Barış programının omurgasını 21 Aralık 2006 tarihinde 324 aydının imzasıyla kamuoyuna sunulan bildiri oluşturuyor. Dolayısıyla bu haliyle program, daha önce dile getirilmeyen, yeni bir öneri içermiyor.
Ancak programa sahip çıkan farklı grup ve kişiler göz önüne alındığında, bugüne kadar biraraya gelmeyen geniş bir yelpazenin Kürt sorununun çözümü konusunda ilk kez bir uzlaşmaya vardığı görülüyor. Öyle ki programı sunan Prof Dr. Doğu Ergil bu uzlaşmanın bir "devrim" niteliğinde olduğunu söylüyor.
Ergil'i bu kadar iddialı konuşmaya sevk eden, uzlaşan topluluğun farklılığı ve çeşitliliği: Örneğin DYP ve SDP temsilcilerinin yan yana geldiği platformda gelecek seçimlerde güç birliği yapılması önerisi alkışlanıyor; Kürt siyasal hareketi içinde birbirinden uzak duran ayrılıkçı, milliyetçi ya da muhafazakar kanatlar üniter devlet çatısı altında kültürel ve siyasal haklarının anayasal güvenceye alındığı bir çözümde buluşuyor.
Kısacası "Kürt sorunu vardır ve acilen çözülmelidir" diyen hemen herkes "Türkiye Barışını Arıyor" hareketi altında -en azından şimdilik- birleşiyor.
Bir kişinin yokluğu
Bu birleşmenin ve uzlaşmanın adeta gövde gösterisi niteliğindeki 13-14 Ocak tarihindeki toplantıda bir tek kişinin "yokluğu" dikkat çekiyor. O kişi de Leyla Zana.
2004 yılında tutukluğu sona eren dörtlü gruptan Orhan Doğan, Hatip Dicle, Selim Sadak orada. Ama Leyla Zana yok.
Aslında Leyla Zana uzun zamandır ortalarda yok. Hapishaneden ilk çıktığında Kürt sorunu gündemini hareketlendiren demeç ve temaslarıyla bir anda adı aranan "muhatap" listesinin en başına yerleşen Leyla Zana söylenenlere göre köyüne yerleşmiş. Kimileri hakkındaki siyasi yasağın kalkmasını beklediğini, kimileri artık politikadan uzaklaştığını hatta kimileri de "uzaklaştırıldığını" söylüyor.
Kendisi çıkıp açıklamadıkça bu iddialardan hangisi doğrudur emin olamayız. Ancak Zana'nın bir açıklama yapmasını beklemek yerine Kürt siyasal hareketine biraz yakından bakmak bazı soruların yanıtlarını netleştirmemize yardımcı olabilir; ki bu yanıtlar aslında "Türkiye Barışını Arıyor" noktasına nasıl gelindiğinin de ipuçlarını taşımaktadır.
Kürt hareketinde "öteki"
PKK'nın lideri Abdullah Öcalan'ın söylemlerinde Kürt ulusal kimliğinin inşasında "öteki" öncelikle "içindeki düşman"dır. Bu düşmandan kasıt Kürt feodal/aşiret yapısıdır. "Türk" unsuru politik metinlerde görece ikinci sıradaki "öteki" olarak kurgulanır.
Dolayısıyla Kürt kadınlarının konumlandırılışı da hem feodal sistemin benimsediği iddia edilen "ilkel milliyetçiliğe", hem de Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne adreslenen asimilasyoncu/emperyal milliyetçiliğe karşı bir duruşu işaret etmektedir.
Sonuçta, "ezilen, köylü, cahil" Kürt kadını imgesi ve onun dönüştürülmesi daha büyük bir projenin; Kürt halkının uluslaşma/bağımsızlık projesinin mümkün olduğunun ispatı ve aracı olarak görülmüştür. PKK'nın bu yönlü politikalarının izdüşümleri "parti, ordu, cephe" alanlarda ortaya çıkmaktadır: Leyla Zana, gerilla kadınlar ve Barış Anneleri.
Milliyetçilik ve feminizm ilişkisine dair analizler ışığında bakıldığında örneğin Deniz Kandiyoti,milliyetçi söylemde kadının tasvirinin toplumsal geriliğin kurbanı, modernliğin ikonu ya da kültürel otantikliğin imtiyazlı taşıyıcısı suretinde yapıldığını söylemektedir.
Kadının yeri
Bu analizler, özellikle Kürt siyasal hareketinde "kadın"ın yerini anlamaya dönük bir çabada önemli ipuçları vermektedir. Öte yandan kadınların siyasete katılma biçimleri incelenirken gündeme gelen "davet" analojisi kadınların milliyetçi projelere girişleri kadar, bu siyasetten çıkışlarını da anlamlandırmamıza yardımcı olmaktadır.
Bu analojiye göre kadınların milliyetçi hareket içindeki eylemleri, iktidara sahip olan erkeklerin "davet"iyle mümkün olmaktadır. Dolayısıyla kadınlar bir bakıma "misafir" konumundadırlar ve bazen de "istenmeyen misafir" durumuna düşmeleri sözkonusu "davet"in biçimine bağlıdır.
Bu çerçevede Leyla Zana'nın politik kimliğini ve geldiği noktayı Kürt siyasal hareketinin seyrine bağlı değerlendirmek açıklayıcı olacaktır. 1980 sonrası PKK'nın aktörü olduğu siyasal söylem, öncelikle Kürt halkının varlığını, sonrasında mağduriyetini ve daha sonrasında da "dava"nın meşruiyetini ilan etmek üzerine bir strateji izlemiştir.
Leyla Zana'nın TBMM'de yemin töreni sırasında yaptığı konuşma, bu konuşmadan dolayı hapse mahkum edilişi ve bu süreçte özellikle Batı kamuoyunda artan bir ilgiye mazhar oluşu da sözünü ettiğimiz bu stratejik planın çarpıcı birer izdüşümü niteliğindedir.
Bu aşamalardan sonra geriye bir tek "iktidar"a ortak olma sorunu kalmaktaydı. Ancak 1999 yılında Abdullah Öcalan'ın yakalanması ertesinde gelişen olaylar bu aşamanın gerçekleştirilmesinde hesapta olmayan bazı zorluklar ortaya çıkardı.
Türkiye ve Ortadoğu bağlamındaki konjonktürel gelişmeleri bir yana bırakıp hareketin iç dinamiklerine baktığımızda öncelikle eksikliği duyulan "liderlik" ve "birlik" sorunu oldu. Bu noktada "lider" figür olarak en çok ismi öne çıkan kişi ise Leyla Zana'ydı. Hapisliğinin sona ermesi ise bu beklentileri artırdı. Ancak deyim yerindeyse Zana bir anda ortadan yok oldu.
Bunun nedeninin, Kürt siyasal hareketinin "kadın"ı söylemine ve eylemine dahil etme biçiminin olduğu kadar, "içimizdeki düşman" olarak tarif edilen ataerkil yapının dönüştürülmesindeki başarısızlık da etkili oldu. Zana'nın "sembol" bir figür olarak değeri hareketin ancak kendi toplumu dışında konumlandırdığı "düşman" safındaki temsiliyle sınırlı kaldı. Sözkonusu "iktidar" olduğunda daralan politik alanda deyim yerindeyse "misafirlik" sona erdi.
Leyla Zana'nın aslında bu sonucu çok önceden tahmin ettiğini/beklediğini söylemek mümkün. Çünkü Özgür Gündem Gazetesi'nde 13 Aralık 1997 tarihinde yayınlanan "Küçük Kara Balık" başlıklı yazısı bir anlamda politik hayatını özetlemektedir:
"...Küçük Kara Balık; çelimsiz, sığ ve ancak kar sularıyla beslenen ırmak balığıdır. Tutucu, kıskanç ve bağnaz çevresinin tüm baskılarına karşın, denizi bulmak üzere yola çıkar.
Ve minik cüssesine aldırmadan, kocaman yüreğiyle dalar suların derinliğine...
Nice tuzaklar, girdaplar, şelaleler aşar...
Nice engellere, baskılara göğüs gerer...
Direnir ve direndikçe sığmaz olur engin sulara...
Eyvah(!) her şey bitti derken, kertenkelenin, kurbağanın, salyangozun, ceylanın dostluklarıyla umutlanır bir anda ...
Kaşıkçı kuşu yutsa da onu, denize olan özlemi ve özgürlüğe olan sevdasıyla kurtulur...
Kaşıkçının torbasından.
Testere balıkları...
Yılanlar...
Yengeçler...
Karabataklar...
Ve onu bir lokmada yutmaya hazır soydaşlar... Türdeşler...
Hiç beklemediği yer ve zamanlarda gelen, ağır darbeler..."
Başarısızlığın sonucu
Sonuçta başladığımız yere geri dönecek olursak bugün "Türkiye Barışını Arıyor" hareketinin başarısı da Kürt siyasal hareketinin aynı "başarısızlığının" bir sonucudur. Yani kendi "içindeki düşmanı" dönüştürmedeki başarısızlığın.
Kürtler Öcalan'ın yakalanması ertesindeki yeni dönemde önlerine çıkan "liderlik" ve "birlik" sorununu, hala devam eden feodal yapının bölücü etkisi altında, kendi içlerinde çözememiş; hal böyle olunca da tek çare "eski düşmanı, yeni dost ilan etmek" olmuştur.
Aksini iddia etmek gerçekçi değildir, zira sözde düşman cephesinde "Kürt sorunu vardır" demekten öte bir değişiklik yoktur. (AY/EÜ)