Sosyolog, yazar ve aktivist Pınar Selek, 9 Temmuz 1998’deki Mısır Çarşısı’ndaki patlamadan sonra 2 buçuk yıl cezaevinde tutuldu. Aynı davadan ağırlaştırılmış müebbet ve müebbet cezaları alsa da 4 kez de beraat etti. 2009’daki mahkûmiyet kararının geçerli kılınması talebiyle dosya geçen yıl Yargıtay Ceza Genel Kurulu’na gönderildi.
Selek, 10 yıldır yurtdışında. Almanya’da, şimdi de yaşamakta olduğu Fransa’da üretmeye, masal kitapları ve romanlar yazmaya, akademisyenliğe, eşcinsel ve transseksüellerin haklarından, savaş karşıtlığına, ekolojiden küreselleşmeye ve kadın haklarına pek çok farklı alandaki mücadelesine devam etti.
Akdeniz Kültür Ödülü
Son olarak , İtalya’da faaliyet gösteren Carical Vakfı tarafından on üç yıldır organize edilen Akdeniz Kültür Ödülü’nün "Sivil Toplum" kategorisinde ödüllendirildi. Selek, geçmişte Tahar Ben Jelloun, David Grossman, Oya Baydar ve Amin Maalouf'un da aldığı, eserleriyle ve eylemleriyle "Akdeniz'in farklı kültürel ifadeleri arasındaki diyaloğu güçlendiren" entelektüellerin mükafatlandırılmasını amaçlayan ödülü sürgün kadınlara, özellikle de dili ve ifadesi çalınmış olanlara armağan ettiğini açıkladı.
Kendisini önce “sürgünde bir kadın” ardından “zoraki bir göçmen” ve artık “göçebe” olarak niteleyen Pınar Selek’le ödül için geldiği Cosenza kentinde söyleştik ve şimdilerde nasıl olduğunu, neler yaptığını sorduk. Yıllardır İtalya'da yaşadığımı öğrendiğinde ilk tepkisi "Yoksa siz de mi siyasi nedenlerden dolayı yurtdışındasınız?" oldu, "politik" bulduğu bir davanın kendisini ittiği zoraki göçe bir yoldaş ararcasına. Hayatının rengini değiştiren, 6 yıldır yaşadığı aşkı anlatırken gözleri ışıl ışıldı.
"Sürgünde bir kadın"
Kendinizi “sürgünde bir kadın” olarak niteliyorsunuz. Doğduğunuz topraklardan, “aşık” olduğunuz İstanbul’dan yaklaşık 10 yıldır uzakta yaşamak zorunda kalmak sizi nasıl değiştirdi?
Aslında tam değil, öyle diyorlar. Kendimi aslında diğer sürgünlerden ayırmıyorum çünkü Avrupa’da yüzde 54 kadınlar sürgün, yani göçmen. Dolayısıyla ben de zorunlu bir göç yaptım, bunu yok sayamam, bu benim gerçekliğim. Fakat aynı zamanda bu gerçekliğe karşı mücadele ediyorum ve galiba başardığım, kazandığım şeyler de var, çünkü bunu yüreğimde hissediyorum. Daha çok kendimi sürgünlükten göçebeliğe geçiş yaptım gibi hissediyorum.
Önce Almanya’daydım, dil bilmiyordum ve orada İngilizce konuşmak yeterli olmuyordu. Çok aktiftim, çok konuşuyordum, "Yolgeçen Hanı"nı yazdım, bir sürü şey yazıyordum, aynı zamanda kadınlarla, Türkiye ile ilgili birçok toplantıya katılıyordum, fakat ben hep misafirdim orada.
Tabii o zamanki psikolojim Türkiye’ye 1, 2, 3 ay sonra döneceğim idi. Sonra anladım ki sürgün uzun sürecek, orada çok hızlı bir şekilde Almanya macerasını bitiriyorum diye karar verdim ve Fransa macerası başladı.
Almanya’da kendimi göçmen hissediyordum ve sürgündüm. Daha çok sürgün hissediyordum kendimi. Yeni bir dil öğrenmek lazım, çok zaman gerekiyor, çok genç değilim, zaman kaybetmek istemiyorum. O duyguyla mücadele edemeyeceğimi anlayınca, dedim ki en iyisi dilini bildiğim bir ülkeye gideyim. Fransızca bir kavram var “desexil” yani az sürgün, bu sürgünü aşmaya çalıştım.
Tıpkı cezaevinde yıllar önce pek çok insanla birlikte duvarları aşmaya çalıştığımız gibi. Orada uzun zaman kalanlar bize, "mahkeme kaygısını unut, bugün ne yapacağını düşün" diyordu. Benim de öyle bir deneyimim vardı; cezaevinde gerçekten ne zaman çıkılacak onu düşünmemeyi öğrendim; bugün ne yapabilirim, gibi bir sürü şey de öğrendim orada. Koğuş sistemiydi o zaman. O bilgiyi hep burada kullanmaya karar verdim, fakat anladım ki dilini bilmediğim bir ülkede zor olacak ve 2012’de Fransa’ya geldim.
"Pınar'ı yalnız bırakmayın"
Fransa’da hangi konularda mücadeleler veriyorsunuz?
Türkiye’deki arkadaşlar buradakilere haber vermişti, "Pınar’ı yalnız bırakmayın" diye. Bir sürü insan geldi beni buldu hızlı bir şekilde. Belki 1-2 ay sonra örgütlerin, 7-8 ay sonra iç tartışmaların, gerginliklerin içindeydim. İlk başta feminist hareketin içindeydim. İlk yıl yönümü bulma çabasındaydım. Dümeni daha elime almamıştım. 2013’te de mahkûmiyet süreci oldu, biraz sıkıntı yaşadım, fakat 2013’ün sonundan itibaren artık Fransa’da son derece aktiftim; hem feminist, hem anti-militarist hareketin içine girdim.
Bir de anarşist, şiddetsiz anarşist ve alternatif hareketler ağımız var ve onun içine girdim; bazen uçak projesi, bazen havalimanı bazen yeni bir yer işgal ediyoruz ve orada bir yaşam alanı kurmaya çalışıyoruz. Yani aynı zamanda feminist, aynı zamanda farklı varoluş biçimlerine saygı duyan; hayvanlarla ilişkimizi sorgulayan, sakatlık meselesi, güç, korku ne demek, yani bütün bunları sorgulayan büyük bir ağ var. Yüzlerce küçük küçük örgüt birlikte işliyorlar ve bunun içine girdikten sonra kendimi evimde hissediyorum artık.
Önce Strazburg’ta, sonra Lion’da yaşadım ve şimdi de Nice’teyim, fakat sürekli gittiğim yerlere geri dönüyorum. Bu arada beni çağıran yerler var politik aktivitelerimden dolayı. İnsan Hakları Derneği’nin de Fransa merkez komitesindeyim. Ayda bir Paris’teki toplantılara katılıyorum, buradaki göçmenler Romlar ve Fransa çapındaki sorunlara müdahale ediyorum. Bir sürü örgütün aktif üyesiyim.
Türkiye gibi ülkelerde daha çok aciliyetler olduğunu zannediyordum, ama burada da çok var; Sarı Yeleklilerin de içindeyim, meydanlara çıkıyorum. Bu mücadelede 30’dan fazla kişi gözlerini kaybetti. Birçoğu da bacaklarını kaybetti.
Ben şunu çok iyi öğrendim: Bazı demokratik kurumlar daha iyi işliyor olabilir, çünkü daha zengin, bazı mücadeleler daha rahat verilebilmiş vesaire. Fakat iktidar kendini köşeye sıkışmış hissedince aynı şekilde şiddetli, otoriter olabiliyor. Yani Fransa’da da İtalya’da da öyle.
"Feminist hareket ivme kazanıyor"
Feminist hareket yeni bir ivme kazanıyor şu anda. Bu ivme dünya çapında; özellikle Arjantin’de, Latin Amerika’da başlayan hareketler, kadın grevi ve bunun dünyaya yayılması. Bunlar çok çok önemli. Mesela üyesi olduğum feminist hareket Groupe Réflexion Action Feministe (GRAF) ile İtalya’da “Non Una Di Meno” diye bir hareket var, onlarla ortak bir komite kurduk. Artık sınırları aşıp Akdeniz bölgesi diyoruz.
İsviçre’ye, Belçika’ya, Almanya’ya da sürekli gidiyorum. Bu yollar sürekli aşılıyor ve güçlü ilişkilerim var her yerde. Artık ne Fransa’da ne Nice’te hissediyorum kendimi. Militanlık sayesinde sürgünden göçebeliğe geçtim. Bunu iradeyle yaptım.
Ders de veriyorum, öğretim görevlisiyim.
"Yol, evin oluyor"
Nasıl bir göçebesiniz?
Şu anda aynı yollardan geçiyorum. Böylece evini geliştiriyorsun. Yol senin evin oluyor ama sürekli başka yollara gitmiyorsun, aynı yollar. Bu çok önemli. (Michel) Foucault şöyle der: “Dedeleri anormal olanları ya hep gemiye atar uzaklara gönderirler ya da yola mahkûm ederlermiş.”
Bir yerde oturup bir şey yaratamayacak yani. Etkisizleştirmek için göçe mahkûm etmek. Şu anda aslında bu sistem, milyonları bu şekilde göçe mahkûm ediyor. Ben ona düşmek de istemiyorum; yollarda olan ve bir şey yaratamayan... Dolayısıyla aslında aynı yerlerde gidip geliyorum; geçtiğim yerlere geri dönüyorum. Bu bende değişik bir duygu yaratıyor ve artık eskisi gibi tek bir yerde yaşayamayacağım. Ben galiba göçebe olmaya başladım. Göçmenlikten göçebeliğe geçtim.
Başka dilde, başka alışkanlıklar ve geleneklerin olduğu topraklarda hayat kurmak zorunda kalmak size neler hissettirdi?
İlk başta çok sinirlendim; çok çok öfkeliydim Berlin’e ilk gittiğimde. Çünkü çok hızlı bir şekilde, hazırlık yapmadan ayrılmak zorunda kalmıştım. İnanmak istemiyordum orada uzun kalacağıma. Bazı insanlara soruyordum burada kaç yıldır kalıyorsunuz, diye. "5 yıl" diyorlardı ve bu bana çok uzun, imkânsız geliyordu.
Kendimi 4-5 ay, en fazla 1 sene sonra döneceğime inandırmıştım. Bu arada, bir savunma mekanizmasıyla kendime en iyi gelebilecek şeyi yaptım; "Yol Geçen Hanı"nı yazdım o zaman. Yoksa orada delirebilir, çıldırabilirdim. O kitap çıldırmamı engelledi. Dolayısıyla da öyle bir düşünceye girmedim. Daha sonra da kendiliğinden oluyor her şey hayatın içinde; sen ilişkiler kurdukça, devam ettikçe, bir şeyleri paylaştıkça, karşı çıktıkça falan yeniden kök veriyorsun.
"Ben bir zeytinyağı ve limon milliyetçisiyim artık"
“Cümbüşçü Karıncalar” adlı romanınızda okura aslında kimsenin bulunduğu yere ait olmadığını anlatmaya çabalıyorsunuz. Siz kendinizi nereye ait hissediyorsunuz?
Şu an Akdeniz’e ait hissediyorum. Bu yüzden de Akdeniz ödülünün verilmesi de hoşuma gitti. Bir milliyetçilik yaparsam, ben bir zeytinyağı ve limon milliyetçisiyim artık. Orada bir aidiyet duygusu hissediyorum; mutfak, yemek, müzik…
Onun dışında hiçbir şeye ait hissetmiyorum. Zaten mesela çocuk da doğurmak istemedim, ama çocukları çok seviyorum. Bir şeyin benim olması için sevmeme gerek yok. Her yeri seviyorum; Latin Amerika’ya gidip orada bütün mücadelelerin içine girmek, on tane hayatım olsun her yerde yaşayayım isterim.
"Hayatımın aşkını yaşıyorum"
Bu sürecin size hediyeleri de oldu mu? Mesele aşk gibi…
Hayatımın aşkını yaşıyorum 6 yıldır. Ben masallara hep inandım çocukluğumdan beri ve masal da yazıyorum. Şu an gerçekten bir masalın içindeyim. Aşk, hayatın rengini değiştiriyor ve ne kadar da iradem olsa şunu bunu yapıyor olsam aşkla bunları yapmak beni çok güçlendiriyor.
Her mücadeleyi paylaştığım birisi; duygusal, zihinsel, pratik, hayatın her şeyini birlikte yapmak ve birlikte macerayı paylaşmak. Ben aile kurmak istemedim hiçbir zaman ve hep başkalarıyla, kalabalıklarla birlikteyiz ve o kalabalıklarla birlikte olmamız bizim aşkımızı daha da güçlendiriyor. Sokaklarda birlikte mücadele ediyoruz, meydanlarda... Aynı zamanda da birlikte aile sistemini, kapitalizmi aşan, otonomlaşan ve başka türlü üretim alanlarının içine giren bir sürü insanla birlikteyiz ve bir aile sisteminin dışındayız. Göçebeli aşk yaşıyoruz.
"Osman Kavala'nın içeride olması çok acı"
Uzun yıllardır Türkiye'de değilsiniz. Bu zaman zarfında, 'keşke bugün orada olabilseydim' dediğiniz bir gün var mı?
Her dakika oluyor kendimi bıraksam. Ama Gezi hareketi olduğu zaman çok istedim. Bir de şu an cezaevinde olanlardan dolayı hem orada olmayı istedim, ama bir yandan da Türkiye’de yapmaktansa Avrupa’da görünür kılmak daha önemli, dedim. Türkiye’de olmam çok fazla bir şey değiştirmeyecek, çünkü orada zaten bir mücadele yürüyor bir şekilde.
Hâlihazırda Türkiye’de cezaevinde entelektüeller, sivil toplum temsilcileri ve gazeteciler de bulunmakta. Birçokları da özellikle darbe girişiminin akabinde getirilen OHAL’in ardından yurtdışına taşındı. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Bir linç kültüründen bahsediliyor. Siz de bunun bir kurbanı olduğunuzu düşünüyor musunuz?
Bir sürü isim var, ama Osman Kavala’nın içeride olmasının bende yarattığı acı çok büyük. Tabii birçok insan var, ama ona özel vurgu yapmak istiyorum.
21 yıl oluyor benim davam başlayalı, yani bu sistemden önceydi. Çocukken okuduğum bütün yazarların, şairlerin, Behice Boran’ın nasıl kaçtığını gördüm. O yüzden sosyolog oldum zaten. Benden önceki kuşakların da yaşadıklarını biliyordum. 12 Eylül’de 1 milyona yakın insan gözaltına alındı.
Dolayısıyla ben içimizde urlar olduğunu düşünüyorum geçmişimize dair; katliamlar, soykırım, bütün o militarist sistem, bu politik sistemin kendini oluşturması çok büyük acılara dayanıyor ve bunlar ur yaratıyor içimizde. O urlar arttıkça her gelen hükümet onu kullanıyor aslında. Çünkü urların yarattığı yan etkilerden biri de korku ve o korku her gelen iktidarın işine geliyor.
Fakat benim deneyimim şunu gösterdi: Bir sürü insana yapılıyor, ama bana yapılanlar çok özeldi; suçlamalar çok ağır; katliamlar, çocukların ölmesi… Fakat beceremediler. Kitaplarım halen Türkiye’de nasıl satılıyor, aldığım mektupların, elektronik postaların, mesajların haddi hesabı yok. Yani gençlerle aramdaki bir şeyi kıramadılar. Birçok ülkeye gidiyorum ve oralarda çok Türkiyeli var, onlardan büyük ilgi görüyorum, sevgiyle kucaklıyorlar beni ki solcu falan da değil hepsi.
"Urları temizlemeye başladık"
Nazım Hikmet’e yapılanlar kime yapıldı! Türkiye’deki hayatının belki yarısını cezaevinde geçirdi. Fakat yine de dünyanın en büyük şairlerinden biri. Bir yandan da beceremiyorlar. Ben çok büyük bir direnme, dayanışma gücümüz olduğunu düşünüyorum. Bunu devam ettireceğiz. Belki de ilerideki kuşaklar bunu yaşamayabilir, bu bizim kaderimiz değil. Bence urları temizlemeye, urlardan bahsetmeye başladık. Bundan 20 yıl önce bu urlardan bahsetmiyorduk, şimdi ediyoruz.
Hrant (Dink) gibi insanların, bir sürü insanın, feminist, eşcinsel ve Kürt hareketinin çok büyük etkisi oldu; çok fazla mücadeleler başladı, eskiden konuşulmayan şeyler konuşulmaya başladı. Tabii sosyal medyanın da çok büyük bir etkisi var. Dolayısıyla bence urlara yönelik uzun vadeli, naturopati denilen derinden bir tedavi süreci başladı. Üstelik bu yukarıdan değil, aşağıdan başladı. Dolayısıyla bir umut var.
Günümüz Türkiye’sini nasıl görüyorsunuz uzaktan? Demokrasi, adalet sistemi ve sosyolojik şartlara ilişkin algınız nedir? Türkiye’de iktidar ve iktidara yakın çevreler sıklıkla “yeni Türkiye” kavramını kullanıyor.
Bu yeni liberalizm, yeni muhafazakârlık denilen şeyin sadece Türkiye’ye ait olmadığını söyleyebilirim. Dünyada “neo” diye bir kavram kullanılmaya başlandı; neofaşizm, neoliberalizm, neokonservatizm ve değişik ülkelerde bunun değişik modellerini uygulamaya başlıyorlar.
Fark şurada; artık çok uluslu şirketler yönetiyor. Artık Fransa Cezayir’i sömürmüyor, çok uluslu şirketler yapıyor bunu. Yani devletlerarası yürümüyor işler. Bu yenilikte de devlet birçok fonksiyonunu kaybetti, sadece güvenliğe yoğunlaştı ve Türkiye’deki bu uluslararası şirketler de daha çok Arap. Bir kısmı Avrupa ile çalışıyor ama bir kısmı da özellikle Anadolu Kaplanları ile yeni burjuvazi… "Yeni Türkiye" dediğimiz böyle bir şey. Bu da yeni bir muhafazakârlık, yeni bir otoriterizm modeli geliştiriyor. Fakat aynı ulus devleti söyleminden biraz daha farklı.
Türkiye ve Avrupa’daki sivil toplum kuruluşları arasında farklar görüyor musunuz? Vermekte olduğunuz mücadelelerde zorluklarla karşılaşıyor musunuz?
Çok fazla haber geliyor Avrupa’ya, "Cezayir’de şu oluyor, Tunus’ta bu oluyor, dayanışmak lazım, hızlı bir şekilde yapmak lazım..." diye. Türkiye de bunlardan biri. Yani uzun bir liste var. Ama yine de Türkiye'deki üniversitelerdeki son imza kampanyasından sonraki gözaltıları, akademisyenlerin sürgününe yönelik buradaki üniversitelerde konuk etme programı çıktı.
Avrupa ülkeleri, dünyadaki birçok acılardan sorumlu oldukları için dünyanın bütün acılarının yankısı buraya ulaşıyor.
Sivil toplum kuruluşları arasında farklar var; deneyim, kültürel, çalışma tarzları fakat homojen de değil hiçbir alan.
Türkiye'deki Sivil Toplum Kuruluşları (STK) ile yürütmekte olduğunuz çalışmalar var mı?
İlişkilerim var, ama özel bir çalışma yok şu an.
Türkiye’de dönüşüm işareti görüyor musunuz, son yerel seçimlerden sonra özellikle?
Bence önemli bir ışık var. Gerçekten teşekkür ederim bütün bu sürece emek harcayan herkese.
Türkiye’ye dönmeyi düşünüyor musunuz ve hangi koşullarda bunu gerçekleştirirsiniz?
Yargıtay Genel Kurulu kararını bekliyorum. Ondan sonra tabii ki döneceğim, ama dediğim gibi artık ben bir göçebeyim.
Yani beraat kararı çıkarsa kesinlikle Türkiye’de yaşamak istiyorsunuz?
Evet, ama göçebe gibi.
Şu an da Kürt meselesine ilişkin çalışmalarınız var mı?
Özel bir çalışmam yok, başka konular üzerinde çalışıyorum, ama her zaman duyarlılığım ve tavrım devam ediyor.
"Kadınlara yönelik daha fazla alan yaratabilmeliyiz"
Kadın cinayetleri Türkiye’de olduğu gibi Fransa ve İtalya gibi ülkelerde de artış göstermekte. Fransa’da bu cinayetleri önlemek için bir dizi önlem açıklandı geçen ay. Türkiye ve Avrupa ülkeleri arasında bu soruna karşı duruş arasında farklar görüyor musunuz? Türkiye’deki bilhassa feminist hareketin buna karşı çalışmalarını yeterli buluyor musunuz?
Fransa’da da, Türkiye’de de, Almanya’da da feministler ellerinden geleni yapıyorlar, fakat oldukça zor bir durum çünkü genelde hükümetler vitrine çok uymuyor. Burada da sanki çok fazla, bu konuda özel bir programlar çıkarıyorlarmış gibi davranıyorlar. Feministlerin, bizlerin yaptığı iki alanda birden oynamak; bir yandan kurumları zorlamak, bir yandan da bütün imkânlarımızı kullanıp kadınları mümkün olduğu kadar erkek şiddetinden koruyabilmek. İkincisi de erkek egemenliğine karşı mücadele etmek, bu sistemin temelini değiştirmek.
Fakat ben şuna inanıyorum; kadın cinayetleri gittikçe daha çok aile içinde ortaya çıkıyor. Tırnak içinde “eş cinayetleri” ve daha çok terk eden kadınlara yönelik. Kısa süre önce Korsika’daydım ve orada öldürülen kadınların yüzde 80’i terk eden kadınlar. Türkiye’de de, Fransa’da da bu böyle. Yani bu terk etme durumu aslında iyiye bir işaret, çünkü kadınlar artık evliliklerini bitirmek için daha fazla cesaret gösteriyor cinayetlere rağmen. Bu durumda kadınlara yönelik daha fazla alan yaratabilmeliyiz ve sadece şiddeti önleyici tedbirlerin dışında, kadınların bir arada olabileceği, dayanışmalarını geliştirebileceği alanlar açmalıyız. Yani çok iş var maalesef. (EÇ/AÖ)