Balonun içindeki hava basıncının dışarıdakinden farklı olduğunu söylüyor herkes. En azından bu fizyolojik sorun düşünüldüğünde, içerdeki rahatımızın kaçacağı çok açık. Herkes oksijen tüplerini şimdiden garanti etmeye bakıyor. Ama bu arada stoklarda o kadar tüp olmadığı çıktı ortaya.
Balon artık ihtiyaçlarımızı karşılayamayacağını haykırıyor. Bizi atılası bir safra olarak görüyor. 'Kalkın gidin, balon malon yok, inin gerçek dünyaya, yaşayabilirseniz oksijen tüpünüzü de kendiniz bulursunuz, bulamazsanız da tekrar ayak uydurmayı deneyin' diyor.
Haklı, ne de olsa balona girmeden önce hava basıncı sorunumuz yoktu. İki sene önce balon mu vardı ?
Hepimiz, başlangıçta zor olacağı kesin bir sürece hazırlanıyoruz. Gün geçmiyor ki, 'Eee patlamadan sonra ne yapıyorsun?' diye sormayalım birbirimize. Herkes aslında en çok patlama anından korkuyor ölesiye. Sonuçta bir süre sonra öyle ya da böyle uyum sağlayacağımızı biliyoruz ama o geçiş anı yok mu?!! Hayattan ölüme, ölümden hayata geçişler de böyle olsa gerek...
İlginç olan o ki, kimse geldiği yere dönmek istemiyor. Aidiyet duygusu balonla birleşti. Balon yoksa aidiyet de yok. Aslında balon hiçbir yere ait değil. Onun için de aidiyet duygusu çok gerekmedikçe kullanılmıyor.
Öte yandan, herkesin geldiği yer, aidiyet duygusuna direk referansla, sanki uyuyan bir canavarı gıdıklıyor. Evet asıl sorun bu, aidiyet ayağımıza prangalar vuracak, yeniden ait olduk mu, bu defa imdadımıza başka balon da yetişmeyecek diye hasıl oldu bu korku... Aslında belki de hiç özgürleşmedik. Sadece bir aidiyetten diğerine yapıştık.
Balondaki yaşam çok kültürlü ama ulusal kimliğe dair doğrudan atıflar yapılmıyor genellikle. Zaten balonun varlığının amaçlarından biri bu. Tam melezlik, hibridlik oluşturmak.
Balonun kurucularından 'The Confuser' dememiş miydi, balon bir hibridlik projesidir diye. Ne hibridlikler çıkıyor, bir Asyalı ile Doğu Avrupa kökenli kuzey Amerikalı aşkı mesela.
Ya da Uzak Doğulu ve Doğu Avrupalı. Fakat en orijinal örneklerden biri hala, Afrika'nın Güneyi ile Kafkasların Güneyi'nin karışımları. 'Güney'den başka ortak yanlarının olmadığı çok açık herhalde. Kafkasyalı, ne oluyormuş diye bakmak istemişmiş, bu kadar karışınca....Ne yazık ki fazla karışamadan ayrılmak durumunda kaldılar...
Ülke adlarını vermek istemiyorum, hem balon içinde önemsiz olduğundan hem de balon üyelerini faş etmemek için. Öte yandan coğrafi bir göndermede bulunmazsam balon dışındakiler için anlamlı olmayacak. Bu duruma daha iyi bir çözüm bulamadım henüz.
Biricik tecrübeler cenneti balon. Bu kadar farklılığa insan bir ömür boyu arka arkaya 'maruz' kalabilir mi bilmiyorum. İşin garibi bir yaşam biçimi olarak 'maruz kalma' durumu bir süre sonra fena halde keyifli hale geliyor.
Arada balondan çıkıp eve gitmek isteyenler oldu, o zaman bu kadar alışmamışlardı, fizyolojik bir sorun yaşamadan gidip gelebildiler, ama normal bir insandan çok daha fazla yorulduklarını söylüyorlardı sürekli.
Genel bir durağanlıktan şikayetçiydi gidip dönenler. Evde geçirdikleri sürede ilk birkaç günlük şoktan sonra, balona dönmek için ya da orda bir balon yaratabilmek için herşeyi verebileceklerini söylüyorlardı.
Herkes, her şey, çevre, dükkanlar, insanlar, aynı aynı aynı....kimileri ne yazık ki balona bu anlamda da bağımlı oldu, eminim onlar için çok daha zor olacak patlama sonrası.
Desem ki balonda herkes birbirini seviyor. Değil. Sevgi meselesi değil. İşin aslı, herkes balonun rahatlığının çok farkında, çünkü az çok bu kadar farklılıkla başa çıkabilmiş, herkes birbiri hakkında epey bir fikir sahibi olmuş iki yıl boyunca.
Balon kimliği tüm kimliklerin üstünde tutulmuş, böylece, akışkan, geçişli, refleksif bir ortam yaratılmış. Kimse kimsenin söylediğinden alınmak durumunda değil, çünkü söylenen şey hoşa gitmediği anda, hemen objektivite süngeri kullanıma sokuluyor.
Objektivite süngeri bir nevi supap görevi görüyor. Ama sadece tarafları tutmaya yaramıyor, aynı zamanda süngerimsi olduğu için, emdiği fikirlerden müthiş bir karışım yaratabiliyor.
Tabi karışımdan yararlanacak taraf, süngeri sıkma cesareti gösteren taraf oluyor sadece. Batılılar genellikle süngeri koruma amaçlı kullanıyor, böylece bu mucizevi süngerin nimetlerinden yalnızca yarısını kullanmış oluyorlar.
Karşılıklı süngere sarılma vakaları çok sık olmamakla beraber benle G. Kafkasyalı balon üyesi arasında bolca yaşanıyor. Doğrusu biz bu süngerden çok şey öğrendik, hem de birbirimizi sevmediğimizden değil, tam tersine neyimiz varsa gönüllü süngere doldurup, karışımın kıvamına gelmesini bekleyip, sonra bir hışımla sıktığımız için...
Sanırım Avrupalıların hibrid balon projesine kazandırdığı, bizim gibi Avrupalı olmayanların en çok keyfini çıkardığı kavram bu. Hele de bu sünger cinsinin bizim coğrafyalarda pek bulunmadığını bildiğimizden kıymetini çok daha iyi anlıyoruz.
Balon içinde olan biten her şeyden herkesin haberi oluyor. Enformasyon zincirinin nasıl işlediğini tam olarak çözmek imkansız ama sirkülasyon inanılmaz.
Hele de batılıların herkesin ta yatak odası hikayelerine kadar bilmek, deşmek isteyen tavırları hayretler içinde bırakıyor bir kısım balon sakinini -buna ben de dahilim-.
Biz sadece bizim toplumlarımızın bu kadar dedikoducu olduğunu düşünürdük. Neredeyse oryantalist bir bakış açısı geliştirmişiz kendimize dair.
Herhalde Batı, Doğunun tembel, zaman kavramını kaybetmiş, tüm gününü puf puf koltuklarda oturmuş dedikodu yapan, nargile içen insanlar topluluğu olarak tahayyül etmiş zamanında ki, biz sadece Doğuda dedikodu geleneği olduğunu düşünmüşüz kendimizce.
Oysa Batılıların yaptığı dedikodu seviyesine Doğuluların erişmesi/inmesi ahlaki normlar nedeniyle imkansız. Nargile de boşa moda olmadı Avrupa'nın göbeğinde!
Parçalı kişilikler balonun en büyük sorunsallarından bir tanesi. Üzülerek söylemem gerekiyor ki, parçalı kişilik problemi en çok geç modern zamanları yaşayan Batılı balon üyelerinin sorunu.
Sorun diyorum çünkü düşündüğü, yaptığı ve hissettiği birbirinden bu kadar farklı olma, hatta birbirine taban tabana ters düşme, ve sürekli bu çatışma içinde gidip gelme halini sorunlu buluyorum.
Bu konu etrafındaki pek çok tartışma nafile bir iletişme çabasından ileri gidemiyor. Artık bir şeyi göz göre göre söylememek için objektivite süngerini koyuyoruz, sünger şişiyor, sıkan yok, akan karışımı üzerine alınan yok, kartezyen sisteme takılmış kalmış Batılı arkadaşlarımız, ayırdıkça ayırıyor, böldükçe bölüyor.
Halbuki, Santiago teorisi, beden ve aklın bu onulmaz ayrılığına en temel çözümü sunmuş durumda. Akıl diyor, bir süreçtir, beden ise yapı. Bu ikisi birbirinden ayrı değil bütün olarak işler.
Hadi bundan geçtik, desem ki, mokşadan, darmadan haberleri yok, hepsinden var ama bilmek ve içselleştirmek arasındaki bağ kalkmış bir defa ortadan! Bilmek turistik bir kavram haline gelmiş.
Tamamen dışımızda, bizden bağımsız bazen görülebilen, gözlemlenebilen ama asla bizimle ilişkisi olmayan, bize dokunmayan bir sanallık alemine girmiş. Yaşam profesyonelleşeliberi yaşayarak öğrenmek içi boş bir terane olmuş.
Profesyonel yaşamda, herkes herkesle iyi geçiniyor, tercihen günde birkaç kez gülümsüyor. Kimse kimseyle derin ilişkiler kurmuyor. Kime kimseye kolay kolay bulaşmazken, kimse de kimseyi öyle pek yürekten sevmiyor. Zaten yürek dediğiniz sakatat değil de ne?
Gördüğünüz gibi parçalı kişilik, sadece bir bölgede değil çeşitli katmanlarda bozukluklar yaratan bir kartezyen kafa sorunu. Tabi post-modern, likit modern haller verili durumu iyice karmaşıklaştırıyor.
Doğulu olarak bizler bu sorunsalları gördükçe, aman diyoruz, ne varsa bizim geleneksel toplumlarımızda var. Öyle yan gözle bakmayın 'ne diyor yahu' diyerek...
Gelenekselliğin insana hayatta sonradan yıkılacak, başlangıçta 'kötücül' engeller diktiği kesin. Ayrıca çok katı geleneklerin savunulası bir yanı olmadığı da çok açık. Ama bu geleneğin de refleksif olamayacağı, kendini sorgulayamayacağı anlamına gelmez.
Bu söylediklerimden coğrafi bir bölünmeye doğru yöneldiğim izlenimi veriyorum, fakat amacımın herhangi bir 'öteki' yaratmak olmadığını söylemeliyim. Tam tersi 'öteki' dediğimizin bizim parçamız olduğunu gördüğümüz zaman tartışacak ilginç konularımız olacağını düşünüyorum.
Ezeli bir ayrımmış gibi görünen 'biz' ve 'öteki' eninde sonunda dönecek kendine, ayrımı yaratan insan beynine. Orada karşılaşacağı ise kendi görmek istemediği yanlarından başkası olmayacak büyük ihtimalle.
Kendi görmek istemediklerimiz, gölgelerimiz, karanlıklarımız, kendi üstümüze kondurmadıklarımız, içten içe kandırdıklarımız, kendimize, çevremize söylediğimiz 'akıllı mantıklı, saygılı' yalan silsileleri, teorik hoşgörülülüğümüz, pratik şiddetimiz... Kaçımız bunların dışındayız, ya da bunların dışında olmak mümkün mü?
Bu durumda, Doğulular Batılıların, Batılılar ise Doğuluların gölgeleri değilse nedir? Batılılar Doğululara baktıklarında kendilerinde görmek istemediklerini görüp, gerçeği kabul etmek istemeyen herkes gibi önce fena halde rahatsız oluyorlar, ötekileştiriyorlar.
Bunu anlamak çok zor değil çünkü ötekileştirme geleneği Batıda Doğuda olduğundan daha keskin. Ama Batı ve Doğunun ötekileştirmenin yanı sıra birbirinden öğrendiği de çok şey var. Bizim Batılılardan objektivite süngerini öğrendiğimiz gibi, Batılıların da bizden başka bir Doğu portresi öğreniyorlar, bugüne kadar farklı bildikleri...
Balonun içinden bakıldığında 'gelenek' farklı anlamlara bürünebiliyor. En azından şöyle söyleyelim, balondaki karışımlar durağanlaşmış, kemikleşmiş anlayışlara yeni bakış açıları geliştirmeyi sağlıyor.
Balonun en ilginç özelliklerinden biri bu. Mesela, gelenek genellikle balon dışında son derece katı, değişime direnen, değişimi dışlayan sert bir kabuk gibi görünürken, balon deneyimi gösterdi ki, bu durum aslında bu kadar trajik değil.
Modern zırhları ne kadar kuvvetli, mukavemetliyse, geleneğinkiler de o kadar kuvvetli ve mukavemetli. Fakat aramızdaki en büyük fark, biz geleneğin ne fena olduğu fikriyle, ne yapıp edip geleneksel kalıplardan kurtulmak gerektiği savıyla büyüyoruz, modernin evlatları ise kendi modernitelerinin ne kadar harika ne kadar biricik olduğu fikriyle büyüyorlar.
İki sene boyunca Batılılarla birlikte çok çeşitli 'maruz kalmaları' deneyimlemek kitaplardan okunanları pekiştiriyor. Hem artık büyük büyük bilim insanları kabul ediyor, bu gidişatı birebir Weber'in körüklediğini.
En çok o uğraştı Avrupa modernizminin biricikliğini kanıtlamaya. Avrupa, Avrupa, medeniyetler beşiği, muasır medeniyetin temsili, rasyonelliğin zaferi, ilim ve irfanın cenneti.
Ne yani sevgili Weber, siz de bu noktaya uzaydan bırakılarak gelmediniz zahir. Sizin de bir geleneğiniz vardı, vakti zamanında üzerine köprüler yaptığınız.
O köprülerin altından çok sular aktı akmasına ama taa derinde o temeller olmasaydı bilmem nereye dikerdiniz köprülerinizi? Köprünün üstündekilerle suyun altında kalanlar arasındaki mesafe ve birbirinden ayrılmışlık o kadara acıklı ki...
Bizim değişmezdir, durağandır, tu-kakadır dediğimiz gelenek, biz onu öyle kabul ettiğimizde durağanlaşıyor, ağırlaşıyor, değişmezleşiyor, sanki bir film karesinin üstünde sürekli pause tuşuna basılmış gibi, dırıt dırıt yapıp duruyor.
Bilge kişiyle konuşmalar ortaya çıkardı ki aynı durum modern için de geçerli. Modern de gelenek kadar katılaşabiliyor. Öyle olmasa ırkçılık nasıl modernin bir evladı olurdu?
Yine de kabul edilebilir en büyük fark modern ile gelenek arasında modernin nedenselliğinin rasyonel olması. Geleneğin ise meydana çıktığı toplumun kültürel, sosyal, inanışsal değerlerine dayanıyor olmakla beraber bu değerlerin illa da rasyonel olması gerekmediği.
Bu durumda geleneğin sorgulanması ve değişim süreci görece daha zor.
Tüm bunlarla beraber merakla bakınıyorum etrafıma, hani nerde öyle salt, süzme kristal gibi berrak bir modern kategorisi diye.Batılı arkadaşlarımı görüyorum, Noel'de evlerine ailelerinin yanına dönen.
Ya da bir saat din dersi olan Avrupa'nın prestijli üniversitelerinde okumuş arkadaşlarımı hatırlıyorum, halen evlerinde çocuklarıyla bir bardak bira dahi içemediklerini söyleyen Amerikalıları.
Böylelikle anlıyorum ki, gelenekle modern bizim sandığımız kadar birbirinden ayrı değil ve bu iki kavramı günlük hayatımızda tamamen birbirinin zıddıymış gibi düşünmek tüm algılama sürecimizi olumsuz etkiliyor.
Peki acaba balon deneyiminin gerçek hayata nasıl bir faydası dokunabilir? Pek yakında balon deneyimli bir dünyalı hibrit olarak yaşamımı sürdürmeye devam edeceğime göre ve artık başka balonlar olmayacağına göre bir yol bulunmalı.
Bir ideal 'kendi' olma hali yok. Kendinin sürekli değişime açık olma hali var daha çok. Yanlış anlaşılmasın bu hiç post-modern bir sav değil. Algılama, anlama, hissetme, yorumlama ve yapma-etme yöntemlerimin ve hatta değer yargılarımın farklı koşullar altında sorgulanabileceği, farklı okumalara maruz kalacağı, değişebileceği, dönüşebileceği fikrini kabul ediyorum.
Tüm bu süreçte objektivite süngerine sonsuz ihtiyacım olacağı kanaatindeyim.
Coğrafyaların, kültürlerin etkisini kabul ederken, ulusal/etnik kimliklerin kurgulanmış baskısını ve onların üzerime giydirmeye çalıştıkları daracık, düdük kıyafeti, yüreğimde uçarı bir mutlulukla reddediyorum, çünkü bu kadar hibridlikten sonra o kadar daralmaya niyetim yok.
Üstelik biyolojik olarak varolan karışımıma, balonun eklediği hibridliğimle yeni hibridler yaratabileceğimi biliyorum. Bedenin, ruhun ve aklın bu hibridite projesini nasıl geliştireceğine dair bir cevap çok yakında belirecek.
Hem benin parçalarını hem de bütününü farklı noktalarda mutlu edecek bir cevap. Belki o zaman 'öteki' dediklerimin de ben olduğumu daha çabuk kavrar, yüzleştiğim acı gerçeğin yeni bir algılama biçimi sağlayacağını da kabul edebilirim.
Bu özellikler şu ara 'marketable' mı bilmiyorum, satış değeri var mı, yok mu, reklamlar, piyasa araştırmaları ne diyor haberim yok.
Patlamanın hibrit çocuğu olarak yeniden dünyaya inmeye çok az kalmışken, heyecan ve sabırsızlıkla bekliyorum. (TS/BA)