Peşmerge Abdullah, Kuzey Irak'ın Zaxo kentinden bir öğretmendi. 1988 yılında "Irak Diktatörü", Halepçe ve Enfal katliamlarından sonra adı Kürtlerin de katiline çıkan Saddam Hüseyin'in hardal gazlı kimyasal imhasından kurtulup, Hakkâri sınırından giriş yapmış, sonra da Diyarbakır'a yerleşmişti.
Üç göz odalı afet konutlarında her odada kalabalık nüfusları ile bir aile yaşamaya çalışıyorlardı. Şehir bir anda gündelik kıyafetleri ve güneyli "Bahdinan Kürtçesi" dilleriyle, onlarla, yani yıllardır yakın temas sağlayamadıkları uzak düşmüş akrabalarıyla tanışır olmuştu.
Onların adları kısaca "peşmergeler"di bu eski zamanlardan kalma kadim şehirde.
Politik olanlarının çok azı bu şehirle tanışmıştı, ama neredeyse tümü, hayallerini süsleyen bu kadim şehre, Diyarbekir'e ilk kez geliyorlardı. Şehir onları kendinden sayarak sahiplenmişti. Birçok şehirli ailenin, peşmerge ailelerin en az birinden dostları olmuştu, onların şehre zorunlu konukluğunda...
Öte yakada eli kanlı, kendileri hakkında iyi şeyler düşünmeyen, hatta Hitlervari yöntemlerle, kavimlerinin (Kürtlerin) Ortadoğu'dan tümüyle imhasını düşleyen biri vardı. Ama "peşmergeler" kararlıydı. Ve biliyordu ki karşılarındakinin ömrü uzun sürmeyecek.
Zaman hızla akıp geçiyordu. Dengeler de hızla değişiyordu. Körfez savaşları ve askeri müdahaleler Ortadoğu'da yeni gelişmelerin ve değişimlerin habercisiydi. Ve Peşmerge Abdullah'ın daha on yıl önce yok olmamak için terk etmek zorunda kalıp uzun yılar uzak düştüğü ülkesini yeniden yapılandırmak bu kez Peşmerge Abdullah'ın ve arkadaşlarının inisiyatifine kalıyordu.
Onlarla beraber çekilen, dağlardaki barınaklarında Irak yönetimince "hain" muamelesi gören liderlerinden biri Irak Cumhurbaşkanı, diğeri de Kürdistan Başbakanı olmuştu.
2003 yılıydı ve Amerika Birleşik Devletleri tankları Bağdat'ın Firdevs Meydanı'nda vinçlerle büyük kalabalıkların da katılımıyla dev Saddam Hüseyin heykelini yıkarak indiriyorlardı. Heykelin her bir parçası tutanın elinde kalıyordu. Heykelin sahibi ise yine aynı tarihlerde, biraz daha kuzeyde, gizlendiği bir yeraltı sığınağında saçı sakalı birbirine karışmış vaziyette yakalanıyordu.
Nedense Saddam Hüseyin'in 31 Aralık sabahı idam edilişi görüntülerini izlerken film şeridi gibi geçmişte yaptıkları aklımdan geçti ve gözlerimin önüne geldi. Aslında Saddam Hüseyin, Firdevs meydanında üç yıl önce heykeli alaşağı edilirken ölmüştü/öldürülmüştü, ama bir süredir uzatmaları oynuyordu.
Benim gördüğüm, sesini her yükselteni öldürmekten, yok etmekten çekinmeyen eli tüfekli bir Arap Nasyonalist Baasçı diktatörünün beklenen ve hazin sonuydu kameralara yansıyan.
Doğrusu ölümlere, infazlara bu şekliyle karşı olan biri olarak ilk defa bir ikilem içinde olduğumu hissediyordum.
Televizyonlara yansıyan, Saddam Hüseyin'i infaz eden sıkıntı verici görüntüleri defalarca izlerken, bedenimdeki ve beynimdeki iki yanım birbirleriyle çatışma halindeydiler. İnsan olan ve insanî davranmayı sürekli ısrar eden yanım, idam ve idamlara karşı olmam ve karşı durmam gerektiğini bana sürekli telkin ediyordu.
Öte taraftan ise insanî olmamla asla çelişmeyen bir de Kürt yanım vardı. O yanım ziyadesiyle yaralıydı. Halkımın bir parçası olan insanlara, yıllarca büyük acılar çektirmiş biri vardı, ilmek boğazında olan. Yıllar yılı yaptıklarından ve çektirdiklerinden dolayı ondan nefret eder olmuştum. Öfke duymuştum kendisine. Ona zerre kadar acıma hissi içimde duymayan bir psikolojik ve ideolojik altyapı ile yetişmiştim.
Sovyetler Birliği ile Arap Baas Partisi faktörü nedeniyle ilişkisi olduğu dönemlerde bile, sosyalist olmama rağmen ona sempati duymamıştım. Saddam Hüseyin, benim gibi birçok Kürt için halkının eli kanlı katliamcısı idi ve cezasını çekmeliydi.
Ama açık ve net konuşmak gerekirse Saddam Hüseyin'in idamına üzülmedim. Yalnız bu kadar hafif bir sebepten ve bu kadar alelacele, amiyane tabiriyle apar topar öldürülmemeliydi.
Kürtlere yaptıklarından yargılanmalıydı. Yargılanma, Saddam Hüseyin'in bütün suçları orta yere serilinceye kadar sürmeliydi. Ama olmadı...
Bense samimi olarak vurguladığım bu duygularla bu satırları yazdım. Hâlâ ikircikliyim ve "iyi ki ipi çeken cellât bir Kürt değildi" demekle yetinmek durumunda kalıyorum.(ŞD/EÜ)