları ifadesinin bile genelde (dümdüz bir çeviriyle) “erkek hakları” (droits de l'homme) olarak ifade edildiği bir dil. Orada feminist hareket bununla mücadele ediyor mu?
Bu konuda büyük bir mücadele var, son bir yılda bu mücadele daha da yükseldi. Eliane Viennot “Non, le masculin ne l'emporte pas sur le féminin!” (Hayır, eril (erkek) dişile (kadına) baskın çıkamaz/ İngilizce: No, the masculine does not prevail over the feminine!) başlıklı yeni bir kitap çıkardı. Sadece bu değil, bu konu çok tartışılıyor. “Mademoiselle” ifadesi artık kullanılmıyor.
Nasıl Türkiye’de birinin muhalif olup olmadığını konuşmasından anlarsın, mesela “Türkiyeliyim” der değil mi, burada da anlıyorsun. Yani bir kütür oluşmaya başladı.
Eskiden Fransızcanın grameri değişikmiş ve 15. yüzyılda çıkan bir yasayla değişmiş. Eski dil kurallarına göre, örneğin “Ali ve Pınar” dediğinizde, Pınar sonda kaldığı için “onlar” derken, dişil olan “elles” ifadesi kullanılıyormuş. “Pınar ve Ali” denildiğinde ise Ali sonda kaldığı için “onlar” derken, eril olan “ils” kullanılıyormuş. Daha sonra “Le masculin va emporter le feminin” (Eril, dişile baskın çıkacak) dil kuralı çıkmış. O zaman verilen politik bir kararmış.
Sonuç olarak dil ve politika ilişkisi burada çok tartışılıyor ama zorluk şurada, Fransızcada Türkçe gibi değil, içine işlemiş, dil temelden bozulmuş. Dolayısıyla uzun bir mücadele gerektiriyor, yani bozuk olan bir şeye yama yapmaktansa, çok uzun bir mücadele gerektiriyor.
"Her şeyi Fransızca yapıyorum ama edebiyatı Türkçe"
Seni sosyolojik çalışmalarınla tanıyoruz, bunun yanısıra romanların ve masal kitapların da var. Akademik çalışmalarına da akademide devam ediyorsun. İkisi bir arada nasıl gidiyor? Masal ve roman yazmaya nasıl karar verdin?
Sosyoloji eğitimine başlamadan önce edebiyatla ilgileniyordum, şiir yazıyordum, öykü yarışmasında derece kazanmıştım. Kafamda çok fazla soru vardı, o soruları sisteme sokmak, yaşadığım toplumu anlamak istiyordum, yani anahtarlara ihtiyacım vardı ve o yüzden sosyoloji okudum.
Ama yaratmak başka bir şey. Sosyolojik çalışmalar benim arkadaşımsa, edebiyat aşkım. En mutlu olduğum şey roman yazmak, notlar tutmak. Cümbüşçü Karıncalar’ı yazmak en mutlu olduğum anlardı. Benim için oyun gibi bir şey, kendi kurduğun bir şey ve onu son derece özel bir alanda kuruyorsun.
Mesela burada her şeyimi Fransızca yapıyorum, bir tek edebiyatı Türkçe. Bu çok önemli bir şey. Bu gerçekten benim. Sanki o kitap benim, kendi içimden bir şey çıkartmışım gibi.
Yolgeçen Hanı’nı Türkiye’den ayrılır ayrılmaz Almanya’dayken yazmıştım, Türkçe yazmam normaldi. Cümbüşçü Karıncalar ise burada (Fransa’da) yaşarken ve mücadele ederken yazdığım bir kitap. Kitap Türkiye’de değil, Nice’te geçiyor ama ben konuşuyorum, benim kalbim konuşuyor. Dolayısıyla Türkçe.
Peki Türkiye’ye döndüğün zaman ilk ne yapmak istiyorsun?
Çok sorulan bir soru aslında. Galiba elimi cebime sokup saatlerce yürümek istiyorum. (ÇT)