Ama son çok erken geldi. Sıkça söylendiği gibi her ölüm "erken" ölümdür. Ama Sayek'in ölümü gerçekten çok erken geldi.
Bunda bir kısım medyada da yazıldığı ve yakın çevresindekilerin, hatta kendisinin de bir keresinde dediği gibi "hekimliğinin" rolü var mıydı bilmiyorum.
Biz hekimler "tıbba aşina olmayan" insanlardan farklı olarak; içinde yaşadığımız sistemin insanı "öğüten" çarklarının arasına girmenin ne demek olduğunu iyi biliriz.
Bu nedenle belirli bir yaştan sonra, genellikle sorunlarımızı, gidip bir yerde muayene olmak yerine, konuyla ilgilenen meslektaşlarımıza ayaküstü sorarak geçiştiririz.
Kendimizce aslında "doğru olmayan", ama bize "iyi" gelen tanılar koyar, sonra da kendimizce tedaviler düzenleriz.
Bir zaman sonra gerçek ortaya çıkar. O zaman genel olarak iş işten geçmiştir, geç kalmışızdır.Sayek'in ölümü de böyle oldu sanırım.
"Öldüren" hekimlik
Sayek'i kendi "hekimliği" öldürmediyse bile bu mesleğin günümüzde aldığı biçim ve bu alana, bir çok "erk sahibi" tarafından yapılan olumsuz müdahalelerin öldürdüğü kesin.
O yaşamının aşağı yukarı son 15 yılını "daha iyi bir tıp ve sağlık ortamı ve daha iyi bir hekimlik" için verdiği yoğun mücadele içinde geçirdi.
O, bunun derdi içindeydi. Bu "dert" çoğunlukla; üzüntüler, sıkıntılar, kızgınlıklar, isyan, stres demekti.
Dolayısıyla "insanı dert öldürür" sözü bu anlamıyla doğruydu.
Son 25 yıldır, başta ülkeyi ve dünyayı kendi kârları için evirip çevirenler, kârlarına daha çok kâr katmak için insanın kanına, canına, sağlığına da göz dikip bunu genellikle "hekimler" üzerinden ve onların aracılığıyla yapıyorlar.
İşte Sayek bunu dert ediniyordu en çok. Ve sanırım Sayek'i aslında bu "dert"ler öldürdü.
Füsun Abla olmak
Medyanın Sayek'in ölümüyle verdiği haberlerde de yazıldığı gibi o herkesin "Füsun abla"sıydı.
Yaşının büyüklüğü nedeniyle, böyle hitap edilmiyordu; çünkü öldüğünde henüz 60'ına bile varmamıştı.
O tutum ve davranışlarıyla herkese bir "abla" sanısı veriyordu. Birlikte mücadele verdiği insanların içlerinden öyle demek geliyordu.
Hekim örgütünü daha öğrenciyken tanımıştım. Türk Tabipleri Birliği'ne(TTB) girdiğimde henüz 12 Eylül Darbesi olmamış ve TTB Ankara'ya taşınmamıştı.
Sonradan bir kitaba da giren bir yazımda da belirttiğim gibi, meslek örgütü benim için "ikinci bir okul" olmuştu.
O okulda öncelikle toplum için mücadele etmenin ne olduğunu, ama en çok da örgütlü olmanın ne olduğunu öğrenmiştim.
Çok yazılıp çizilmemiştir ama bizim ülkemizde bir "örgüt kültürü" ve bu kültürün adeta insanı zorladığı standart bir "insan tavrı" vardı.
Bu tip "bir partizan"ın tutum ve davranışlarında somutlaşan bir tavırdır. Onu da oradayken öğrenmiştim.
Okulun bitmesi, zorunlu askerlik, zorunlu hizmet derken biraz uzaklaştığım örgütle bu kez Ankara'da yeniden buluşunca da aynı tavrın sürdüğünü görmüştüm.
Ama Sayek'in yöneticilik döneminde bu tavırda biraz değişiklik olduğunu gördüm.
Yeni ve başka
Onu ilk gördüğümde bana "örgüte yabancı" yeni biri gibi gelmişti. Genç ve çok sevimli bir insandı. Ona yakın çevresindeki herkes "abla" diyordu.
Ben kendimce hem "örgüt yaşı" hem de "görünün yaşı" bakımından -belki de bana öyle geliyordu- olarak ondan farklı değildim.
Hal böyleyken ona "abla" diye hitap etmemin onu yaşlı biri olarak görmek anlamına geleceğini ve bu nedenle bana kızacağını düşünerek bu sözcüğü kullanmaktan çekiniyordum.
Kendisine yüzüne karşı "Füsun Hanım", "Sevgili Sayek", "Sayın başkanım", "Sevgili Başkanım" diyor, gıyabında veya toplantılarda ise "TTB başkanı" diye hitap ediyordum.
Sonra zaman içinde ona söylenen "abla" sözünün anlamını daha iyi kavradım. Bu onun tarz ve tavrından kaynaklanıyordu.
Güler yüzlü "militan"
O örgüte ve örgüt içindeki insanlara "başka bir insan ve örgüt militanı" tavrını getirmişti.
Bu tavrın bence en temel özellikleri "sevgi, şefkat, güler yüzlülük ve her zaman dışa vurulan umut"tu.
Onun mücadelesi bunlarla şekillenmiş bir mücadeleydi. Sürekliydi, sırasında çok sertti, gözü pek ve yılmadan her koşulda sürdürülen bir mücadeleydi.
Kısacası aslında örgüt içinde bir çok insan gibi "militan" bir insandı Füsun Abla ve verdiği mücadele de "militanca" bir mücadeleydi.
O nedenle başlıkta yer alan sözü son karşılaşmamızda söyleyen Ertuğrul Kürkçü her zaman olduğu gibi en "veciz" şekilde tanımlamıştı onu.
O "partizan" olmadan "militan" olunabileceğini gösteren bir insandı.
İşte onun bu yüzü nedeniyle ondan sırasında sevgi, şefkat ve her koşulda güler yüzlü olmayı öğrendik. Bu örgüte yeni bir yüzü o böylelikle getirdi. Yaşama ve ilişkilere yeni bir çıta koydu, yeni bir düzey getirdi örgüte.
Veda kucaklaşması
Onun sağlığında yaklaşan ölümünü öngörerek bir vedalaşma yaşayamadık. Korktuk, çekindik.
Ama cenaze töreninde herkes birbirini, sanki onu kucaklarmış gibi sıkıca kucaklayarak merhabalaştı ve birbirine başsağlığı diledi.
Başta bana garip gelen, garip gelmesine karşın benim de yaptığım bu davranışın nedenini, Füsun Abla'mızın eşini, İskender ağabeyimizi kucaklarken fark ettim.
Aslında "Füsun Abla"yı kucaklıyordum. Aslında ona, onu kucaklayarak veda ediyorduk.
Son söz
Dönerken aklıma gelen bir şeyi, Nazmiye Güçlü'nün bana son rahatsızlığını anlatırken söylediği bir sözü burada paylaşarak bitirmek istiyorum:
"Eğer herkes birbirini kucaklar ve öperse; gerçekten ve içten öpüşü gerçekleştirecek kadar yakınlaşırsa, -ben buna 'öteki olmayı başarmak' diyorum-; dünyadaki pek çok savaş dahil tüm çatışmaları ve dolayısıyla sorunları ortadan kaldırabiliriz."
Ben Füsun Abla'dan bunu öğrendim ve onu son yolculuğuna uğurlarken, bir kez daha inandım. (MS/EZÖ)